Çaresizlik dert demek… Derdi de aşan yorgunluk, kimsesizlik… Namıdiğer naçarlık… Eli kolu bağlı olmak, dört bir yan çölde, dört bir yanın denizde olmak… Araf’ta kalmak…
“Öf öf” ünlemi de bu naçarlığın dillendirilmesidir. Başka bir şey değil. Bir de türküsü var öf öf’ün: “Öf Öf”
“Öf Öf” bir türkü… Çaresizliğin türküsü…
Genç olup da çaresiz olmak ağırdır. Bir gencin sırtına dağı yükleseniz genç o dağı kaldırır. Kaldırır da ya çaresiz olunca? Bu kez o koca koca dağ, yıkılır üstüne. Yıkılır da altında kalır, bir şey yapamaz. Dereler taşar, boğulur; denize düşer, sarılacak yılanı bile bulmaz. Tuzda kurur. Yeter ki çaresiz kalma. Yeter ki naçarlık belini bükmeye…
Tam da öf öf!..
Namuslu salkım söğüdün altında sevdiğinin mektubunu okur genç adam. Ankara’nın dışında… Küçük, çakıl taşları sayılan bir dere akmaktadır önünde de. Sevdalısı gel, der mektupta. Gelemem, demiştir genç ama sevgili hâlâ “Gel” der.
“Kar yağmış yollara, örtülmüş izler.” der genç adam.
Nasıl gitsin? Nasıl bulsun sevdiğini? Yollar kapalı, yollar harami? İçine dert oturur.
“Bulamam diyorum, sen bul diyorsun.” der genç. Ama sevda bu… Sevdalısı gel, demiştir bir kere. Genç adam, genç yaşında bin yaşında oluverir. Namuslu salkım söğüt, yaprağını döker bu duruma. Çıplak kalır.
Öf öf!..
Bitmedi daha mektup.
“Gel” der sevgili. “Gel.”
Ama der genç:
“Aramıza dağlar, denizler girmiş, kar yağmış yollara, örtülmüş izler.” der.
Deniz nasıl aşılır, dağ nasıl aşılır? Musa değil ki denizi yarsın geçsin, Ferhat değil ki dağları delsin.
“Bulamam diyorum, sen bul diyorsun” diye fısıldar genç.
Onu çimlerde yemlenen turaçlar duyar. Derede kurbağa avlayan yaban kazları duyar. Duyarlar duymasına da turaçlar, uçar gider; yaban kazları göçer gider. Genç tek başına kalır. Her yan, her yan üryan olur.
Ankara… Issız… Ipıssız… Söğüdün altındaki genç; yolların kapanmasına, karların izleri silmesine, dağların ve denizlerin aşılamayacak olmasına rağmen duramaz yerinde. Nasıl her yan Karacaoğlan’a Elif kesilirse gence de Ankara, sevgili kesilir. Birden Musa olası, Ferhat olası tutar. Boğulacaktır sanki bu yerde kalırsa. Duramaz. İçi içini yer. Her yan Elif, her yan sevgili… Tam bir duygu patlaması… Sevgiliye gitmeye kararlı…Tam da öf öf!..
Salkım söğüt yeşerir, turaçlar dönüp yemlenmeye, yaban kazları göçü kesip kurbağa avlanmaya iner tekrar. Ankara bozkırına ilkyaz gelir.
Genç:
“Duramam diyorum.” diye mırıldanır.
Ama sevgili bu kez “Dur” der. “Dur”
“Duramam diyorum, sen dur diyorsun.” diye sitem eder bu kez genç.
Genç adam; bu sitemi, bu mırıldanmayı salkım söğüdün altında dillendirirken Ankara’yı saran bozkır, yeşile küser. Ankara; dirisini, yeşilini kurutup çaresiz hüzne kesilir. Anakara bozkırına güz iner. Bozkır Araf olur. Namuslu söğüt tekrar yaprak döker. Tekrar havalanır turaçlar, yaban kazları.
Öf öf!..
Genç, bağlamasını alır eline. Ama takati yoktur, çalamaz. Sevgili “Çal” der uzaklardan. “Çal”
“Çalamam diyorum, sen çal diyorsun.” diye sitem eder genç.
Yolların bulunamaması da dağların aşılamaması da gidememek de duramamak da bağlamayı çalamamak hep çaresizlikten… O koca koca dağların altında kalmaktan… Dört bir yanın çöl, deniz olmasından… Eli böğründe kalmaktan… Gurbete, para kazanmaya gitmekten. Gidip de para kazanamamaktan… Yoksulluğun zulmünden… Başka bir şeyden değil.
Sevdalıları ayıran dağ değil, deniz değil. Dağları delmeye çalışmak sevdadan değil. Yoksulluktan. Ferhat, sen bunu bilmez misin?
Sevdalı olup da ekmek uğruna gurbete düşenin yüreği ‘’Balta kesmez buz olur.’’, zemheri olur? Yollar, bulunur genç adam; yollar bulunur. Kar izi de yok olur. Kar izi yok olur, yollar bulunur da ya yoksulluk? Genç adam ya yoksulluk? İlkyaz gelir, kar erir; yollar açılır. Açılır da genç adam ya yoksulluk? Yoksulluk yok olur mu? Hele sen bunu de bir genç adam. Sen bundan haber ver genç adam? Ferhat olmak kolay… İş yoksulluğu yok etmekte.
Sen bundan haber genç adam, sen bunu de hele.
Musa’nın asası, denizi yaracağına keşke yoksulluğu yaraydı. Ferhat’ın kazması dağı deleceğine keşke yoksulluğu deleydi.
Genç kalkar, mektubu iç cebine koyar. Sevdiğinin eli değmiştir mektuba. O elin izi bile üşümesin diye sol göğsünün üstündeki cebine kor mektubu. Tam sol memesinin üstüne. Yüreğinin sıcağına… Yangın yerine… Öf öfün çıktığı yere… Cehennem ateşine…
Öf öf!.. Öf öf ki ne öf öf!..
Usta Âşık Ali Kızıltuğ alır bağlamasını. Artık o anlatacaktır çaresizliği. O yakacaktır türküyü. Çaresizliğin türküsünü… Usta, ne eylerse güzel, derse doğru eyler.
Aramıza da girmiş dağlar denizler
Gelemem diyorum öf öff.. sen gel diyorsun
Kar yağmış yollara örtülmüş izler
Bulamam diyorum öf öff.. sen bul diyorsunSanma bu sevgimiz sence yaygara
Ne dertler bıraktın öf öff.. hep sıra sıra
Sen yoksun ya öyle ıssız Ankara
Duramam diyorum öf öff.. sen dur diyorsunKızıltuğ’um da baharımı yazımı
Hangi kalem yazmış öf öff.. benim yazımı
Dert ortağım da olan dertli sazımı
Çalamam diyorum öf öff.. sen çal diyorsun
Amma velakin… Ezcümle… Ha söyle de söyle…