Sabah ayazı fabrikanın önünde bekleyenleri birbirine yaklaştırmıştı. Salim, kapıda biraz oyalandı. İdari İşler Müdürü güvenlik kabinindeki telefondan birisiyle, alçak sesle konuşuyordu:
– Başka bir formül bulalım, hem adamları kapıda beklerken görünce acayip moralim bozuluyor.
– Oğlum, iş yok ki. Kapı anayoldan da görülüyor. Her gün beş kişi, on kişi. Dışarıdan bakınca kapı dışarı edilen işçiler, fabrikanın günlük üretimi gibi duruyor. Bu arada, Cevat’a bir sorsana, hiç değilse muhasebe şu işi topluca halletsin. Millet, muhasebe bölümüne gitmekten korkar oldu. Her gün bağırıp çağıran birileri var odada.
Tam bir şeyler daha söyleyecekti ki Salim’le göz göze geldiler. Kendisini dinlediğini fark edince, eliyle ‘hızlı yürü’ der gibi bir işaret yaptı Salim’e. Bu hafta işten çıkartılanlarla birlikte artık yıl sonuna kadar işten çıkartma olmayacağı söyleniyordu. İstemeden gülümsedi Salim. Kalabalığın içine doğru konuştu:
– Götverenin düşündüğüne bak, işten çıkmış adamları kapı önünde görünce morali bozuluyormuş. Şu ibneyi işten atsalar ya bütün fabrikanın morali düzelir.
Arkasından bir ses destek verdi:
– Vallahi, ben bir hafta ücretsiz mesaiye gelirim.
Başkaları da karıştılar söze, ama dikkati başka yere kaydı. Küçük bir kıza ilişti gözü; fabrikayı çevreleyen tel örgüye tutunmuştu. Arkasında kendisinden küçük bir çocuk daha vardı: Kardeşi olmalı. Fabrikaya doğru hızlı adımlarla yürürken yüzüne vuran soğuk havayla ürperdi. Peki ya çocuklar. Kendi çocuklarını düşündü, olmayan. Hangi akla hizmetle sabahın köründe dışarı bırakmışlardı ki bunları ? Kendisi, en azından bu noktada, diğer insanlardan ayrı bir yerdeydi. Tamam beş parası yoktu; kendi oturduğu ev de şu çocukların dikildikleri arsadan pek sıcak sayılmazdı, ama en azından bu durumu, karısından başkasını ortak etmeden, tek başına göğüslüyordu. Aslında işi olmasına vardı da, pek rahat yüzü gördüğü yoktu.
– İş mi lan bu, diye söylendi. Neymiş, iki günde bir paket sigara parası.
Karısı önceki gün üzerindeki sigara kokusunu alınca: “hele önce babamların borcunu ödeyelim de, sonra sigaraylan keyif yaparız” demiş, o da arkadaşlarımın sigarasını içiyorum diye yalan söylemişti. İşte böyle boktan bir herifti, ortaokul öğrencileri gibi gizli gizli sigara içip, bir paket sigara için eğilip bükülen.
Elbette, asıl sorunu biliyordu. Kendisini sıkıntıya sokan, karısının ailesinden aldığı borçtu. Bu parayı ödeyene dek gözüne uyku gireceği yoktu. Geçen gün bütün aile bir aradayken, kayınbiraderi laf arasında:
– Enişte, dolar da aldı başını gidiyor, de mi? diye ortaya konuşmuş, lafın ardından da bütün sülalenin ağızları kulaklarında birbirine baktığını görmüştü.
Ama borcu ödediğinde ne yapacağını çok iyi biliyordu. O gün evde kim varsa, hepsini çağıracak, sonra da kayınbiraderine:
– Cüneyt, geçen geldiğinizde dolar alıp başını gittiydi, n’oldu gittiği yerden geri geldi mi? diye soracaktı. Hesaplamalarına göre bu laftan sonra söylenebilecek söz kalmıyordu. Derin bir sessizlikten sonra, birisi sözü değiştirene kadar geçecek birkaç saniyede, bir yılda biriktirdiklerinin acısını çıkartacaktı.
Ustabaşının el işaretiyle düşüncelerinden sıyrılıp banttaki yerini aldı. Makinenin önüne geçtikten sonra, yelkovan gibi dönüp durdu. Akşama kadar, bandın başında, ortasında, sonunda. Yeniden başında, ortasında… Akşam olduğunu servisten inince fark etti. Öyle yorulmuştu ki.
Yemeği zor bekledi. Sonra da sobaya odun doldurup, kanepeye uzandı. Uyudu. Uyandı. Uyudu. Uyandı, saate baktı, gece yarısını geçmişti. Sabaha dek sanki bir ömür geçiyordu. Başını yeniden yastığa koydu. Karısının ‘hadi bakalım’ diyen sesini duyana dek bir daha uyanmadı. Güneşin doğmasına en az bir saat vardı. Karısı onu uyandırmadan önce çayı koymuştu. Akşamdan kalan ekmekle birlikte çayını yudumlarken, karısına baktı. Sabahın köründe kalkmıştı işte, çayını demleyip karşısına oturmuştu. Onunla ilgili kötü düşünceleri aklından kovdu.
– Safiye’lere gideyim mi bugün?
Bu, onun para isteme yoluydu. Gülen gözlerle baktı karısına. Eliyle cebini karıştırıp, yol parasından biraz fazlasını denkleştirdikten sonra masanın kenarına bıraktı. Ayağa kalktı.
– Bugün iş çok, ben çıkayım, dedi.
Ceketini sırtına geçirip ayakkabılarını giydi. Karısına içeri girmesini söyledikten sonra hızlı adımlarla yürümeye başladı. Sulara basmamaya çalışıyordu. Yol başına kadar geldi. Borcunu ödedikten sonra ilk işi şu altı delik ayakkabıdan kurtulmak olacaktı. Arsanın kenarından anayola doğru uzanan patikaya saptı. Çevredeki köpekleri kollayarak hızlıca geçti arsayı. Toprak yolu da geçtikten sonra on beş dakika daha yürüyüp anayola çıktı. Hava aydınlanmaya başlamıştı. Şehir, bu saatlerde kimsesiz bir çocuk gibi kendi başınaydı. İşte bu yüzden de şehrin en güzel saatleriydi ya bunlar. Servisin beş dakikası daha vardı. Ceketinin cebinden çıkardığı sigarasını yaktı. İki fırt almadan tepeden servis aracı göründü. Sigarasını yanan kısmın biraz gerisinden sıkıştırıp, yanan tütünü asfalta attı. Kalan kısmını sigara paketine sokuşturduktan sonra servis aracının ön kapısına yöneldi. Açılan kapıdan eliyle dur işareti yapan ustabaşı göründü;
– Perşembe öğleden sonra muhasebeye geleceksin, dedi.
Bu söze bir anlam veremedi. Ayağını yavaşça geri çekti. Saniyenin binde biri kadar bir zaman geçti. Otobüsün kapısı kapandı, kendisini almadan. Yavaşça uzaklaşan otobüsün arka koltuğunda Rasim’i gördü. Göz göze gelince önüne çevirdi başını Rasim, suçlu kendisiymiş gibi.
Gözden kaybolana dek izledi otobüsü. Az önce ucunu koparttığı sigarasını bulup, yeniden yaktı. Eve doğru dönmüştü, durakladı, vazgeçti eve gitmekten. Vadiye uzanan düzlüğe baktı. Vadiyi sis kaplamıştı. Tepeden denize benzetti önündeki manzarayı. Sigarasını derin bir solukla çekti içine. Yoldan ayrıldı, vadi boyunca yürümeye başladı, ayakkabısına giren sulara aldırmadan.