
A.Hares Yalçi’nin İletişim Yayınları’ndan çıkan ilk kitabı Babil Değirmenleri ve Öteki Rüyalar on iki öyküden oluşuyor. Editör olarak Emre Bayın, kapak ve kapak illüstrasyonunda Seda Mit, uygulamada Hüsnü Abbas, düzeltideyse Berfi İnan yer alıyor.
Kitabın başında yazarla ilgili kısa bir paragraf var: “A. Hares Yalçi 1985 yılında Diyarbakır’da doğdu. Çeşitli dergilerde öyküleri yayımlandı. Akademisyen. Evli ve kız babası.”
Hares Yalçi’nin ilk kitabı olan Babil Değirmenleri ve Öteki Rüyalar postmodern bir anlayışla kaleme alınmış. Kitabın kapağında sis altında kaybolmak üzere, grinin farklı tonlarına bürünmüş belli belirsiz evleri görüyoruz ki bu tasarım kitaptaki havayı çok güzel yansıtıyor.
Hares Yalçi’nin kalemi, güçlü gözlem yeteneğinden besleniyor. Yazar insan davranışlarındaki ince ayrıntıları, çelişkileri yakalıyor. Söz oyunları ile okurun karşısında farklı katmanlar yaratırken okura da oldukça fazla alan bırakıyor. Okur, yazarın yarattığı sisli havada hem kendi yolunu arıyor hem de öykünün izini sürüyor.
Babil Değirmenleri ve Öteki Rüyalar belirsizliğin, yalnızlığın, sessizliğin öykülerinden oluşuyor.
İlk öykü olan Sessizlerin Ali’sinde öykünün anlatıcısı köye geldiği ilk gün oturacağı eve götürülüşünü şöyle anlatıyor: “Oturacağım evin yalnızlığına, köyün geri kalanından kovulmuşluğuna bir anlam veremeden içeri girdim, odaları dolaştım. Mutfakta ve dış kapının hemen girişinde bulunan birkaç tahta parçasından başka bir şey yoktu evde. Camların biri kırıktı, duvarlardaki boya da solmuş gibiydi. Dökülmemiş, olduğu yerde solmuştu sanki.”
Kitabın kapağındaki puslu hava öykülere, öykü aralarına, sözcüklere sızmış. Bir öykü nerede bitiyor, sonraki nerede başlıyor anlamak güç. Yazar sanki bilinmezliğin, sisin, pusun peşine düşmüş. Sisli havada nasıl insanları seçemezsek Hares Yalçi’nin öykülerinde de karakterleri net olarak seçemiyoruz. İnsanlar satır aralarında belli belirsiz dolaşıyorlar. Mekanlar da öyle. Sisin altında ancak siluetler halinde seçilebiliyorlar.
Yazar gerçeklikten uzaklaşmak ister gibi insan yüzlerinin birbirinden ayırt edilemeyeceği kadar uzaktan bakıyor metne. Yalçi’nin metni bu sisin altına kimlikleri de sokuyor:
“Her seslendiğimde farklı biri geliyor ama hepsinin ismi Ayşe. Hangisine sen kimsin diye sorsam, Ayşe diyor. Herkes Ayşe. Sen de Ayşe değilsin umarım. Oysa tanıyorum Ayşe’yi. Gerçek Ayşe’yi.”
Elbette sisin neden olduğu belirsizlik okura bir alan açıyor. Okur, görüp de tam olarak seçemediğini kendi hayal gücüyle tamamlamak zorunda. Ancak aynı “sis” kimliklerin “tek”leşmesinden de öte bir sonuç yaratıyor metinde. Perspektifi yok ediyor. Öyküyü oluşturan öğelerin önem sıralaması ortadan kalkıyor. Ayrıntılar öne çıkıyor, söz oyunları gerçekliği arka plana itiyor. Georg Lukacs “Perspektif sanat eserinin yönünü ve özünü belirler: Anlatımın değişik düşünce dizilerini sıraya kor; sanatçının önemliyle önemsiz, can alıcı ile geçici öğeler arasında bir seçim yapmasını sağlar.” diyor. Oysa bilinç akışı çoğu zaman bir alışveriş listesi gibi perspektiften, sıralamadan yoksun. Perspektif olmadığında, okura bırakılan geniş alan, iki farklı okurun birbirine taban tabana zıt iki farklı öykü ortaya çıkarmasını doğurabilir. Daha da önemlisi perspektifin okura bırakılması, yazarın belirleyici özelliğini yitirmesine yol açabilir.
Sis basmadan önceki manzarada, ağaç bir ormanın parçası olarak hem ormanı hem de kendisini temsil ediyorken sis sonrasında ağaç yalnızlaşır. Sis ağacı ormandan soyutlayarak, tek başına bırakır. Lukacs “İnsan, zoon politikon’dur, yani toplumsal bir hayvandır. Aristoteles’in bu yargısı bütün büyük gerçekçi edebiyat için geçerlidir. Akhilleus ile Werther, Oidipus ile Tom Jones, Antigone ile Anna Karenina: Bunların her birinin bireysel varoluşu toplumsal ve tarihsel çevrelerinden ayırt edilemez. Bu kişilerin insan olarak anlamları, kendilerinin özgül bireysellikleri, içinde yaratılmış oldukları ortamdan ayrılamaz.” diyor. Oysa postmodern metinler insanı içinde yaşadığı toplumdan soyutlayarak kendine özgü tuhaf bir yaratık olarak ele alıyor. İnsan önce yalnızlaşıyor, sonra yaşadığı topluma yabancılaşıyor. Lukacs bu noktada sözü Kafka’ya getirerek “Kafka’da betimleme ayrıntılarının olağanüstü bir gerçeğe yakınlığı ve sahiciliği vardır. Oysa Kafka’nın sanattaki asıl ustalığı nesnel gerçekliğin yerine tedirginlik dolu dünya görüşünü koymakta kendini gösterir. Gerçekçi ayrıntı, görevi tedirginlik yaratmak olan hortlaksı gerçekdışı bir karabasan dünyasını anlatır.” diyor. Artık bir yazarın ustalığı hastalıklı ruh hallerinin, isteri nöbetlerinin, kabusların ince ayrıntılarını tanımlamaktaki becerisiylw ölçülür. Lukacs modern yazarın içine kapıldığı “boğuntu” hissinin en sonunda sosyalizm karşıtı bir düşünceye dönüşeceğini savunur. Burada en azından şu söylenilebilir ki, bireyi yaşadığı toplumdan soyutlayarak yabancılaştırmak onun siyasal bir varlık olma olasılığını ortadan kaldırır. Toplumdan yalıtılmış insanın tepkileri de kendine özgüdür, bireyseldir. Bu bireysel tepkiler veya isteri nöbetleri siyasi iktidarlar açısından bir tehlike olarak görülmez.
Buraya gelmişken, şunu belirtmek gerek ki Hares Yalçi’nin öyküleri muhalif bir ses barındırıyor. Sessizlerin Ali’sinin gözlerine yansıyan linç görüntüsünden duyulan utanç ya da Babil Değirmenleri’nde önce kurutulup sonra un haline getirilen cesetler Yalçi’nin düşüncesi hakkında ipuçları içeriyor ancak bu ses postmodern yazın geleneğine uygun biçimde ne yazık ki sisin içinde yitip gidiyor. Bu yitişi Sis Aydınları adlı öyküde Yalçi’nin kendi kaleminden okuyalım:
“Adam yaklaştıkça büyüyen uğultunun tek bir kişiden nasıl yayılabileceğini hesaplamaya çalışıyordum. Fakat kısa bir süre içinde yanıldığımı fark ettim, arkasında büyük bir kalabalıkla yaklaşıyordu.
Ellerinde acemice hazırlanmış dövizlerle okuyamadığım sloganlar yazılıydı. Önce sisten dolayı okuyamadığımı düşündüm ama bildiğim hiçbir alfabeye benzemeyen harfler kullandıklarını anladım. Öfkeyle nefes alıp verdikleri onca mesafeden anlaşılıyordu.”
Yalçi’nin protestocuları istedikleri kadar öfkeli olsunlar bir protesto gösterisindeki en temel gereksinimden yoksunlar: Halkın bildiği alfabeyi kullanmıyorlar. Protestocuların ellerindeki dövizlerde “Kahrolsun Faşizm” yazmaması edebi bir tercih olabilir. Muhtemelen yazar bu kadarlık bir bilgiyi yeterli görüp gerisini okura bırakmayı tercih etmiştir. Ancak bu tercih herkes için farklı bir siyasi sonuç doğuruyor. Yazar topu okura atıyor. Okur bu protesto gösterisinin iktidar karşıtı öfke dolu bir eylem olduğunu seziyor ancak bir perspektiften yoksun olduğundan bunu metindeki diğer simgelerle birlikte bir önem sırasına koymaksızın “tüketiyor”. İktidar tarafındansa muhtemelen aynı metin, kendi çizdiği sınırları aşmayan, bir entelektüelin kişisel isyanı olarak yorumlanıyor.
Yalçi’nin Ayşe’si otoriter bir yönetimin altında insanların birbirine benzemesinden öte kapitalist ekonominin bir meta haline getirdiği tek tip insanı çağrıştırıyor. Birey olarak ayrı ayrı insanlardan söz edemiyoruz artık. Toplum dediğimiz ise artık “meta” halini almış renksiz bir kalabalık. Aslında renksiz demek de doğru değil: Gri. Yazar griyi renksizliğin, sessizliğin, boşluğun rengi olarak görüyor. Öykülerde yalnızca nesneler değil duygular da gri. Zaten sisin rengi nedir diye düşünürsek, herhalde o da gridir.
Kitap “Uzaktan bakınca hiçbir rengi yoktu.” diye başlıyor ancak sayfalar ilerledikçe renksizlik griye dönüşüyor:
- “Değirmen taşları kemiklerine temas eder etmez dağıldı ve ondan geriye bir avuç gri un kaldı.”
- “Şu an damların üzerinden köyü terk ederek uzaklaşan güneş, grileşen evlerin dağınıklığını görüyordur yukarıdan.”
- “Yağmurla dolu bulutların siyaha yakın o griliği arasında, masmavi bir boşluk duruyordu.”
- “Ancak yüzünde akşamın yorgun grisi çabucak geceye karışmaya başladı.”
- “Lütuf için günaha, hatırlanmak için gri bir isyana bırakıyorsun.”
Yalçi, öykülerinde “metinlerarasılık”tan da yararlanıyor. Kitapta benim rastladığım alıntılar/göndermelerden bazıları:
- “Mekân görünmez bir saatin tik takları gibi yavaş yavaş değişiyor, zaman ise asırlardır sabit duran bir zemine oturmuştu.” (‘Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır…’ -Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü)
- “Subay çıkan Giovanni Drogo, ilk atandığı yer olan Bastiani Kalesi’ne gitmek üzere…” (Dino Buzzati, Tatar Çölü)
- Kaf (Arap alfabesinin 21. Harfi, Kâf Suresi, Kaf Dağı, Kafka’nın ilk hecesi)
- Bengü Dönüş (Böyle Buyurdu Zerdüşt – F.Nietzsche)
- Babil Tımarhanesi (Babil Kütüphanesi – Jorge Luis Borges)
- “Ne var ki Allah dillerini karıştırır ve onları bütün dünyaya dağıtır…” (Tekvîn)
- L’absente (Yann Tiersen mi acaba?)
Kitaptaki her gönderme okura yeni bir alan açıyor.
A.Hares Yalçi’nin şiirsel bir dili var: “… yaşamış olmayacağım gibi bir kaygım var sen okumayınca.” Yalnızca şu aşağıdaki satırlar bile karşımızda usta bir yazar olduğunu gösteriyor:
“Ayaktasın. Sobaya dokunuyorsun. Ne zaman yakarsın bir daha? Kasım belki. Portakallar için beklemelisin. Kabuklarının sobada bıraktığı koyu izler leke gibi. Odan da öyle, sen de öylesin. Biliyorsun. Tam da bu yüzden, tüm odayı içinde sen varken, iki avucumun arasına alıp sıkmak, sıkmak, senden boşaltmak istiyorum;
ve suyunu bahçeye akıtmak
ileride duran iğdeye
bahçenin kendisini astığı yere.
Hares Yalçi, söz oyunlarından, imgelerden yararlanıyor ancak metni bunlarla boğmuyor: “Leyla çıkıp geldi yine. Takıp takıştırmış tüm gülüşlerini. Bir kuş girmişti odama…” veya “İçimi kamaştıran arzuya dokunamadığı için elleri beyaz. Sonsuzluk, gözlerinde bir çift ata koşulmuş, bir ışık lekesi gibi duruyor.”
Postmodern metinler, mutluluk yaratacak derin etki yerine ilgi çeken cümlelere, -bazen yorucu olan- yinelemelere, imgelerle süslenmiş söz oyunlarına başvuruyor. Yalçi’nin söz oyunları, okurken zevk veriyor ancak bu zevkin kalıcı olduğunu söylemek güç. Bu söz oyunları okuduğumuz anda bizi etkisi altına alıyor ancak hemen ardından ne okuduğumuzu anımsamak için bir yardımcıya gereksinim duyuyoruz. Söz oyunlarının -bir sarmaşığın kollarına benzer- bellekte tutunabileceği kolları yok. Tarihsel bir boyuta sahip değiller. İmgeler, su üstünde birbirinden bağımsız metaforlar gibi yüzerken bir anda karşımıza çıkıp yitiveriyorlar. Bu bir anlık zevki tadıyor ancak hemen ardından ne olduğunu anımsamakta zorlanıyoruz. Metin, yaşadığımız hazzı içine oturtabileceğimiz ya da en azından tarif edebileceğimiz bir bağlamdan yoksun.
Moritz Geiger sanat yapıtlarının iki ayrı etkisinden söz eder: Sanatın derin etkisi ile yüzeysel etkisi. Geiger’e göre bir Mozart rondosu veya Rembrandt portresi “ben”in derinliklerine dokunur. Müzikli bir sahne oyunu ise eğlendirir: “Duygusal bir halk oyununun dokunaklılığı, “ben”e ancak yüzeyden dokunur. Heyecanlı bir oyunun sürükleyiciliğinden alınan tat, bir serüven romanındaki yüzeysel gerginlik, daima “ben”in dış yüzünün etkilenmesinden doğan bir zevktir ve sanat tutkunluğundaki derin etkiden çok uzaktır.”
Geiger, yüzeysel etkiyi “bayağı” bulmaz, her iki etkinin de özünde sanatsal olduğunu vurgular. Ancak yüzeysel etki, yemek yerken alınan haz gibidir. Derin etki ise mutluluğa denktir: “Aranan “ben”in sarsılmasıdır; bizi mutlu kılan bir sarsıntıdır. Amaç zevk değil, mutluluktur. Mutluluk verir sanatın derin etkisi, zevk değil.”
Fredric Jameson, Postmodernizm adlı kitabında “parodi” ile “pastiş” kavramları arasındaki farkı şöyle tanımlar: “… parodi kendisini işlevsiz bulur; o yaşamıştır ve pastiş denen o garip yeni şey yavaşça onun yerini almaya gelmektedir. Pastiş de parodi gibi, özgün ya da eşsiz, kendine has bir biçemin taklit edilmesi, dilbilimsel bir maskenin giyilmesi, ölü bir dilde konuşmadır. Ancak pastiş böylesi bir taklidin, parodinin art niyetlerini içermeyen, hiciv dürtüsünün budandığı, gülmeden ve geçici olarak ödünç aldığınız anormal dilin yanı sıra sağlıklı bir dilbilimsel normalliğin hâlâ var olduğuna dair bir iknadan yoksun olan nötr bir pratiğidir. Dolayısıyla pastiş boş parodi, kör göz küreleri olan bir heykeldir.”
Yalçi’nin öyküleri için “hiciv dürtüsünden arındırılmış” demek haksızlık olur ancak yazarın bir siluet halindeki eleştirileri belirsizlik, bilinmezlik girdabında yitip gidiyor. Kitabı kuşatan sis bulutunun ardında yazarın niyetini sezebiliyoruz ancak bundan fazlası okurun hayal gücüne kalıyor.
A.Hares Yalçi kalemi güçlü bir yazar. Yıllar içinde yeni kitaplar yazacağından, bu kitaplarıyla ödüller alacağından kuşkum yok. Ancak sonraki kitaplarını okur muyum emin değilim. Oysa, iyi yazarlarımızın dipsiz bir kuyuya dalıp, o kuyunun karanlığını bütün incelikleriyle kitaplarına taşımaları, okurların da bu kuyunun içinde kendi siluetlerini görüp çetrefil metinler aracılığıyla kendilerine işkence etmeleri eskiden bana tuhaf bir haz verirdi.
— 0 —
Kitaptaki Yazım Hataları ve Anlatım Bozuklukları
- “Çeşitli dergilerde öyküleri yayınlamdı.”-Sayfa 2: “Yayımlandı” olacak.
- “Adımlarını lanet olduğuna inandığı karın içinden tam çıkaramadan yol alıyordu.”-Sayfa 18: “Lanet” yerine “lanetli” daha iyi değil mi?
- “Annesi birazdan tarağı bırakacak olmuş olsaydı, şu aşağıdan akacak olan derenin başına inecekti.”-Sayfa 25: Elbette anlatılmak istenen anlaşılıyor ancak bu kadar çok sözcüğe gerek yok. “Bırakacak olmuş olsaydı” yerine “bıraksaydı”, “akacak olan” yerine “akacak” yeterli değil mi? Ayrıca “birazdan” zarfı ile “olsaydı” fiili arasında bir uyumsuzluk var. “Birazdan” kesinlik belirtirken “olsaydı” bir olasılığa işaret ediyor. “Birazdan gelseydi” yerine “biraz sonra gelseydi” kulağa daha iyi geliyor.
- “Duyduğumuz kadarıyla tabi.”-Sayfa 29: “Tabi” yerine “tabii” olmalı.
- “Odadaki eşyaları odada yüzer halde olurdu.”-Sayfa 41: “Yüzer halde olurdu” yerine “yüzerdi” daha güzel değil mi?
- “Şu an damların üzerinden köyü terk ederek uzaklaşan güneş, grileşen evlerin dağınıklığını görüyordur yukardan.”- Sayfa 60: “Yukardan” değil “yukarıdan” olmalı.
- “… sürekli ağlıyordu tabi.”-Sayfa 67: “Tabii” olmalı.
- “Nasıl yutsun ufacık bebek? Boğulmuş tabi.”-Sayfa 68: “Tabi” yerine “tabii” olmalı.
- “Beri hiç cevap vermeden koştar adım evden çıktı.”-Sayfa 75: “Koşar adım” olmalı.
- “Ona doğru yanılsamak arzusu her yanımı kapladı.”-Sayfa 85: “Yanılsama”, yanlış algılama, duyu yanılması anlamına gelen bir isim. “Yanılsamak” olarak bir fiil gibi kullanılması doğru değil. “Ona doğru yanılsamak arzusu” yerine “Ona yanılmak arzusu” şeklinde kullanılabilirmiş ancak bu hali de “sanatsever” okurları memnun eder mi emin değilim.
- “Her dolanışın onları biraz daha var kılıyor.”-Sayfa 96: “Var kılıyor” yerine “var ediyor” daha iyi değil mi?
- “… ilerde duran iğdeye,”- Sayfa 98: “İlerde” yerine “ileride” olmalı.

İlk yorum yapan olun