Zifiri karanlıklar içerisindeydi; sol böğrü de fena halde acıyordu. Alınma nedenini bilmiyordu. Herhangi bir örgüt üyesi de değildi Reis. Bir süredir Bursa’da açtığı balıkçı meyhanesine gelenlere 12 Eylül darbesi aleyhinde çok konuşmuştu ama, genellikle tanıdıklarıydı karşısındakiler. Ara sıra meyhanesine gelen sivil polisleri tanırdı, onlar geldiğinde müşterileriyle politik tartışmalara ve söyleşilere girmezdi.
Üç saat kadar olmuştu polisler onu alalı. “Emniyete kadar gideceğiz, ifade vereceksin Reis,” demişti onu alandan biri. Nedenini sorduğunda, “gidince öğrenirsin,” deyip kesmiş, fazla açıklama yapmamıştı. Beynini patlatırcasına düşünüyordu alınma nedenini, aklına bir şey gelmiyordu. Gözleri bağlı, bir duvarın dibinde, gazetelerin üç kişinin pencereden atlayıp intihar ettiğini yazdığı bu emniyet müdürlüğünün neresinde olduğunu bilmediği bir köşesinde düşünmeyi inatla sürdürüyordu Reis.
Aradan bir süre daha geçmişti ki birkaç gün önce meyhanesine gelen ilin en ünlü sanayicisiyle son iktidar partisinin il başkanını anımsadı. Meyhanesine gelip özel ilgi beklemişlerdi Reis’ten, bunu göremeyince de çok bozulmuşlardı. Kırk yılını denizlerin engin sularında özgürce dolaşarak geçiren bu adam, onlara: “Burada kimseye özel ilgi göstermem, sizler de benim için birer müşterisiniz,” demişti. Bunun üzerine eski il başkanı:
“Sen bizi tanıyor musun?” diye sorunca da Reis:
“Evet tanıyorum,” diye yanıtlamıştı onu.
“Görüşürüz o zaman,”deyip kalkmışlardı. Reis kızmıştı bu adamın kendisini tehdit etmesine. Söylenerek giden adamların arkalarından onların duyabileceği sesle:
“Elinizden geleni ardınıza koymayın,” diye seslenmişti. Aslında Reis’in dostlarına kurduğu ayrıcalıklı masaları sık sık olurdu. Ama onlar gönüllü kurulan masalardı. Bursa’nın en büyük işadamlarından birine yağcılık olsun diye, ilin önemli politikacısının korkusuyla kurulacak türden masalar değildi…
Rahatlamıştı Reis biraz. Onun için bana bir şey yapamazlar, biraz gözdağı verip bırakırlar diye düşündü. Şimdi ilk işi, içinde bulunduğu karanlığı unutup ondan kurtulmaktı. Aklına geleni yaptı o da. Yaşamının kırk yılını geçirdiği denizleri düşünmeye başladı. Denizleri düşünmeye başladığında da inanamadığı bir şeyle karşılaştı. Zifiri karanlık dağılmış, gözlerinin önünde masmavi bir deniz uzanmıştı. Her hangi bir kara parçası görünmüyordu ama o anlamıştı; bu gözlerinin önünde uzanan deniz Marmara’ydı. Suyunun renginden, dalgasının çıkardığı sesten anlardı bunu. Az mı dolaşmıştı bu sularda; karış karış bilirdi Marmara’yı. Eski günleri düşündü, ne kadar Levrek, Minekop, Sinarit, Dil, Barbun ve daha nice balıklar avlamıştı bu sularda.
Bir an mavinin yitmekte olduğunu ve eski karanlığın yeniden gözlerini tutsak ettiğini gördü. Bunun nedeni anlamıştı. Öyle bir inilti duymuştu ki yakınında; hiçbir mavi dayanmazdı buna. Biraz dikkat edince yanına birinin bırakıldığını, külçe gibi yığılan adamın ardından, ayakta duran kişinin, dişlerinin arasından yılan ıslığı gibi bir sesle; “orospu çocuğu,” diye bir küfür savurduğunu duydu. Aynı adamın, külçe gibi yığılan ve kolunun birinin de Reis’e çarptığı bu kişiye bir tekme savurduğunu anlamıştı. Homurdanarak yanlarından uzaklaşmıştı küfür eden adam. Bir süre olayın etkisinde kalmıştı Reis. Yanına bırakılan ve erkek olduğu anlaşılan bu kişi kimdir acaba diye düşündü. Düşündükçe içi sıkılmaya, gözlerindeki zifiri karanlık daha da koyulaşmaya başlamıştı. Dayanamadı sonunda sordu yanındakine:
“Kimsin sen?” Yanındaki iniltili sesle konuştu.
“Seni de mi aldılar Reis?” Şaşırmıştı, bu sesi iyi tanırdı Reis. Bu tanıdığı sesin sahibine bir şeyler sormak isterken hiç ummadığı bir şey oldu. Sırtına yediği tekmeyle fena halde sarsıldı. Soluğu kesilmişti. Arkasından da içini sızlatan sövgü geldi:
“Konuşma lan ibne, kendini ne sanıyorsun sen. Burada konuşmanın yasak olduğunu bilmiyor musun orospu çocuğu?”
Reis şaşırmıştı. Bir süre soluk alamamıştı yediği tekmenin şiddetiyle. Kendini toparladığında, içinde bulunduğu sıkıntıyı dağıtmak için her şeyi unutup yeniden denizi görmek istedi; zifiri karanlık ancak gri olabilmişti bu kez. Yanına külçe gibi bırakılan genci iyi tanıyordu. Onun babasıyla da kendisiyle de arkadaşlık etmişti Reis. Ali Reis’in takımında birlikte çalışmışlardı babasıyla. O zamanlar yaşı küçük olan Reis’i çok kollamıştı Mehmet Aga, ezdirmemişti onu. Armutlu önlerinde çevirdikleri bir volide çok güzel uskumru almışlardı ığrıpla. Dinlenmeye çekildiklerinde birkaç kişiye sigara alsın diye sahilden Armutlu’ya göndermişlerdi takımın en küçüğü olan Sait’i. (Onun adı Sait’ti ama belli bir yaştan sonra herkes ona Reis dediği için asıl adı unutulmuştu zamanla) O zaman on üç yaşındaydı Reis. Armutlu’ya yarım saatlik yolu gidip gelen ve yorulan Sait’i yeniden sigara alması için göndermeye kalktıklarında, şimdi yanında hafif hafif inleyen arkadaşının babası Mehmet Aga buna razı gelmemiş, olay kavgaya kadar varmasına karşın göndermemişti Sait’i.
Yanında yatan gencin inlemesi kesilmişti. Aradan birkaç saat geçtiğinde eskilere dalan Reis’in gözlerinin önündeki zifiri karanlık yavaş yavaş deniz mavisine dönmeye başlamıştı. Üç çifte kürekli, piyade adı verilen kayıkla gençliğinde çok kürek çekmişti Reis, onun için de yaşı elliyi geçmesine karşın pazıları halen taş gibiydi. Körfezin en ünlü Reis’i olan Ali Reis, Sait’in akrabası olurdu. Sait tayfaların en gençlerinden olmasına karşın kendi vekili yapmıştı onu Ali Reis. Kendisi gibi reis olarak yetiştirmek istiyordu bu akrabasını. Verilen emekleri boşuna çıkartmayan Sait genç yaşta reis olarak denize açılmayı başarmıştı. Üç çifte kürekli piyade, arkasındaki peş kayığı denilen ikinci piyadeyle Sait’in reisliğinde dolaşıyordu Gemlik körfezini. Bazen de sardalye için Çanakkale’ye, palamut için Bandırma’ya ve diğer yerlere inerlerdi körfezden. Kayığın palasında genellikle Sait Reis dururdu. Pala, bir başka kürekle tutulan dümendi. Şimdi gırgır denilen gelişmiş balıkçı teknelerinin yerine arka güvertelerinde ığrıp ağı taşıyan bu büyük piyadeler kullanılırdı. Ağlar kayıkların arkasından salındığı için de takılmaması için dümen kullanılmaz onun yerine palacı pala denilen başka bir kürekle bu dümen işini yapardı. Böylece de voli çevrilirken, yani ağlar denize atılırken dümene takılmazdı.
Gecenin bir vaktinde yanında oturan arkadaşı hafifçe dürttü Reis’i; fısıltıyla:
“Nasılsın Reis?” diye sordu.
“İyiyim. Yine tekmelemesinler sakın?”
“Korkma. Görevli tuvalette.”
“Nereden biliyorsun?” diye soran Reis şaşırmıştı arkadaşının söylediklerine. Kendisi gözbağlarından dolayı hiçbir şeyin farkında değildi.
“Ben bir haftadır buradayım, ayak seslerinden izleyebiliyorum polislerin nerelerde olduklarını.”
“Çok mu dövüyorlar Ahmet?”
“Dayak bir şey değil, elektrik fena.” Ama sana vereceklerini sanmıyorum.”
“Nereden biliyorsun bana vermeyeceklerini?”
“Hem yaşından dolayı, hem de örgüt üyesi falan değilsin sen.” Kendisi örgütlü olan Ahmet yakından tanıdığı için Reis’i, biliyordu herhangi bir illegal örgüte üye olmadığını.
“Sizin derneğin merkez şube başkanıyım biliyorsun?”
“Önemli değil, o legal bir dernek.” Ayak sesi duyunca susması için uyardı Reis’i Ahmet.
Reis yaptığı sosyal çalışmalarından dolayı köylü dayanışma derneklerinden birinde şube başkanı seçilmişti. Tüm körfezde öyle iyi tanınırdı ki Reis, onun yaptıklarını dost düşman takdir ederdi. İlçesinin su ürünleri kooperatifini kurarak tüm körfezdeki küçük balıkçıları bir araya toplamıştı. Bulunmayan balık ağını ne yapıp edip kooperatif aracılığıyla Japonya’dan getirtmişti; küçük balıkçılar “bizim başkan” diyor başka bir şey demiyorlardı. Yasak avlananların korkulu rüyasıydı. Balıkçılık yaptığı zamanlarda kayığına atlar, kaçak avlananları, özellikle de trolcüleri izlerdi. Çevre dostuydu Reis. Körfezde, sintine basan, yani yakıt artıklarını denize boşaltan gemileri belirler, denizi ve kıyıları kirleten bu yasak eylemi ilgili makamlara bildirirdi. Her zaman olumlu sonuç alamasa da inatla bu işin arkasından giderdi. Onun için de kendisinden bu köylü dayanışma dernekleri kurucuları Reis’ten görev almasını istemişlerdi, o da dostlarını kıramayıp, “pekiyi,” demişti. Özellikle balıkçılık konularında danışmanlık yapardı dernekte Reis.
Sabaha karşıydı. Uykuya yeni dalmış olan Reis’in omzundan kartal pençesini andıran bir el öyle yapıştı ki, bir rüya görmekte olan yaşlı balıkçı uyandığında çoktan ayağa kalkmıştı. Yüreğinin hızlı hızlı çarpıyordu. Kendisini toparlamaya çalıştı. Biraz sonra da onunla alay eden birkaç kişinin karşındaydı Reis.
“Vatan hainlerinin başı geldi işte,” dedi içlerinden biri.
“Ben vatan haini değilim, benim üç amcam da Çanakkale’de şehit düştü,”diye karşılık verdi Reis.
“Onların kemiklerini sızlatıyorsun ama vatanı Ruslara satmak için yaptığın çalışmalarla.”
“Bu vatan günün birinde Ruslar tarafından işgale uğrarsa eğer sizlerden önce ben koşarım cepheye?” diyen Reis çok bozulmuştu kendisine vatan haini diyen polise. Korkuyu unutmuş öfkeyle burnundan soluyordu.
“Cephede ne işin var senin?”diye sordu bir diğer polis.
“Cephede ne işi olur insanın. Düşmanla çarpışırım.”
“Bu parmakla mı? diye sordu aynı polis. Arkasından da bir kahkaha tufanıdır koptu. Reis’in sağ elinin işaretparmağı, yani tetik çekecek olan parmağı kopuktu. Balığa çıktığı bir gün sandalın arıza yapan makinesini onarırken kaptırmıştı. Denize fırlayan parmağı orada bırakıp elini sıkıca sararak Gemlik’e kadar gelmiş, kan kaybından ölmeden arkadaşlarınca yarı baygın halde hastaneye yetiştirilmişti.
Daha sonra sorgucuların konuşmalarından, kendisinin politik görüşlerinden değil de gözdağı vermek için alındığını anlamıştı Reis. Üç beş tekme üç beş tokattan sonra getirip yerine bırakmışlardı onu. Reis’i diğer tutuklularla birlikte emniyet müdürlüğünden götürdükleri askeri birlikten salmışlardı. Üç aya yakın bir süre gözaltında tuttukları için doğal olarak mali durumu bozulmuştu Reis’in. Onu gözaltına aldıranlar muratlarına ermişlerdi böylece.
Reis bir zamanlar borçla açtığı meyhaneyi kapatıp yeniden denizlere dönmeye karar verdi. Aslında içeriye girene dek balıkçı meyhanesinden para da kazanmıştı. Onun tatlı sohbetleri ve verdiği taze balıklara Bursa’da en az fiyat yazması, müşteri tutmasını sağlamıştı. Yine de aynı müşteriyi toparlayabilirdi; ancak, kendisinin kara adamı olmadığını tutuklu olarak kaldığı günlerde anlamıştı. Denizi çok özlemişti. Gözlerinin bağlı olduğu günlerde hep denizlerde gezerek kendisini boğan o zifiri karanlıktan kurtulmuştu. Ayrıca, kendisini denizde çalışırken zorlayan, balıkçılığı bırakıp Bursa’ya gitmesinin bir nedeni de, çocukken parçalanmış yemek borusuydu. Riskli bir ameliyatla değiştirip yerine plastik bir boru takmıştı onu çok seven profesör doktorlardan biri. Bu, Türkiye’de ilk kez denenen ameliyatı başarıyla sonuçlandırmıştı. Şimdi denize döndüğünde öyle bir derdi de olmayacaktı.
Reis yaşamının kırk yılını verdiği bu sulara yeniden döndüğünde denizi daha kirlenmiş buldu. Altı buçuk metre boyunda bir kayık aldı kendisine. Küçük bir motor koydu içine; hazırladığı bir dil ağı ve kendisinin donamlarını yaptığı tekir ağıyla yeniden balıkçılığa başladı.
Bir akşamüstü ağlarını atıp sandalını baştankara yaparak kumsala bastırdı. Biraz ilerideki, eteklerine deniz vuran bir kayanın üstüne oturup gözlerini denize dikerek düşünmeye başladı. Kıyıdan çıkan poyrazın denizin üstünde oluşturduğu dalgacıklar gözünün önünden uzaklaştıkça Reis’in düşünceleri de uzaklara, ta çocukluğuna kadar gidiyordu.
Okul çağına gelmişti Sait; annesi babası ilk gün onu okula göndermişler kendileri de dip toplamak için zeytinliğe gitmişlerdi. Ayağında takunyalarla okula giden Sait’i öğretmeni azarlamış, pabuçlarını giyip gelmesi için eve geri göndermişti. Eve doğru yürürken bir yandan da iki gözü iki çeşme ağlıyordu Sait. Pabuçları yoktu ki giyip geri gelecekti. Babası biraz sabretmesini, bu yıl zeytinleri toplayınca, kazandığı parayla ilk iş olarak ona pabuç alacağını söylemişti. Arkadaşlarının karşısında çok kötü duruma düşmüş olan çocuk eve gelince hiç duraksamadan, sabun ilacı denilen, ev sabunu yapımında kullanılan kimyasalı ölmek için içmişti. Anne ve babası zeytinlikten döndüklerinde onu baygın halde bulup hastaneye götürmüşlerdi. Kostik yemek borusunu yakıp parçalamıştı. Bu yüzden büyüyünce de çok sağlıklı bir adam olamamıştı Reis. Akrabası Ali Reis onu kendi yerini alması için yetiştirmesine karşın Sait sağlık nedeniyle tempolu bir çalışma içine girememiş ve Reis’in yerini alamamıştı. Çocukken girdiği bu intihar girişiminin etkisiyle çalışma yaşamı sık sık kesilmişti. Sonunda küçük balıkçı olarak yaşamını sürdürmek zorunda kalmıştı Reis…
Poyraz gündoğrusuna doğru sarkmıştı. Oturduğu kayaya vuran küçük dalgaların çıkardığı sesi dinledi bir süre. Bir ara dalgaların büyüdüğünü ve sesin yükseldiğini duyup başını kaldırdı ve uzaklara baktı. Uzaktan bir gemi geçiyordu, kayalara vuranın onun dalgaları olduğunu anladı. Bir süre sintine basıp yakıt artıklarını denize boşaltacakmış gibi geldi ama, gemi yoluna devam edince başını rüzgar yönüne doğru çevirdi. Uzakta, denizin üstünde bir mezarlık vardı. Gözleri bir süre oraya takıldı. Birçok tanıdığı vardı orada yatan. Görenler, gözlerini mezarlığa dikmiş olan Reis’in yitirdiği tanıdıklarını düşündüğünü sanırdı. Ama o ölen yakınlarını düşünmüyordu; yüzündeki muzip gülümsemeden de bu anlaşılıyordu zaten. Onun düşündüğü başkaydı. Kafasının bozuk olduğu bir gün Gemlik’ten bir taksi tutmuştu; hani şu büyük şevrolelerden. Taksinin arka koltuğuna bir kol çalgıcı yerleştirmiş öne de kendisi oturmuştu. Meyhanede içtiği yetmemiş, yanına bir arkadaşını da alıp Gemlik-Armutlu yolunda içmeyi sürdürmüştü. Çalgıcılar arkada Reis’in istediklerini çalıyor, klarnetçi de özellikle Reis’in kulağına kulağına üflüyordu. İşte tam karşıda görünen mezarlığın yanına geldiklerinde çalgıların sesi bıçak gibi kesmişti. Çaldıkları da “Yanlarım ağrıyor Hasanım” diye kıvrak bir Roman havasıydı, Yanında oturan arkadaşının adı Hasan olduğu için Reis özellikle istemişti bu oyun havasını çalmalarını. Çalgılar susunca Reis nedenini anlayamamıştı bunun.
“Ne oluyor, niye sustunuz?”diye dönüp arkasına sormuştu.
“Mezarlığa gelmişizdir be Reyizim,”deyince Klarnetçi. Reis:
“Olsun, ne olacak mezarlığa geldiysek. Devam edin siz.”
“Günahtır be Reyizim?”
“Günah mı?”
“E be Reyizim günahtır?”
“O zaman siz de Elhamı çalın,” deyince çalgıcılar tuhaf tuhaf bakmışlardı Reis’in yüzüne.
Reis bu olayı anımsamıştı mezarlığa bakarken. Sesli sesli gülmeye başladığında bir balıkçıl kuşu karşısına geçmiş çalgıcılar gibi tuhaf tuhaf bakıyordu Reis’in yüzüne…
Reis bir süre daha denizlerde gezdi. Fakat 12 Eylül’de içeriye alınışını ve işinin bozuluşunu düşünmeden edemiyordu. Gururu çok kırılmıştı. Kendisinin Bursa’dan ayrılmakla yaptığının bir tür kaçış olduğunu düşündü. Yaşamı boyunca kendi çapında, çevresinde yapılan haksızlıklara karşı savaşım vermiş bir kişinin böyle çabuk teslim olmaması gerektiğini uzun uzun düşüyordu. Kendisini gözaltına aldırıp işini yitirmesine neden olan o işadamıyla eski il başkanı yaptıklarıyla kalmışlardı. Hatta yaptıklarıyla da kalmamışlar, ülkenin politik yaşamında çok yükseklere tırmanıp ikisi de bakan olmuşlardı. Pekiyi ama ne yapabilirdi ki bu adamlara karşı. Donkişotluk mu yapacağım, bu benim yel değirmenleriyle savaşmam olmaz mı diye düşünür, fakat bir türlü rahatlatamazdı kendisini.
Bir ara körfez çok iyi lüfer yapmıştı. Eline oltasına alan amatörler bile günde otuz-kırk tane lüfer tutuyorlardı. Reis oltacılığı da bilirdi ama pek uğraşmazdı bu işle. Oltacılık yapan bir arkadaşının zorlamasıyla birlikte balığa çıktılar. Geceydi çıktıklarında. Biraz gezdikten sonra lüferin yerini bulmuşlardı. Atıp çekiyorlardı durmadan. Hiç böylesini ummamıştı Reis. Karidese de geliyordu, yaprak yeme de balık. Yalnız bir sorunu vardı. Oltayı kontrol ettiği sağ elin işaret parmağı kopuk olduğu için orta parmakla tam randımanlı çalışamıyordu. Oltayı sol eline geçirdi yine rahat edemedi. Sol elinin beceriksizliğine kızdı.
İyi ve yardımsever insanlara niye solcu dediklerini düşündü bir süre. O, aklı ereliden beri solcuydu; gözaltından salındıktan sonra adı solcu değil komüniste çıkmıştı. Komünistlerin tutuklamasında onlarla birlikte gözaltına alındığı için başkası takmamıştı o lakabı Reis’e. O öyle ilan etmiş kendisini…
Epeyce lüfer yakalamışlardı. Balığın en yoğun olduğu bir sırada sandalın karnındaki yakamozlardan birkaç yunusun geldiğini anladılar. Giderek fazlalaşıyordu yunuslar. Lüfer çekmeyi sürdürüyorlardı ama eskisi gibi at çek olmuyordu. Yunuslar dağıtmıştı lüferi. Yakalayıp yukarıya çektikleri lüferin arkasından sandalın küpeştesine dek balığı kapmak için yükseliyordu yunuslar. Böyle şey görülmemişti. Reis oltayı bir kenara koyup gömleğini çıkardı. Arkadaşı:
“Üşürsün, ne yapıyorsun öyle?” diye sordu.
“Bekle şimdi görürsün,”diyen Reis. Yunuslardan biri arkadaşının çektiği lüferin arkasından gelip bir hamle yaptı küpeşteye doğru. Başaramayınca oltadaki balığı almayı geri dönüp giderken kolunu sula daldırmış olan Reis kuyruğundan yakaladı yunusu. Arkadaşının da yardımıyla gömleğini balığın kuyruğuna bağladı. Suya salınan balık deli gibi dibe doğru inerken epeyce büyük bir yakamoz oluşmuştu peşinde. Biraz sonra:
“Yunuslar yok oldu?”dedi arkadaşı.
“Daha büyük balık geldi diye korktu diğer yunuslar. “Büyük balık küçük balığı yutar,” biliyorsun.”
O akşam epeyce lüfer yakalamışlardı iki arkadaş. Denizin en dişli balığı olan lüferin, kendisinden büyük olan palamut hatta torik sürülerini bozduğunu bilirdi Reis. Yunuslarla başa çıkamıyordu bu küçük balık. Çok eskiden sosyalist bir dergide gördüğü karikatürü anımsadı. Çok beğenmişti Reis o karikatürü. Karikatürist büyük bir balığın karşındaki küçük balıkları yan yana getirip daha büyük bir balık oluşturmuştu. Büyük balık küçük balıkları o halde görünce bir şey yapamamış ve korkup kaçmıştı…
Reis yeniden Bursa’ya taşındı. Küçük bir balıkçı meyhanesi açtı yine ve o sıralar sosyalistlerin birlikte, büyük bir savla kurdukları bir partiye gidip üye oldu. Gözaltında birlikte olduğu arkadaşları da vardı partide. Reis’e çok yakınlık gösterip büyük değer veriyorlardı partililer. İlk seçimde partinin milletvekili adayıydı Reis. Partisi de büyük umutlarla seçime girmiş, ancak hiç milletvekili çıkaramadığı gibi, umduğu oyu da alamamıştı..
Reis bu güzel girişimin neden olumlu sonuç vermediğini çok düşündü. Vardığı sonuç onun kanserden öldüğü güne dek canını çok sıkmıştı. Küçük balıklar doğru dürüst birleşemedikleri kanısına varmıştı. Hepsi kendi kökenlerinin hayranıydılar. İstavritler istavrit, izmaritler izmarit, tekirler tekir, sardalyeler sardalye, hamsiler hamsi olarak kalmışlardı bu birleşmede. Reis’in gördüğü karikatürdeki küçük balıkların hepsi birbirlerine benziyorlardı; onların partisindekiler böyle değildi. Reis’i en çok üzen; belki de ölümüne neden olan, küçük balıkların büyük balıklar karşısında düştükleri bu başarısızlıktı…