Bahçıvan ve Ölüm / Georgi Gospodinov

Georgi Gospodinov’un orijinali 2024’te çıkan Bahçıvan ve Ölüm romanı Metis Yayınları tarafından Eylül 2025’te yayımlanmış. Ben kitabın Ekim 2025’teki beşinci baskısını okudum ki bu da romanın bir ayda çok iyi bir satış grafiği yakaladığını gösteriyor.

Bulgarcadan Türkçeye Hasine Şen Karadeniz tarafından çevrilip Özde Duygu Gürkan tarafından yayıma hazırlanan romanın kapağında Lyuba Haleva’nın tablosu kullanılmış. Yayın yönetmeni olarak Müge Gürsoy Sökmen yer alıyor.

Georgi Gospodinov’un Bahçıvan ve Ölüm’ü roman olarak geçse de tür olarak anı demek daha doğru olabilir. Yazar, bir yandan 2023’ün son günlerinde kaybettiği babasının yasını tutarken diğer yandan aile yaşamlarını, baba-oğul ilişkilerini bize aktarıyor. Gospodinov’un babası pek çok açıdan “tipik” bir baba tanımına uyuyor. Yazara göre babası sosyalizm altında büyümüş geleneksel babalara benziyor ancak, ince mizah duygusu ve içten gelen muhalif tarafıyla kendine özgü, biraz muzip bir baba. Yaşama sevinci, bahçesinde yetiştirdiği çiçeklere yansıyan, sevgisini dolaylı yoldan gösterebilen, yaşadığı zorluklardan söz etmeyi gereksiz bulan, hastalığının en ileri evresinde bile “korkacak bir şey yok” diyerek çevresine yük olmak istemeyen biri.

Gospodinov’un anıları diğer romanlarında olduğu gibi bizi Demir Perde arkasındaki Bulgaristan’a götürüyor. Arka planda, ev sahibi olmak için yıllarca sıra beklenen, ulusal kurtuluş günlerinin görkemli törenlerle kutlandığı Bulgaristan silueti yer alıyor.

Kitap hem biyolojik olarak hem de felsefi açıdan “babanın ölümü”nü mercek altına alıyor. Bazen oğlu Gospodinov’un, bazen bir doktorun, bazen de kendisinin gözünden ölüme tanıklık ediyoruz. Roman oldukça duygusal bir dille kaleme alınmış, soluksuz okunuyor.

Mizah
Georgi Gospodinov, Bahçıvan ve Ölüm’de babasının mizah yüklü anılarına çokça yer vermiş: Başarısızlıkla sonuçlanan soğan yetiştirme girişimi, ulusal günlerdeki biber közleme ritüeli, mahallenin çamaşırları en güzel asan erkeği olarak öne çıkması, ayıların olduğu bir bölgede elinde mutfak bıçağıyla çadırın dışında yatması ya da ölüm döşeğinde yatarken aynayı isteyip “Eh, yine de Zorafskilerin İvan’ından daha yakışıklıyım.” demesi…

Romanın en çarpıcı bölümlerini yazarın çocukluk yıllarına ilişkin anılarıyla bu anıların ardına gizlenmiş ince mizah anlayışı oluşturuyor. Bizse şimdilik diğer tarafa, “ölüm”e geçelim.

Ölüm Korkusu ve Yalnızlık
Ölümden söz ederken aslında neden söz ederiz? Aramızdan ayrılan kişiden mi, yoksa kendimizden mi?
Bahçıvan ve Ölüm’ün üstünde koyu bir bulut gibi, ölüm korkusu duruyor. Yazar babasının ölümü üzerine bir kitap yazmış olsa da arka planda yazarın kendi de dahil olmak üzere “insan”ın ölümünden duyulan genel bir korku var:

Çocukken gece yarısı kalkıp annemin nefes alıp almadığını kontrol ederdim, diyor bir arkadaşım. Bir çocuğun, tek başına kaldığında, onlarsız yaşayamayacağı kişiler için duyduğu doğal endişe. Onlar için midir, yoksa çocuğun daha çok kendisi için duyduğu bir korku mudur?

Yazar sorusunu birkaç satır sonra kendisi yanıtlıyor:

Benim ilk korkum da buydu, tekrarlanan ilk kâbusum, ilk yazma nedenim. Peşimi bırakmayan rüya basit ve kan dondurucuydu. Babam, annem ve kardeşim köy kuyusunun dibindeler ve oradan hiç çıkmayacaklar. Ben dışardayım, güvendeyim ama yalnızım. Korkumun çifte kökü ya da çifte korkumun kökü burada. Hem onlar için korkuyorum hem de, kulağa ne kadar tuhaf gelse de, kendim için, beni terk etmişler çünkü.

Ressam Zafer Gençaydın insanın üç korkusundan söz eder: Ölüm korkusu, yok olma korkusu ve yalnız kalma korkusu.

Gençaydın’a göre insanların mumyalanmasının ya da öldükten sonra ikinci bir yaşama inanmanın arkasında ölümü kabullenememek vardır. Ölümü kabullenemeyen insan, öldükten sonra var olabilmek için bir iz bırakmak ister. Gençaydın, ölüm korkusunun yaratma güdüsünün itici güçlerinden biri olduğunu, bu yüzden insanın yaşamı boyunca iz bırakma ihtiyacı duyduğunu söyler.

Bu korkunun hemen yanında da yalnızlık korkusu var:
Onsuz ilk Noel. Sofra ölüler için bırakıldığından, usule göre masayı toplamadan bıraktık.
On ikiyi beş geçe sesini duymadığım ilk yılbaşı. Uçuş öncesi bana iyi yolculuklar dilemediği ilk yolculuk.
Ondan telefon gelmeyen ilk doğum günüm.

Yalnızlığın verdiği acıyı tarif etmek için Adnan Binyazar’ın Şairin Kedisi öyküsünü aktarır Gençaydın. Eşini ve oğlunu art arda yitiren Cahit Külebi şöyle der Binyazar’ın öyküsünde: “Adnan, Adnan, yokluklarını bile alıp gittiler.”

Bu cümleyi yazan biri için acaba ölüm mü yoksa yalnız kalmak mı daha zor?

Ölüm Sözcüğünden Kaçınma
Romandaki ince bir ayrıntı dikkatimi çekti. Yazar kardeşiyle konuşurken ölüm sözcüğünü kullanamadıklarını anlatıyor:

O kelimeden hâlâ kaçınıyoruz. Kardeşimle her gün telefonla görüşüyoruz. Yıllardır bu kadar sık konuşmamışızdır. Ne yapacağımızı düşünmeliyiz, şey olduğunda… Hangi kurum aranmalı… Şeyi… onaylamak için kim geliyor… Sonrasında, şeyden sonra ne oluyor…

Babamı kaybettikten birkaç hafta sonra annemle telefonda konuşuyordum. Annem az önce telefon geldiğini ancak karşı tarafa bir türlü derdini anlatamadığını söyledi. Arayan babamın eski bir okul arkadaşıymış, kulakları da ağır işitiyormuş. Annem, babam için “kaybettik”, “gitti” dedikçe karşı taraf “Anlamadım.”, “Nereye gitti?”, “Ne zaman gelir?” diye soruyormuş. Annem “Daha gelmez” diye anlatmaya çalıştıkça karşı taraf anlamıyor, “Peki ben sonra ararım, konuşurum kendisiyle” diyormuş.

Annemin sözünü bölüp “Anne, on beş dakika boyunca “kaybettik” ya da “gitti” diyeceğine neden “öldü” demedin?” diye sordum. Duraksadı, “O sözcüğü kullanmak istemedim” dedi. Bu kaçınma sanırım ölümü kabullenmemekle ilgili.

Doktorlar
Georgi Gospodinov, hastalık dönemini aşırı duygusallaştırılmış bir üslupla anlatırken zaman zaman doktorlara da sitem ediyor:

Sonunda bize önerilen doktorla görüşmek için içeriye girdim, sonuçlara bir göz attı ve reddetti. Bakın siz zeki bir insansınız, ona eziyet etmenin hiçbir anlamı yok, bu son. Akşam dükkânları kapatırken indirilen şu demir kepenklerin çarpması gibiydi. Anlamı yok… güm, bu son… güm, güm.”

Gospodinov “Bir insana çabalamanın hiçbir anlamının kalmadığını ve her şeyin bittiğini söylemek insani değil.” diyor. Romanın başka bölümlerinde de doktorların duygusuz, ruhsuz, sözleriyle ilgili eleştirilerde bulunuyor Gospodinov.

Sanırım Gospodinov ölümün metaforlarla süslendiği ucu açık bir destan yazmasını bekliyor doktorlardan. Elbette edebiyat söz konusu olduğunda böyle bir tercih yapılabilir ancak bir yazarın üstünde hoş duran “muğlaklaştırma” ya da belirsizlik yaratma yeteneği, doktorların etik olarak yapmamaları gereken şeyler listesinin başında yer alıyor.

İki yüz sayfalık bir roman ile tek sayfalık bir epikriz raporunu kıyasladığınızda hemen fark edersiniz. Gözle görülmeyen hiçbir şey yoktur epikriz raporunda. İfadeler ruhsuzdur ancak kimse de duygusal bir beklentiyle okumaz bunları. Hastalık sürecindeki gelişmeleri okuyanlar Genç Werther’in Acıları benzeri bir üslup beklemezler rapordan.

Gospodinov babasının son günlerini anlatırken “Pencereyi açıyorum, ona küllük olarak minik bir tabak getiriyorum ve sigarayı kendim yakmak için ısrar ediyorum. Onu parmaklarının arasına alıyor, tam üç nefes çekip söndürüyor. Daha önceden kaleme alınmış bir sahneyi tekrar ettiğini hatırlamıyor muhtemelen. Tanıdığım en zarif sigara içen kişi olmaya devam ediyor. Sigara içmeyi 50’li ve 60’lı yılların filmlerinden öğrenen kişilerdendi. Böyle bir şey unutulmaz. Sigara içmek aslında zarif bir olay. Sanırım kendim de bu jeste hâkim olmak için sigaraya başladım…

Uzun uzun sigara içmenin zarafetini dinleyen bir doktor, muhtemelen sözü uzatmadan “İçerse ölür” diyecektir. Çünkü söz uzadığı zaman berraklık dağılıp gerçeklik duygusu yitebilir.

Hüseyin Rahmi sigaraya nasıl başladığını anlatırken şöyle der: “Annem, babam ellerindeki sigarayı devamlı fosurdatarak bana bu menhusun (uğursuz) zararlarını anlatırlar.” Hastalıklar sonrasında sigarayı bırakma dönemini anlatırken doktorun net tavrını özellikle vurgular. Doktor, Hüseyin Rahmi’nin zamana yayma, azar azar bırakma, günde bir tanecik içme önerilerinin hepsini kesin bir dille reddetmiştir. Hüseyin Rahmi uzun bir mücadele sonunda sigarayı bırakır. Yazının sonunda Hüseyin Rahmi’nin doktora duyduğu minneti hissederiz.

Ölümle İç İçe Geçen Kurgu
Kitapta beni rahatsız eden bir şey var.

Galiba altımı ıslattım” diye başlıyor roman. Daha sonra epikriz raporundan hastalığın en ince ayrıntısına kadar bilgi sahibi oluyoruz.

Romanda anlatılan baba iki metre boyunda, başına gelen felaketlere “Korkacak bir şey yok” diyerek yanıt veren, bir kolu kopsa öteki bende kaldı diyerek yoluna devam edecek biri. Hastaneden beyaz ceket, beyaz pantolonla çıkıp köyde kendisini yarı ölü bekleyenleri şaşırtmak istemesinin gerisinde hastalığı kendine yakıştıramaması var. Acaba Gospodinov’un babası romanda bu şekilde yer almak ister miydi?

Boğazından fışkıran kan minik bir fıskiye gibi pijamalarının ve çarşafın üzerine sıçradı” gibi bir cümle onu rahatsız etmez miydi?

Babamı, omzumun arkasından boynunu uzatırken hayal ediyorum, yazdıklarımı okuyor ve bana fırça çekiyor. Bunlarla uğraşma, diğer kitaplarını yaz. Ha evet, buradaki de tam anlattığın gibi değil. O trafik polisi komşu köyden değil, iki köy ötedendi.

Georgi Gospodinov, babasının bu kitabı okumasını böyle hayal etmiş ancak pek gerçekçi değil. Babası bu kitaptaki çaresiz insan durumuna düşmeyi isteyecek birisi değil, sert bir itiraz göstermesi daha uygun olurdu. Ölüm döşeğindeki babasının göz kırpmasına kadar her hareketini not eden bir yazarın bunu görememiş olması tuhaf.

İkinci bir sorun da yazarın ölüm döşeğindeki babasının yanında bilgi toplamaya çalışması:

Defterimi açıyorum ve söyleyin şimdi, diyorum, yazdığım bir şey için yardıma ihtiyacım var – çocukken neler oynardınız?

Babam: çelikçomak, istop, uzun eşek, beştaş, körebe, saklambaç…

Başka bir not:

O son günlerin her dakikasında onunla birlikteydim, bir şey uydurabilir ya da iniltilerle anlam çıkarabileceğim bir şey görebilirdim. Ama son sözleri yoktu.

Gospodinov, ölüm döşeğindeki babasının her davranışını, hastaşıktaki her aşamayı ayrıntılarıyla not ediyor, babası öldükten dört buçuk ay sonra da romanı tamamlıyor. Babası “Aziz Georgi Günü’ne kadar yaşayabilsem…” dediği için 6 Mayıs Aziz Georgi Günü romanı bitirmiş oluyor.

Kurgunun bu kadar hayatın içine girmesi beni rahatsız etti açıkçası. Elbette bir yazarın ana malzemesi kendi yaşamı, yakınları, arkadaşlarıdır ancak bunlar yaşandıktan sonra süzülür, zamanın imbiğinde damıtılır, öyle girer romana. Gospodinov babasının ölümünü yazmak için biraz acele etmiş, ölümle kurgu iç içe girmiş gibi görünüyor.

Ölüm mü Vefat mı?
Hasine Şen Karadeniz’in Türkçesi çok güzel. Romanda, bir sözcük dışında beni rahatsız eden hiçbir şey olmadı: Kitapta “ölüm” ile “vefat” sözcükleri karışık kullanılmış. Vefat, ölümün Arapçası, ölümden farklı bir çağrışıma sahip değil, ölümden öte bir anlamı da yok. Ne yazık ki ana konusu “ölüm olan bir kitaptaki en önemli sözcüğü böyle rastgele kullanmak okuma zevkini azaltmak dışında bir işe yaramıyor. “Ölüm” sözcüğü “vefat” sözcüğüne göre çok daha geniş bir çağrışım dünyasına sahip. Ölümlü, ölümcül, ölümsüz gibi sözcüklerle büyüyen bir anlam zenginliği var. “Ölürken” dediğinizde ölüm döşeğinde can vermek üzere olan bir insan gelir akla, “vefat ederken” derseniz olmaz. Ölüm, doğaya dönüşün başlangıcıdır. Yalnızca insanlar değil çiçekler de hayvanlar da ölür. Yalnızca aşıklar değil aşklar da ölür. Dostluklar ölür. İnsanın yaşama, yazarın yazma isteği ölür. Bunların hiçbiri vefat etmez. Bir kişi kendini öldürebilir ancak kendini vefat ettiremez. Siz “ölüm” yerine “vefat” sözcüğünü kullandığınızda bütün bu çağrışımlardan, söz oyunlarından vazgeçmiş oluyorsunuz. “Ölenle ölünmez”, “ölür müsün, öldürür müsün?”, “ölme eşeğim ölme”, “ölmek var, dönmek yok” gibi nice sözlerimiz var ki hiçbirinde “ölüm”ün yerine “vefat sözcüğünü kullanamazsınız. Siz hiç içinde “vefat” sözcüğü geçen bir ağıt ya da türkü duydunuz mu? Çünkü bizim topraklarımızda “Ölüm Allah’ın emri”dir.

Yayınevi: “Çeviride iki küçük değişiklik yapılmıştır.”
Kitabın 159. Sayfasında W.H.Austen’ın “W.B.Yeats’in Anısına” adlı şiiri yer alıyor. Şiiri Cevat Çapan çevirmiş. Altta yayınevine ait notta “Çeviride iki küçük değişiklik yapılmıştır.” yazıyor.

Orijinali:

Başkaldırıyordu gövdesinin her ili,
Usunun alanları bomboştu

Yayınevi değişikliği sonrasında:

Başkaldırıyordu gövdesinin tüm illeri,
Usunun meydanları bomboştu

Umarım bu gereksiz değişiklikleri yapmadan önce Cevat Çapan’dan izin almışlardır.

Son Söz
Bahçıvan ve Ölüm çok güzel bir roman. Georgi Gospodinov, bahçıvan olan babasının yaşamından karelerle, onun ölüme giden yolculuğunu bize aktarıyor. Yer yer melankoliye varan bir duygu yoğunluğu yaşatsa da kitabın genelindeki hüzün, mizahla harmanlanmış. Bir sayfada gözyaşlarınızı tutamazken hemen ardından kahkaha atabileceğiniz ilginç bir akışa sahip.

Gospodinov, babasının son anlarını büyük bir açıklıkla bize aktarıyor: Hastalıklar, ilaçlar, epikriz raporları, tedavi aşamaları, fışkıran kan, ölüm. Eğer romanı yazan bir doktor olsaydı muhtemelen bu kadar çok bilgiye sahip olamazdık. Bir doktor, ölmüş de olsa hasta mahremiyeti gereği bu bilgileri saklardı.

— 0 —

Kitaptaki Yazım Hataları ve Anlatım Bozuklukları

  • Bunun doğru kelime olup olmadığını bilmiyorum ama ona karşı saygı kesinlikle vardı.-Sayfa 43: Ne dediği anlaşılıyor ancak “… ona karşı saygı kesinlikle vardı.” güzel değil.
  • Ona sonucu ancak bu zaman söyledim ama o sanki biliyor gibiydi.- Sayfa 45: “Sanki” ile “gibi” aynı anlamı taşıdığından “sanki” dedikten sonra “gibi”ye gerek yok.
  • “… dozu iki katına çıkartıyoruz.”-Sayfa 58: İlacı kendimiz verdiğimiz için “çıkartıyoruz” yerine “çıkarıyoruz” olmalı.
  • “O son günlerin her dakikasında onunla birlikteydim.”-Sayfa 72: “Birlikte” ve “ile” aynı anlama geldiği için “onunla birlikteydim” yerine “onunlaydım” olsa daha iyi.
Burak Kaya hakkında 165 makale
Müzisyen, yazar.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.