“Kıtlık vardı, doyunca ekmek yiyemezdik. Açlığın kara sarı rengi vurmuştu yüzlerimize. Bakır bir lengere konmuş bulgur pilavını başlardık kaşıklamaya. Ne ki kaşık sayısı, sofradakilerin sayısından azdır. Bu kez aynı kaşığı dönüşümlü olarak kullanmaya başlardık. Çoğu zaman dönüşüme uymaz, sırayı bozardım ben. Kardeşim kaşığı elimden almaya, kapmaya çalışırdı; kavgaya tutuşurduk bu yüzden. Anam kızar, ikimizi de kovardı sofradan. Ağlaya ağlaya onların yiyişini izlerdik. Bir yandan da bizim payımızı bırakacaklar mı bırakmayacaklar mı diye içlenerek bakardık. Bırakmazlardı.”
Emin Özdemir’in çocukluğunu anlatan bu satırları, daha ilk okuduğum anda aklıma kazınmıştı. Sıtmaya tutulduğunda birkaç hap yutturmakla yetinen annesinin sarı öküz hastalandığında hayvanın başında sabahlara kadar ağlaması da. Emin Özdemir bu duruma isyan etse de annesini anlayabiliyordu: “O zamanlarda yarar sağlayan şeyler sevilirdi ancak”.
2015’in Eylül ayıydı. Ayvalık’ta yemek yiyip sohbet etmiştik. Bana Gezi Direnişine katılıp katılmadığımı sormuştu. Direnişe katılanlara beslediği sevgi öylesine açık ve içtendi ki Gezi’den söz ederken gözleri bir çocuğun gözleri gibi ışıl ışıldı. Direnişin, güvenlik güçlerince sertlikle bastırılmasına ve direnişçilere yöneltilen asılsız suçlamalara karşı öfkeliydi. ‘Ne yapabiliriz ki?’ diye sorup yine kendi yanıtlamıştı: Kitap okumak, doğruluk ve güzellikler içinde yaşamak dışında elimizden ne gelir?
Ben, Köy Enstitüsü kökenlilerle Gezi Parkı direnişçileri arasında saflık, temizlik ve dünyaya bakış açısından büyük benzerlikler buluyordum. Köy Enstitülerinden yetişip bütün bir dünyayı kuşatan evrensel bakış açısıyla Emin Özdemir de bu düşüncemin canlı bir kanıtı gibi karşımda duruyordu.
Yaklaşık iki yıl sonra, güzün ilk gününde yitirdik Emin Özdemir’i. Ardından yazılanlara bakınca çok büyük bir eksik gözüme çarpıyor. Emin Özdemir, Türkçe ve dil bilimi konusunda çalışmakla birlikte bunlar Özdemir’in yalnızca bir yönüne işaret ediyor. Türkçe üzerine çalışmaları dışında okura eleştirel bir bakış açısı ve sorgulama yeteneği kazandırmaya yönelik kitaplarından da daha önemli bir yönü var Emin Özdemir’in. ‘Testle eğitilip, tostla beslenen bir kuşak’ dediği öğrencilerine yönelik eğitsel çalışmalarından veya ‘seçenek’, ‘alıntı’ gibi bugün kullandığımız onlarca sözcüğün yaratıcısı olmasından da önemli. Emin Özdemir’in denemeleriyle çocuklara yönelik öyküsel kitapları İngilizceye de, Portekizceye de çevrilse o dilin okurlarından aynı beğeniyi alacak düzeyde evrensel kitaplar. Son dönemlerinde yazdığı eleştiri, anı ve öykülerle beslenen kurgusal denemeleri başlı başına bir okuma denizi. Hem de sakin değil, fırtınalı bir deniz. Bu denemelerin öylesine renkli katmanları var ki anıların, içe dönük yorumların, öykülerin içinde derinlere dalıp soluksuz kalıyorsunuz. Okuduğunuz her sayfada, dalgalar sizi bir adadan başka bir adaya sürüklüyor.
Gerçek değeri belki de yıllar sonra anlaşılacak bir yazarımız Emin Özdemir. Güler yüzü ve sakin yapısından olsa gerek, sistemin karnına attığı sert yumruklar pek fark edilmedi. Ancak yeni bir bakışla okuyunca ‘Öğrencilerin içini devlet çöpüyle dolduruyorduk’ diyecek kadar sert, yaşamı yeniden sorgulatacak kadar kışkırtıcı bir yazar olduğunu görüyorum. Sizler de Özdemir’in denemelerini okudukça, Anadolu topraklarından sessiz sedasız bir Montaigne’in geçtiğini göreceksiniz.
Güle güle sevgili Emin Amca.
Ana yurdun üstünden bir bulut geçti, yağmurunu bırakıp topraklara.
Toprakta ararken biz, o gökyüzünde yitti…