Neyim var ki şu dünyada, diye düşündü adam. Üstüne başına bakındı, sonra evin duvarlarında dolaşmaya başladı gözleri. Sanki başka birisinin evindeydi. İlk defa gitmişti de koltuklara, masa örtülerine, bardak takımına bakıp ev sahibinin parasal durumunu kestirmeye çalışıyordu. Kitaplığa uzandı eli, içinde kitap olmayan. Sonra kitaplığın kenarında duran şişeyi aldı eline. Az önce içmişti son yudumunu. Yıllardır aynı şişe…
Yeniden dikti kafasına, bir yudum daha düştü boğazına. Isınmıştı sıcakta. Tükürmek istedi, sonra vazgeçip içti. Birden ışıklandı gözleri. Öyle ya şişeler. Tabii ya, şişeleri vardı. Üç adımda geçti koridoru, kaç zamandır içip içip arka odaya attığı şişeler şimdi, gözüne hazine gibi görünüyordu. Işığı açınca odanın köşesine yerleşmiş bira şişelerine kendi bile şaştı. Uzunlamasına sekiz, yanlamasına da tam yirmi beş sıra vardı. Yani tam iki yüz şişe. Üzerlerine gelişigüzel bırakılmış olanları da katınca neredeyse iki yüz otuz tane. İşte yatırım diye buna denirdi. Biralar boğazdan mideye, faizler de arka odaya. Tekrar salona döndü. Gazetesini aldı bıraktığı yerden. Demin içi sıkılmıştı, şimdiyse zevkle okuyabilirdi gazetesini. Az önce saçmalık olarak gördüğü tüm haberleri yeni baştan, yüzünde alaycı bir gülümsemeyle okudu. Saatine baktı. Saat on olmuştu. Sandalyenin arkasından yere uzanan pantolonunu alıp ayağına geçirdi. Hem biraz hava alacak, hem de şişelerin depozitolarını toplayacaktı. Tam da cebinde beş parası yokken: İki yüz otuz şişe. Dile kolay, bir yıldır uğraşmıştı o şişeleri biriktirmek için. İşten gelirken önce bakkala uğradığından, şişeleri götürememiş, içtikten sonra da her seferinde geç olmuş, bakkal kapanmıştı. Yirmi beşinde avans alsam, bu şişeler beni on gün idare eder diye hesapladı. İki tane sağlam torba bulup on ikişerden yirmi dört şişeyi torbalara doldurdu. Kapıyı açıp, kimse var mı diye göz gezdirdi. Rafet ibnesini çekemezdi şimdi. Kendisini gördüğü anı canlandırdı gözünde:
– Ne lan o şişeler? N’apmaya gidiyon şişelerle?
Buna benzer bir laf eder, sinirini bozardı adamın. Hiç bir şey demese gözlerini kısıp kafasını sallardı ki, bir hareket insanı ancak bu kadar kışkırtabilir. Birden güldü kendi kendine : Yanıtını hazırlamıştı. Kimsenin olmadığını görüp, hızlı adımlarla dışarı çıktı. Doğru bakkala yöneldi. Tam kapıdan içeri girecekken, birisi arkasından çekiyormuş gibi geri döndü. Bakkal lafa tutar, oyalar, bir bahane bulur ama parayı vermezdi. Kesin vermezdi. İyi bulgur geldi, taze kaşar var derken, şişe paralarının üstüne yatar, elinde adı duyulmamış bir deterjan paketiyle evine yollardı adamı. Yok yok, iyi yapmıştı girmemekle. Hava sıcak ama biraz çarşıyı da gezmiş olurum diye düşündü.
Uzun uzun yürüdü, alnında ter biriktikçe şişeleri yere bırakıp terini sildi. Çarşıya doğru kalabalık artmış, sinemadan çıkanlar sokağı doldurmuştu. Karısı evden ayrıldığından beri gitmemişti sinemaya. Bir yıldan fazla olmuş diye düşündü. O anda kendi kendine karar verdi. Bundan sonra ilk gelen filme gidecekti. Tek başına gidilmez diye bir kural mı vardı sanki. Gider en ön sıraya oturur, kimseyi de görmezdi. Ara sokaktan çıkıp, önüne düşen on iki, on üç yaşlarında çocuklarla birlikte yürümeye başladı. Farkına varmadan onlara uydurdu adımlarını. Dışarıdan bakıldığında birliktelermiş gibi görülüyordu. Çocuklar aniden durunca, sendeledi. Biraz duralayıp küçük adımlarla yoluna devam etti. İş hanının girişinde bir konser afişi görmüşlerdi.
– Beş milyonmuş lan biletler.
– Beş milyona ben karı sikerim oğlum…
Kendi çocukluğu geldi aklına, şimdiki çocuklar bir başka diyecekti, düşününce bir başkalık göremedi. Kendi de erkek arkadaşlarıyla gezer, böyle kalabalık halinde yürür, fırsatını buldukça atıp tutardı. Keşke, dedi… Sonra gözü, elinde ağırlaşan torbalara takıldı, vazgeçti düşünmekten. İleride büfe vardı. Büfeye gidip şişeleri tezgahın üstüne bıraktı.
– Tam yirmi dört tane.
– Buradan mı almıştınız abi, biraları?
Al işte, soruya bak. Hepsi aynı soydan bu pezevenklerin. Parasını isteyecekti ama soru karşısında duraklayıp, rakı alacaktım dedi şişe paralarıyla. Ağzından çıkan sözcüğe kendi bile şaşırdı. Evde rakı vardı. Neyse, bayatlamazdı ya. Kalan parayla da, ince bir dilim kaşar peyniri kestirdi. Geç olmadan eve gideyim, balkonda içerim bugün diye geçirdi aklından. Eskiden, akşam oldu mu alırdı rakısını eline, kurulurdu balkona. Ama karısı gideli mahalleliye görünmek istemiyordu. Evde domates de var…
Saat on iki olmuştu. Balkona çıktı. Küçük bir tabakta kaşar peyniri, domates ve buz gibi kavun. Yalnızlıkta günler kısa, geceler uzun diye geçirdi aklından. Pek bir işe yaramamıştı şehir turu. Ama olsun, en azından yirmi dört şişe eksilmişti. Balkon kenarlığındaki içi kuru toprak dolu saksıya baktı. Karısının sözleri geldi aklına : “Madem o kadar seviyorsun, niye bir Allahın günü sulamıyorsun şu çiçekleri ?”. Onu söylerken ki hali de geldi gözünün önüne. Dönmeyecek birini düşünmek…
Bir ufak şişeyi bitirdi. İyi ki almışım öbür şişeyi diye düşündü, ama kalkıp da mutfağa gitmeye üşendi. Gece yarısı ne güzeldi. Işıklar sönmüş, sesler kısılmıştı. İçi geçti, hafifçe yana kaydı başı……
Böcekler kaynaştı önce, ardından bir homurtu duyuldu. Balkonun kenarındaki boş rakı bardağı döne döne aşağı yuvarlandı. Göğün en parlak yıldızı sandalyenin arkasına doğru kaydı. Sonra bütün yıldızlar peşi sıra komşu balkondaki açelyaların içine karıştılar. Çatalın ucundaki son peynir dilimi az önce sönen sokak lambasına doğru uçtu. Şeftali kokusu geldi mutfaktan, karanfilli. Yerden bir toz bulutu yükseldi. Eğilmiş balkon demirleri görünmez oldu. Arka odadan kırılan şişelerin sesi geldi, içi cız etti. Ev yavaşça kaydı, oturdu, yeniden kaydı, bir daha oturdu. Sabaha dek kayıp kayıp oturdu…
Kapağı yamulmuş buzdolabının içinde sebzelerin arasına sıkışmış bir şişe rakı duruyordu. Adam yanındakine eliyle dur işareti yaptı. Az ileride bir ses duymuştu.
– Hele bekleyelim, karıştırma ortalığı, hava iyicene kararsın. Şu zıkkımı da bırak aldığın yere çarpılacaz senin yüzünden…
– Neyi bekleycem, sahibisi mi kalmış sanki? Hem cebindeki yüksüklerden çarpılmıycan da, şişeden mi çarpılcan? Sahi, nasıl kalmış lan bu şişe burda kırılmadan. Allahın işi işte.