Köyümüz, bağlı olduğumuz il merkezine çok yakın. Bir yaya normalde, köyden şehir merkezine bir saatte varır. Köylünün arazisi şehir evlerinin bittiği yerden başlardı. O yıllarda büyük çabalarla, coşku içinde ekilip biçilen, hayvanlarımıza otlaklık eden bu yerler zaman içinde nitelik değiştirdi, şehirlere akan nüfusun baskısı sonucu, arsa konumuna dönüştü. Hatırı sayılır paralar ödenip köylünün elinden alındı. Yükselen apartmanlar buraları tanınmaz hale getirdi.
Artık bu günkü kavramlar, algılamalar ve ölçüler çok farklı galiba. Çocukluğumun o görkemli tepeleri, bir seslenişinize defalarca yankılar veren dik yamaçlı vadileri, keçilere bile zar zor geçit veren sarp kayalıkları ufalmış, özellikle ilkbaharda geçit vermeyen öz’lerin suyu çekilmiş kuru, küçük dereciklere dönmüş. Tarihin içinden kopup gelen görkemi ile yörenin en yüksek bir tepesinde bir haşmet abidesi olan Kale diye tanınan mağaralar, sanki bu hızlı değişimi kavrayamamanın, ona ayak uyduramamanın ezikliği ile olduğu yerde büzülmüş, yaşlanıp çökmüş gibi duruyordu. Kısacası her şey bana, neredeyse birer minyatür görüntüsü vermişti son gördüğümde.
İlkokul üçe geçmiştim. Dokuz yaşıma basmak üzereydim. Sığırtmaçlıktan davar (koyun) çobanlığına terfi etmiştim. Koyun çobanlığı, sığırtmaçlıktan hem daha zor, hem de daha çok sorumluluk isteyen, prestijli, ciddi bir görevdir. O yıllarda babamın, çiftçiliğin yanı sıra bir başka uğraşı daha vardı. Kışı, yem sıkıntısı yüzünden zar zor çıkarmış zayıf, çelimsiz erkek kuzuları (ki bunlar bir yaşında olup toklu diye isimlendirilir) ilkbaharda ucuz fiyatla toplardı. Komşu köylerden, şehirde ve kasabalarda her hafta kurulan hayvan pazarlarından satın alırdı onları. Böylece her ilkbahar yüz elli ile iki yüz elli arası sayıda toklunun çobanlığı bana düşüyordu.
Kışın çok zor koşullardan sıyrılıp bahara çıkmayı başarmış, ancak bir deri bir kemik kalmış toklular her gün taze otla tıka basa doyarak kısa sürede canlanır, etlenir ve güzelleşirlerdi. Bunu sağlamak benim görevimdi. Bunun için tüm bilgi, beceri ve gücümü kullanıyordum. Temmuz sonu ile ağustos ortalarına kadar sürü satılmağa hazır duruma gelmiş olurdu. Pazara çıkarmadan önce yünlerini de kırpar, onların satışından da ayrıca kar sağlardık. Kırpılmış toklulara “Cıbır” derdik. Cıbır sürüsünü artık her Salı, sabahın erken saatlerinde pazara sürerdim. Tüm komşu köylerden, kasabalardan satacak bir şeyleri olan herkes Salı pazarına doluşurdu.
Pazar, şehrin bizim köy tarafında, dere bayır, genişçe bir arazide kurulurdu. İnsanlar alanları karıncalar gibi istila ederdi. Her ne ararsanız bulabilirdiniz pazarda. Kaybolan eşya, hayvan ya da bir çocuk değilse tabii. Kaybolmamağa dikkat ederdim. Aslında benim için kaybolmak söz konusu değildi; Hem sürünün yanından ayrılamıyordum, hem de kaybolsam bile kendi başıma köye dönebilirdim. Benim için en büyük tehlike, cıbırlardan bir ya da birkaçının kaybolmasıydı.
Pazarın ilk konukları, başka köylerden de gelen biz küçük çobanlar oluyorduk. Oraya ulaşınca her zamanki yerimizde sürümüzü toplar, büyüklerimizin gelmesini beklerdik. Çok geçmeden babam, elinde bir simitle orda bitiverirdi. Ben, büyük bir iştahla simidimi öğütürken babam cıbırları sayar, yeleğinin iç cebinden çıkardığı, kapağında TC. Ziraat Bankası yazan küçük takvim defterine bir şeyler yazardı.
Güneş, bizim tepelerden yükseldikçe pazaryeri de ağır ağır yükünü tutardı. Şehrin kasapları birer ikişer sökün eder, eller arkada, göbekler vücuttan yarım metre önde, sürülerin arasında dolaşmağa başlarlardı. Bizim sürüye gelmelerini heyecanla beklerdim. Girdikleri sürünün arasında umursamaz tavırlarla dolaşırken, toklulardan birkaçının sırtını yoklar, kuyruklarını kaldırıp elleriyle tartarak hayvanın ağırlığını kestirmeğe çalışırlardı. Gözlerine kestirdikleri bir ya da birkaç cıbırı göstererek,” Ne isdiyon şunnara Memedağa? ” diye sorulur, babam da, “onnar sürünün gozbebeği, en eyileri. Senin hatırın uçun on beş gayma olur.” derdi. Kasap, “Sen toklu mu satıyon, yoğsam goç mu? On beşe alıp gaça satacaam söyle hele? Sana helâlından bi on gayme sayam. Malıyın gerçek fiyetini veriyom, bunu böyle bil.” Kasabın yanında gelen bir iki adam ya da bitişikteki komşu pazarlığa karışır: “Dutuşun bakalım hele bi…” Kasap babamın elini kavrar, başlanır kollar sökülürcesine silkelenmeğe. Bir yandan da aracı “Gasap Ali yabancı değel Memedağa, el gibi dutma onu. On iki buçuk gaymeye varsın hayırını gorsün. He de bakam bi…” Kolunu kaptıranlardan biri (Kolu kapan genelde önerilen fiyatı beğenen taraftır.) canı fena halde yandığı için, kolunu kurtarmağa çalışsa da diğerleri asla bırakmaz. Sonuçta, aracı’nın önerdiği fiyata “He.” demekte bulur kurtuluşu. “Var hayırını gör malıyın.” Öteki taraf ta “Sen de gule gule harca.” Pazarlığın son sözcükleri olurdu bunlar. Babamın istediği fiyatta direnip te pazarlığın uzaması durumunda beni sıkıntılar basardı. “Hadi baba, hadi -tamam- de, sat şunları, bitir şu işi.” diye geçirirdim içimden. Pazarda cıbır satamazsak o hafta babam ne eve ne de biz çocuklara bir şey alırdı. Önemli bir miktar satılınca da o gün evde bayram olurdu adeta.
Sık sık Haymanalı hayvan tüccarları gelirdi pazara. Babam, haymanalı kürtler, diye söz ederdi onlardan. Aldıklarında kırk elli cıbırdan az almazlardı. Bazen sürünün tümünü kaldırdıkları da olurdu. Kaç tane alırlarsa alsınlar, babama parayı ödedikten sonra beni de yanlarına çağırıp, “yiğenim, bunnarın çobanı sen misen? Davari eyi yaymişsen. Al bakalım bu da senin baaşişin.” diyerek, benim ölçülerime göre oldukça yüklü bir bahşiş verirlerdi. Bu yüzden onları çok seviyordum.
Hayvan pazarında alım satım işleri öğleye kadar sürerdi. Öğle sonrasında satılamayan sürüler Pazar yerini öbek öbek terk ederlerdi. Yola çıkmadan önce babam, karnımı doyurayım diye yarım somun ya da iki simit alırdı bana. Arada bir taze somunun içine tahin helvası da alıp koyardı. O zaman dört köşe olurdum zevkten. İçinde helva olmasa da yavan somun çok lezzetliydi. Evde sürekli yufka yemekten bıktığımızdan yumuşacık somunu yerken et yiyormuş gibi tat duyardık.
Hayvan pazarı dağılırken ben de sürümün kalanını önüme katar, yeniden otlaklarımın yolunu tutardım. Bu geriye dönüş anları benim için her zaman hüzünlü olurdu. Her Salı kıyısına kadar sokulduğum, kıyısında saatlerce beklediğim bu şehrin içini görmeyi, orayı diğer çoban arkadaşlarıma anlatabilmeyi çok istiyordum. Ama her seferinde satılamayan cıbırlar yüzünden bu olanağı bir türlü bulamıyordum. Hep, bir gün sürünün tamamının satılacağını umuyor, bunun olması için dua ediyordum. Eğer bu gerçekleşirse öğleden sonra otlağa dönmem gerekmeyecek, Babam beni de yanına alıp şehre götürecekti doğal olarak. Günün önemli bir kesimini bu hayaller süslerdi. Geceleri Muslubeleni ve Havuzlu Bel’deki otlaklardan hayranlıkla seyrettiğimiz şehrin muhteşem parıltısının bir parçası olabilmeyi düşlerdim hep.
Eylül sonlarına doğru yakarışlarım adrese ulaşmış olmalı ki pazarda beklediğim mucize oldu. Haymanalı celeplerden Kürt Hüso (Baban ona böyle diyordu) benim sürünün tamamını satın aldı. Sürünün küçük çobanını yüklü bir bahşişle mutlu etmeyi de unutmadı. Babamın, pazardaki işlerini bitirip şehrin yolunu tutacağımız o harika anı beklerken sevinçten yerimde duramıyordum. İçim içime sığmıyordu. Kendimi çok önemli biriymiş gibi hissediyordum.
Babam, Onu beklememi tembihlediği yere döndüğünde şehrin saat kulesinin çanı iki kere vurdu. Normalde çok acıkmış olmam gerekiyordu, ama heyecanım açlığımı tamamen bastırmıştı. “hadi bakalım aslan parçası, çarşıya gediyok.” O güne kadar babamın ağzından işittiğim en güzel, en tatlı sözcüklerdi bunlar. Bir ok gibi fırladım. Yol boyunca sık sık durup babamın bana yetişmesini bekleyerek şehrin girişine birkaç dakikada varmıştım.
Muntazam yontulmuş taşlardan örülü yüksek bir duvarın köşesini döner dönmez, ortada ve kenarlarda çam ağaçlarının sıralandığı iki yol birden çıkıverdi karşımıza. Bulunduğumuz sağ yanda, ustalıkla kesilmiş sarı taşlarla örülü, üzerinde demir parmaklıkları olan yüksek bir duvar var. Duvarın öte yanında kocaman akasya, ceviz, kaysı ve çam ağaçlarının dalları, duvarı aşarak yürüdüğümüz yolu gölgeliyordu. Benim aklım yine de duvara takılıp kaldı. Bir duvarın bu kadar düzgün ve temiz olabileceğini hiç düşünmemiştim. Köyde de dış duvarlar taşla örülür, köşe taşlarını yontması için ustalar getirilirdi. Ama hiç biri böyle bir duvarı yapamaz.
Biraz yürüyünce, bu muhteşem duvarı ikiye bölen, iki kanatlı, kocaman bir demir kapının önüne geldik. Açık kapıdan duvarların arkası görünüyordu. İki yanı güllerle, çiçeklerle bezenmiş bir yol vardı. Ulu ağaçların arkasında ve yolun sonunda parıldayan, taşla yapılmış, İşlemeli, ahşap büyük kapısına beş-altı basamak merdivenle ulaşılan çok büyük bir konak görünüyordu. Bir evin bu kadar büyük olabileceğini o güne kadar aklımdan bile geçirmemiştim hiç. Üç katlı bu evin sayısız penceresi vardı. “En üst kat penceresinden bakamam herhalde, mutlaka başım döner.” diye aklımdan geçti. Bahçe kapısının girişinde, ağaçların gölgesindeki bir masanın arkasında bir adam oturuyordu. Ceketini ve şapkasını yandaki ağacın dalına asmış, elinde sigarası ile kurulduğu sandalyesinde çayını yudumluyordu. Babam bana erişinceye kadar binayı ve adamı hayranlıkla izledim. Bu konağın kimin olduğunu sordum babama.
– Bura Daş (taş) Mekdep, Lise mekdebi. Eğer eyi okursan İlk Mekdepden sonra seni de buraya yazdırırım.
– İçeride, masada oturmuş, çay içen adam kim?
– Mekdebin bi memuru. Senin ağnıyacağın buranın bekcisi. Bu goca bina ondan sorulur şimdi.
O an, büyüdüğümde bu adam gibi önemli birisi olabilmeyi ne kadar çok istediğimi duyumsadım. Dönüp, adama bir kere daha baktım özlemle. Adam gülümseyerek bana selam verdi. Bu beni gururlandırdı, heyecanlandırdı.
Yol boyunca sıralanmış çam ağaçlarının gölgesinde yürüyorduk. Yolun iki yanında da, üzeri mavi yeşil beyaz parmaklıklı alçak, tertemiz duvarların arkasında, masal gibi bahçelerin içinde hepsi de iki katlı konaklar vardı. Bu masal bahçelerinden yayılan çiçek kokularıyla adeta sarhoş olmuştum. Arada bir, konakların açık pencerelerinden birinde ya da bahçede başı açık, kısa saçları, kısa kollu fistanından taşan bembeyaz kolları ile bizim köyün kızlarına, kadınlarına hiç benzemeyen, çok güzel bir kız, belki de kadın görünüveriyordu. Gözlerimi bu olağanüstü görüntülerden, ancak, bir çam ağacına, bir direğe ya da bir adama toslayınca ayırabiliyordum.
Diğerlerinden çok farklı, harika bir konağın önünden geçiyoruz. Renk, renk çiçeklerin üzerinden taştığı mavi parmaklıklı duvarların ve kilim gibi işlenmiş iki kanatlı mavi demir kapıların arkasındaki, havuzunda güvercinlerin dem çekip yıkandığı bu harika konağın sahibini merak ediyorum. Burası, amcamın anlattığı masallardaki ‘Peri Padişahı’nın sarayı gibi. Tanrının, burada yaşayan insanlara ne kadar eli açık davrandığını düşünüyorum. Hâlbuki amcamın bize okuduğu kitaplarda O’nun adil olduğu, O’nun katında herkesin bir olduğu yazılı. Bu haksızlığa kızıyorum kendimce.
Büyülenmiş gibi orada öyle babamı bekledim. Babam yanıma vardığında da ona konağın kime ait olduğunu sordum. “Bu, vali gonağı” dedi. Valinin kim olduğunu, ne kadar önemli birisi olduğunu Yurttaşlık Bilgisi kitabından öğrenmiştim. Kapının önünde bekleyen üniformalı adamı göstererek “Bu, vali paşanın goruma polisi. Yat, yaban içeri giremesin deyi gece gundüz demeden löbet dutar burda. Yolun kenarındaki taksi de Onun. Şiforu, gadim hazır ve nazır içinde bekler böyler.” Babamın bu son sözü beni şaşırtmıştı. Ona,” Baba? Gosgoca vali paşa taksisini gendi sürmesini bilemiyo mu ?” Babam; ” Herhal süremiyo zahar ki.”
Yol boyunca, hayranlık ve şaşkınlıkla izlediğim bir şey de, bütün duvarların düzgün ve temiz oluşuydu. Köydeki duvarların hemen hepsinde tezek yapışıktır. Her ev kışın yakacağı tezeği evinin, avlusunun, bahçesinin duvarlarına yapıştırıp kurutur. İçimden,”Şeher insanları tezeklerini nerelerde kurutuyordur kimbilir?” düşüncesi geçti.
Biraz daha yürüdük. Karşıda, en üst katına, hayatımda görmediğim ve o günden sonra da görebileceğimi asla düşünmediğim büyüklükte, bir saatin yerleştirilmiş olduğu upuzun bir bina vardı. Biraz daha yaklaşınca yan tarafında da aynı saatin olduğunu, yanına varıp çevresinden dolaştığımda ise bunun tepesinde dört tane saat olan, zaman zaman çanlarının sesini köyden bile duyduğumuz ünlü saat kulesi olduğunu öğrendim. Biz tam da dibindeyken, çanları, kulaklarımı patlatırcasına üç kez çaldı. Çevremizdeki kalabalık hayli artmıştı. Babam,” Çarşıya geldik. Evela kebapcı Aliye girek. Okgalı birer tandır kebabı yiyip garınnarımızı doyurak. Gerisine soona garar veririk.” diyerek solda bir aralığa yöneldi.
Çok acıkmış olmama karşın heyecanım ve gördüklerim yüzünden, kebapçıya girinceye kadar fazla bir rahatsızlık duymamıştım. Yemek ve et kokuları birden açlık duyularımı azdırdı. Tandır kebabın bir et yemeği olduğunu biliyordum ama hiç yememiştim. Çok lezzetli, çok hoş olduğu kesindi. Köyde, hayatında hiç kebap yememiş yığınla insan vardı. En az bir düzüne insandan, bir yakınının ya da bir tanıdığının şehirde, kebapçıda yediği kebabın lezzetini, tadını ballandıra ballandıra anlattığını dinlemiştim. “Bundan böyle kebabın tadını tüm çocuklara kendim anlatacağım.”
Kebapçıda hayal kırıklığına uğradım. Dilimlenmiş ve etin yağına banmış çarşı ekmeği (Pide), yanında, pek de tadını, lezzetini alamadığım doğranmış et, yanında ince kıyılmış bir miktar yeşil soğan, domates ve bir adet közlenmiş biber. Demek Tandır Kebap bu. İştahla yeyip tabağı silip süpürmem çok acıkmış olmamdandı. Babam, keşke benim için taze somunun içine helva koydursaydı.
Kebapçıdan çıktık, her şeylerle dolu, süslü dükkânların önünden, daha çok şey görebilme sevdasıyla insanlara, direklere, ağaçlara sık sık toslayarak yürüdüm, yürüdüm. Bir aralıktan sağa sapıp tekrar sola dönerek, bir meydana bakan açık bir kapıdan girdik. Dar bir aralıkta birkaç adım attıktan sonra, bastıkça gıcırdayan, kenarından köşesinden çatlamış, delinmiş bir tahta merdivenden yukarı çıktık. Merdivenin bitiminde yer alan, sağlı sollu, iki kapıdan soldakini açıp girdik.
Galip dayımın terzi dükkânıydı burası. Galip dayım annemin kardeşi filan değildi. Yine de dayımız oluyordu? Onu ilk kez görüşümdü. Babam Ondan hep Galip dayımız olarak söz ederdi. Ben de arkadaşlarıma, şehirde terzi dükkânı olan bir dayım olduğunu söyler, bununla gururlanır, övünürdüm.
İçerisi oldukça kalabalıktı. Sandalyede oturan iki adam, iğneyle bir şeyler dikiyor, yaşlıca birisi de, tıkır tıkır sesler çıkartan bir makinenin üzerine iyice eğilmiş, elindeki kumaşı ileriye doğru iteleyip duruyordu. Benden daha büyük olduğunu düşündüğüm bir oğlan da büyük bir masanın üzerinde, ağırca görünen, saplı bir demiri kumaşlara sürtüp duruyordu. İçerde, kimi sandalyelerde, kimi de yerlere çökmüş, birçok kadın, erkek daha vardı. Makine başındaki, kafasını kaldırıp bizi görünce, “Buyurun Memedağa, hoş gelmişiniz. Deliganlı yiğenim mahdum mu yoksa?” “Babam; “Doğru bildin dayısı. Bu bazar sürüsü hepden satıldı. Ben de şeheri gorsün, bilgisi, gorgusü biraz artsın deyi getirdim yanımda. Benim dışarılarda biraz işlerim var. Oğlan yanınızda kalsın. İşleri bitirincik gelir alırım.” Bana dönerek te; ” Sakın burdan bi yere ayrılma. Soona gasıp, mayıp olun. Bi de seni aramayım. Temam mı oğlum?” diyerek çıkıp gitti.
Makinede çalışan adamın Galip dayım olduğunu anlamıştım. Dükkâna o kadar çok girip çıkan oluyordu ki ben kimsenin umurunda değildim. Orada olduğumun kimse farkında değildi sanki. Sıkılmağa başladım bir süre sonra. Bir fırsatında dışarı çıkmayı koydum kafama. Bir ara içeri giren birinin açtığı kapıdan sıvışıverdim. Merdivenleri sessizce indim. Yeniden dışarıdaki kalabalığın içindeydim şimdi.
Galip dayım konusunda da hayal kırıklığına uğramıştım. Demek ki şehirliler biz köyde oturan akrabalarını fazla önemsemiyorlardı. İçimden, “Şeherde otursam ve de böyle önemli biri olsam, köyden gelen çocuklara ben de heç yüz vermezdim.” dedim.
Dükkânın olduğu binanın ( iş hanının) dış kapısı, ortasında susuz bir havuzu olan bir meydana bakıyordu. Havuzun çevresi, önlerinde yoğurt bakraçları, birkaç topak peynir, tereyağ, samanların arasına yerleştirilmiş yumurtaların içinde yer aldığı irili ufaklı sepetler olan insanlarla doluydu. Bu satıcıların çoğu, kara ya da alacalı çarşaflı, çömelmiş biçimde oturmuş kadınlardan oluşmaktaydı. Meydanın dört bir yanını, önlerinde, ne dedikleri hiç anlaşılmayan, ama durmaksızın karşısındakilere bir şeyler anlatan küme küme insanların yer aldığı, kocaman camları olan dükkânlarla çevriliydi.
Manzaraya gözüm çabuk alıştı. Meydanı iyice tanımak, şurda burda konuşulanlardan bir şeyler duyup anlamak için biraz dolaşmağa karar verdim. Galip dayımın dükkânının olduğu konağın girişini kafama iyice not ettim. Meydanda tam bir tur yapıp, bizim kapının önüne gelince kendime güvenim arttı. Giderek gezinti dairemi genişlettim. Dükkândan uzaklaştıkça tekrar oraya dönebilmemi sağlayacak yerleri belirledim. Yeterince uzaklaştığımı düşündüğüm yerlerden, birkaç kez, terzihanenin kapısına kadar gelerek, kaybolma olasılığımın olmadığını kendime kanıtladım. Artık çarşının, istediğim her yerini gezebileceğimden emin bir durumda dolaşmağa başladım.
İki yanda da dükkânların sıralandığı geniş, düz, kaldırım yolun bir ucunda saat kulesi, öteki uçta ise eşine ender rastlanabilecek güzellikte, kocaman bir cami vardı. Cami tarafına yöneldim. Camiye yaklaştıkça bir büyünün, bir sihrin çekim alanına girdiğimi duyumsadım adeta. İnsanların serbestçe girip çıktığı, taşları inci gibi işlenmiş kapıdan içeri süzüldüm. Burası caminin avlusu olmalı. Tertemiz. Dört bir yanı çeviren yüksek duvarların içinden çıkan pınarlardan gürül gürül sular akıyor. Yer yer, pınarların önündeki taştan sekilere oturmuş adamlar ellerini yıkıyor, abdest alıyorlar. Beyaz mermer merdivenleri çıkarak varılan caminin devasa kapısı iki kanat. Ne tahta, ne de demirden yapılmış. Çok kalın bir deri görünümünde. Kanatlar yukarıdan asılmış gibi geldi bana.
Minarenin altına kadar yürüdüm. Yukarı baktığımda başım döndü, gözlerim karardı, minarenin üzerime yıkılmakta olduğunu sanarak korkuyla oradan uzaklaştım. Sonra, bu minarenin nasıl yapılabildiğini düşünmeden edemedim. İnsanların, minarenin tepesine kadar nasıl çıktıklarına, ta oralara taşları, demirleri nasıl koyabildiklerine aklım hiç yatmadı. Sonunda kendimce bir çözüm buldum. “Minareyi yerde yapıp, sora dikmiş olmalılar.” İçimdeki, caminin içini görme, isteğini bastırarak, kafam karma karışık, girdiğim kapıdan orayı terk ettim.
Yarım saat bile geçmeden, birinin nerde bitip, diğerinin nerde başladığı anlaşılamayan dükkânların camdan duvarlarının arkasında, önünde sıra sıra dizilmiş, asılmış, serilmiş ya da sandıkların, kutuların, torbaların içinde, o güne dek öğrendiğimden çok daha fazla şey görüp öğrendim. Ne olduğunu, ne işe yaradığını bilmediğim şeyler bildiklerimden daha çoktu. Bir ara, bir dükkânın kocaman camdan duvarının arkasında gördüğüm bir adam kafamın yine karışmasına neden oldu. Çok güzel giyimli bu adam olduğu yerden kıpırdamadan, gelip geçenlere bakıyordu. Donmuş gibiydi. Uzunca bir süre oralarda oyalanıp, göz ucuyla kıpırdamasını bekledim. Nafile, gözünü bile kırpmadı. Bir anlam veremeden uzaklaştım. Bunun bir manken olduğunu yıllar sonra öğrenecektim.
Vakit hayli ilerlemişti. Babam Galip dayımın dükkânına dönmüş olabilirdi. Beni bulamazsa, bu olağanüstü gün çok tatsız bitebilirdi. Bu sıranın sonuna vardığımda zaten görmediğim yer kalmamış olacak çarşıda.
Yol üzerinde meyve, sebze satan bir dükkân vardı. Sandıklar içindeki meyve- sebzeler yola kadar yayılmış, insanlar oradan geçmek için zorunlu bir kavis çiziyorlar. Sandıklarda elma, armut, erik, nar, üzüm yani mevsimin tüm meyveleri var. Bunların arasında hiç görmediğim, tanımadığım bir meyve ilişti gözüme.
Babamın, Pazar dönüşü çoğu zaman, elinde bir çıkı meyve olurdu. Hele de o hafta davar satışları iyi gitmişse, çıkının yerini heybe alırdı. Daha sofraya gelmeden, annemin özellikle de benden sakladığı, çıkıyı bulur, herkesten birkaç lokma daha fazla yemiş olmanın zevkini kimselere bırakmazdım. Nice zaman sonra ablama ve küçük kardeşime birkaç kez yakalanınca bu zevkten mahrum kaldım.
Sözünü ettiğim meyvenin eve hiç gelmediğinden emindim. Bir elma, armut ya da ne bileyim bir portakal büyüklüğünde, yer yer yeşile çalan sarı renkte bir meyve. Kendi kendime,”Bu ne ola ki? Tadı nasıl acep? Çok tatlı olmalı. Öyle olmasa eriğin, armudun, üzümün arasında ne işi var? Hemi de çok pahalıdır herhal. Pahalı olmasaydı babam ondan da alıp getirirdi eve.” diye düşünüp söylenerek sandıklardan uzaklaştım. Aslında uzaklaşamadım. Ona tekrar bakmak, ne olduğunu çözmek için geri döndüm. Birkaç kez daha geçtim önünden. Kafamdaki onu tanıma, tatma isteği giderek benliğimi sardı, dayanılmaz bir hal aldı. Oradan uzaklaşamıyordum. Bir manyetik alanın çekimindeydim sanki. Yanımda param olmasına karşın onu satın almak aklıma bile gelmedi. Aklımdaki tek çözüm, kimseye çaktırmadan bir tane yürütmekti. Bu, bana daha kolay bir çözüm gibi geldi. Köyde birilerinin bahçesinden meyve çalmak, bir bağın yanından geçerken, görünmeden dalıp birkaç salkım üzüm yürütmek pek de hırsızlık sayılmazdı. “Göz hakkıdır, o kadar olur.” denilir, hoşgörü ile karşılanırdı. Tabii yakalanmamak koşuluyla. Köyün çocukları içinde, bu konuda oldukça yetenekli sayılırdım. Sözün kısası, sandıktan bir meyve aşırmanın benim için zor olmayacağını düşünüyordum.
Uygun anı yakalayıncaya dek, dikkat çekmeden sandıkların önünden daha birkaç kez geçmem gerekti. Bir anda meyvenin serinliğini avucumda hissediverdim. O an çevremdekilerin, kalp atışlarımı duyup, beni yakalayacaklarını sandım. Bir süre çevremi adeta hiç görmeden, bastığım yeri bilmeden yürüdüm. Her an birilerinin ensemden tutuvereceği duygusundan bir süre kurtaramadım kendimi. Beni kimselerin görmediğinden emin olduğumda hala o dükkânın yakınında olduğumu fark ettim. Oradan uzaklaştım.
Galip dayımın dükkânının önüne geldiğimde, gömleğimin uzun kolu içine sakladığım elimi ilk kez çıkartıp, sımsıkı sarıldığım meyveye bir göz attım. Pırıl pırıl dı. Dalından yeni koparılmış gibi. Dilim damağım kurumuşken onun görüntüsü ile ağzım sulandı. Bedeni oldukça bol olan gömleğimden içeriye, koynuma yerleştirip terzihaneye çıktım.
Dükkân, daha bir kalabalık olmuştu şimdi. Koynumda kabartı fark edilmesin diye kollarımı önde tutarak gidip bir köşeye çömeldim. Babamın henüz dönmemiş olduğunu da öğrendiğimde iyice rahatladım. Köşemde meyvemi nerede, nasıl yiyeceğim üzerine, kokusu, tadı üzerine hayal gücümü işletmeye dalıp gittim.
Babamın, “Gozlerin açık uyuyon mu yoosam. Hadi gak bakalım.” diyen sesi ile silkindim, ayağa fırladım. “Benim işlerim bitmedi. Belkim aaşamı bulur daha. Sen boşu boşuna bekleme. Geldiğimiz yolu biliyon. Şeherin dışına çıkınca kesdirme yoldan get. Guş gibi varacaksın eve. Şindi düş bakıyım peşime. Seni saat gulesinin dibine gader savışdırıyım.” Diyerek kapıya yöneldi. Ben de arkasından seğirttim. Kapıdan çıkarken Galip dayımın, “Yiğenim, seniynen heç ilgilenemedik. Başga bi sefere işallah. Gule gule get.” Sözlerini işittim.
Babama, yolu iyi bildiğimi, saat kulesine kadar beni geçirmesine gerek olmadığını söyledim. Oraya nasıl gideceğimi açıkladım. Sonra da, bir şey söylemesine fırsat bile bırakmadan hızlanıp, kalabalığın arasına dalıp uzaklaştım.
Aklım, koynumdaki meyvedeydi. Şehirden bir an önce çıkıp, bir tenha yerde onu yemenin doyumsuz, dayanılmaz zevki ile ilgili hayaller kuruyordum. Bunun olmasına da çok yaklaşmıştım.
Şehre girerken önümde eşsiz güzellikler sergilemiş olan evler, bahçeler şimdi daha solgun, daha bir olağan görünüyordu sanki. Çam ağaçlarının gölgesinden yürürken yandaki bir evin açık penceresinden yola taşan bir türkünün büyüsü, beni düşünce ve hayallerimden kopardı bir an. Hiç işitmediğim çalgıların eşliğinde bir kadın sesinden çağlayan bu türkü ile çarpılmıştım sanki. En yüksek doyuma ulaşmak için iyice yavaşladım. Çok güzel olduğundan hiç kuşku duymadığım sesin sahibi olan kızı, açık pencereden görebilme umuduyla bir süre oyalandım oralarda. Ama O hiç görünmedi. O türküyü – İradiyon (Radyo)- denilen bir makinenin söylediğini sonraki günlerde babamdan öğrendim.
Daha önce uzaktan gördüğüm Cin arabasını çok yakından gördüm. Hem de iki tane birden. Onlar yanımdan hızla uzaklaşırken hayretler içinde merakım da peşlerine takıldı. İncecik iki tekerin üzerinde nasıl olup ta devrilmeden, hemde bu kadar hızlı gidebiliyorlardı! Aklım bunu asla kavrayamıyordu. “Demek kimsenin aklı gavramıyo ki ona -Cin arabası – demişler. Cinnerinen bi ilgisi var muhakkak.”
Bu arada şehir çıkışına yaklaşmıştım. Köye dönen kestirme yol, çıkıştan on, on beş dakika sonra şoseden ayrılarak tepelere saran bir patikaydı. Bir süre daha yürüyüp şehri geride bıraktım. Hala yakalanacakmış gibi tedirgindim Dört bir yanı kolaçan ettikten sonra eriştiğim yerin, koynumdaki meyveyi rahatça yememe uygun olduğuna karar verdim. Yüregim, çırpınan bir kuş gibi heyecanla titredi. Elimi koynuma attım, ilk serinliği kalmamış olan meyvemi şefkatle, gururla ve de büyük bir iştahla okşadım. Bir daha bakındım, kimseler yoktu etrafta. Bu harika şeyi tatmanın, köyün çocukları içinde bu meyveden yiyen tek çocuk olacak olmanın övünç ve gururunu kazanmak zamanı gelmişti işte. “Belki de büyük amcamın ikide bir – Cennet Taamı- diye sözünü ettiği, tadını anlata anlata bitiremediği hurma meyvesi dir. Hem, yemesi de sevap.” Bu ve benzer düşüncelerle kafamda yarattığım, hatta damağımda, ağzımda duymağa başladığım tat anlatılmaz güzellikteydi. Onu koynumdan çıkardım. Ne kadar hoş, ne kadar güzeldi Tanrım! Tadına ilişkin, daha kesin bir yargıya varabilmek için evirip çevirdim, sertliğini, kokusunu inceledim. Yeterli fikre sahip olduğumu düşündüğüm bir anda bir ucundan ‘Hart’ diye ısırdım. Alt ve üst dişlerim meyvenin gövdesinin derinliklerine iki yandan gömülmüştü ki bu gövdeden ağzımın her yanına birden fışkıran usarenin tadı ile dondum kaldım.
Bu, gerçek bir şoktu. Yerimde çivilenmiş gibi kalakalmıştım. Ne ısırdığım parçayı kopartabiliyor, ne de dişlerimi gömüldükleri yerden çekip alabiliyordum. Ağzımın içi, o güne kadar hiç tatmadığım, korkunç bir acı ile dolmuştu. Zehir denilen öldürücünün bu meret şeyden yapıldığı kesin. Toparlanıp, dişlerimi gömüldükleri yerden kurtardım. Meyvenin bir yanında, iki taraflı derin bir ısırık yarası açılmıştı. Ağzıma fışkırtmış olduğu zehri defalarca tükürdüm. Ama sanki ağzımın her yanına yapışmış gibi korkunç acıyı yaymayı sürdürdü.
Bu tanımsız acı ağzımda hükmünü ne kadar süre yürüttü anımsamıyorum. Yemeyi bilmediğimi düşünüyordum. “Yoksa neden bu kadar acı bir şeyi satsınlar ki? Satsalar bile kim alır? Yanlış tarafından mı ısırmıştım acep? Bu olabilir. Hıyarı sapı tarafından ısırırsanız o da acı gelir. Belki bu da öyle bir meyvedir. Olamaz mı?”
Bu meyvenin nasıl yendiğini öğrenmekte kesin kararlıydım. Bana çektirdiği acıya karşın onu atmadım. Tekrar koynuma koyup yürüdüm. Ağzımdaki zehirden kurtulmak için, yolun alt başındaki dereye inip su içtim, defalarca ağzımı çalkaladım.
Yolun kalan kısmında düşüncelerim başka konuların peşine takıldı. Bir futbol topu niyetine tuttuğum küçük, teneke bir ilaç kutusunu, birkaç kilometrelik patika boyunca, vuraraktan köyün girişine kadar getirdiğimi fark ettim. Son bir vole ile onu saha dışına gönderdim.
Annem, ocak başında akşam yemeğinin hazırlıklarıyla meşguldü. Beni görünce gülümseyerek,” aanaşılan davarların tümü satılmış. Yoosama bu saatde evde olamazdın. He mi?” Ben, evet anlamında başımı salladım. Ardından koynumdaki yaralı meyveyi çıkardım, “Bu meyva nasıl yeniyo ana, biliyon mu?” diyerek ona uzattım. Annem aldı, evirdi, çevirdi, “Ucundan sen mi ıssırdın ?” incelemeğe devam ederek, “Ne ola ki, ben bundan heç yemedim, heç de gormedim. Dadı, duzu nasıl? Issırıp da yemediğine bahılırsa eyi bi şey olmadığı belli.” Ben annemin de bir kere ısırmasını istiyorum. Tadını kendi anlasın. “Sen de ıssır, dadına bi bak. Hadi hatırım uçun bi bak dadına. Hadi ana, hadi bak şunun dadına.” Annem işin içinde bir bit yeniği olduğunu anlamış, ısırmaktan kaçınıyordu. “Aaşam baban gelince ona gosderek, belkim o bilir ne meyvası olduğunu.”
Ben bu fikre karşı çıktım. “Koyde, bunu bilecek heç adam yok mu da aaşama gadar babamı bekliyecek? Götürüp sor birine.” Annem, “Pekey, senin dediğin gibi olsun. Elimdeki işi bitirir bitirmez oğrenirim.”
Dışarı çıktım. Sonra bahçeye indim. Kaysı ağaçlarından birini dibine uzandım. Burada, hafiften esen rüzgârın serinliğinde uyku çekmeyi çoktandır özlemiştim. Hemen uyumuşum. Uyandığımda ortalık alaca karanlıktı. Kalktım, silkelenip çerçöpten arınarak eve döndüm. Babam henüz dönmemişti. Anneme, meyvenin nasıl yenildiğini öğrenip öğrenmediğini sordum. Sönmeğe yüz tutmuş tezek ateşini canlandırmağa çalışırken yuttuğu dumanın boğuntusu ile kesik kesik öksürerek, “İriza Emmiye getdim emme evde bulamadım. Fadime bacıma gosderdim. O da bilemedi. Ataşı harlayım, kâtip dayına gosdereceğem. Oğretmen olduğu uçun o bilir muhakkak. Acıcık sabret.”
Annem evden çıkamadan babam geldi. Omzundaki heybenin iki gözü de dolu görünüyordu. Davarı sattı ya, bir yığın yemiş, yiyecek almıştır. Yükü böyle ağır olduğu zaman garanti, ya bir eşekli yol arkadaşı bulur, ya da bir kasaba otobüsüne kamyona, traktöre binip yol ayrımında inerek yaya yolu kısaltırdı.
Annem kalktı, babamın omzundan heybeyi aldı, bir süre ortalıktan kayboldu. Geri döndüğünde babam, ablamın döktüğü suyla leğende elini yıkamakla meşguldü. Babam kurulanıp, yer minderine uzanır uzanmaz annem yanına gitti, elindeki, benden gizlemeğe çalıştığı ısırıklı meyveyi uzatıp, kulağına fısıltıyla bir şeyler söyledi. Babam meyveyi aldı, şaşkın bakışlarla inceledi, sonra bana döndü, “Aslan oğlum benim. Gel hele şöyle yanıma. Demek bu meyvanın nasıl yenileceğeni bilemedin.” Evde, hatta köyde bile bilinmeyen bir meyvenin tanıtımına vesile olmanın gururuyla babama yaklaştım. Babam, “Bunu nereden aldın de hele bi yol. Gaç guruş verdin buna ?” Para vermediğimi, dükkâncı emminin verdiğini söyledim. Söylediğim yalandan ötürü yüzümün kızardığını hissettim. Yalan söylerken hep olurdu bu. Babamın yüzüme bakışından yutmadığını anladım. Çevimek gereği duydum. “Gelirken çöplükde buldum.” Dedim. Gerçekten şehrin çöplüğü yol kenarındaydı. Zaman zaman ilginç şeyler bulurduk orada. Babam, “Hadi şunun doğrusunu söyle. Sabrımı daşırma. Kimse bunu çöpe atmaz.” Birkaç kem küm den sonra onu bir dükkândan çaldığımı söyleyip kurtuldum.
Gözlerimin önünde binlerce yıldız uçuştu birden. Yediğim tokatın şiddetinden kıç üstü oturmuştum olduğum yere. Babamın, aşırdığım tek bir meyve için beni dövmesine bir anlam verememiştim. Her halde yalan söyledim diye vurmuştu. Oturduğum yerden, soran bakışlarla yüzüne bakıyordum.
“Ulan itin eniği, ben seni hırsızlık edesin diye mi şehere gotürdüm? Birisi gorse de seni yakalasaydı benim halım nicolurdu? Heç bunu düşündün mü ha? Goca çarşının içinde aleme irezil, kepaze mi etmek isdiyon babanı? Ulan ırafazının çocuğu, İLİMON senin ne işine yarar da tükandan ilimon çalıyon? Yenmez içilmez. Bi heç yüzünden adımıza bok sürecektin öyle mi?”
Çaldığım nesnenin Limon olduğunu duyunca şaşkınlıktan, suratımda patlamış olan tokatın acısını unuttum. Limonun, ekşilik versin diye, suyunun yemeklere sıkıldığını da annemin sorusu üzerine açıkladı babam. Limon’u duymuştum daha önce. Ama hiç görmemiştim. Yemeklerimizin ekşi olması gerektiğinde içine erik kurusu koyardı annem. Bazı evlerde limon tuzu da bulundurulurdu. Bense, tuzu yapılan bir nesnenin bir meyveye benzeyebileceğini hayal bile edemezdim doğal olarak.