Ünlü mü ünlü bir aktörle ünsüz mü ünsüz bir yazar, oturmuşlar senaryo üstüne konuşuyorlardı. Aktör, yaşamımın filmi olacak bu diyordu. Hem yönetmenliğini yapacak, hem de başrolünü oynayacaktı filmin. Yıllardır bu film için tuttuğu notları ortaya çıkardığında, odada ikisi için oturacak yer kalmamıştı. Aktör, bir kişilik yer açıp yazarı oturttu. Kendisi ev sahibiydi. Ayrıca, konuşurken coşup oynadığı için de yerinde oturamıyordu…
Senaryodaki sahneleri uzun uzun tartışmışlardı. En çok tartıştıkları da genelev sahnesi olmuştu. Yaşlarının geçkin olmasından olacak, bir türlü betimleyip görselleştiremiyorlardı sahneyi. Bir süre düşünüp çıkar yol aradılar. Genç birini gönderip inceleme yaptırmayı düşündüler. Bunun olamayacağı yargısına vardılar. Genç adamın bu konudaki değer yargılarına güvenemeyecekleri konusunda birleştiler. Daha başka bir gözle bakmak gerekirdi oradaki olaylara. Genç adam, başka şeyler arardı genelevdeki kadınlarda. Yaşı geçmiş bir adam düşündüler. O da kendileri gibi çekinirdi o yaşta geneleve gitmeye. Bir tanıyan görürse neler demezdi ki? Yaşlı ve utanmaz bir kişi düşündüler. “Mastor Bar’ın sahibi bu işe uygun” dedi yazar. Aktör, eskiden beri tanıdığı bu adama güvenemedi. “İnceleme yapacağım diye, bizden vizite parasını alır, genelev dönüşü de buraya uğramadan, yaptıklarını anlatmak için Bar’a koşar,” dedi.
Senaryonun diğer sahnelerinde anlaşmışlardı. Sorun, yalnızca genelev sahnesiydi. Onu da bitirirlerse iş tamam sayılırdı. Galata kulesine çıkıp oradan dürbünle bir şeyler görmeyi deneler, olmadı… Birkaç kez Yüksek Kaldırım’da gidip geldiler, yine olmadı. İçeriye, Zürafa Sokak’a girmeden doğru dürüst inceleme yapmanın olanağı yoktu…
Altmış yaşındaki Aktör’le elli beş yaşındaki yazar, tam umutlarını yitirmek üzereyken, Aktör, tuvaletten bağırarak çıktı. “Buldum,” diyordu. “Sonunda buldum.” Yazar, merakla bulduğu şeyin ne olduğunu söylemesini bekliyordu. Aktör: “Buldum,” diyor başka şey söylemiyordu… İnik pantolonuna baktığında durumunun gülünç olduğunu anladı ve yarıda kalan işini bitirmek için yeniden helaya girdi. Zaman darlığından iki işi birden yapıyordu. Bir yandan yarım kalan işini tamamlarken(Sesinden bu anlaşılıyordu) Bir yandan da genelev sahnesi için ne yapacaklarını anlatıyordu… Yazarla birlikte gideceklerdi. Yazar: “Öldürseler gitmem,” diye karşı koyunca: “Dinle,” dedi Aktör. Dinle de nasıl olağanüstü bir plan olduğunu gör,” Turist kılığında gideceklerini, bu durumda herkesin kendilerini turist sanacaklarını, kendisi yabancı ülkelerde çok bulunduğundan oralarda bu gibi şeylerin ayıp sayılmayacağını; her turistin bunu doğal sayacağını anlattı… Yazar yabancı dil bilmediğini söylediğinde, Aktör, kendisi İngilizce konuşurken, yazarın, yes, okey deyip durumu idare edebileceğini söyledi…
Ünsüz yazar, zorluk çıkartmak için söylemiyordu bunları. O, geçkin yaşta da olsa bir ün yakalamak istiyordu. Aktör’ün kendisini ünlü yapacağını umarak, onun istediği senaryoyu, bıkmadan, usanmadan, on altı kez yazmıştı. Bir o kadar daha yazabilirdi. Aktör’ü, kırmamaya çalışarak, geneleve üslerindeki giysilerle mi gideceklerini sordu. Aktör, yazara yanıt verirken sifonu çekti. “Hayır, bir şeyler uyduracağız, benim tiyatronun kostümlerinden,” dedi.
Aktör’ün Galata’daki evinden çıktıklarında, sırtlarında çanta, Aktör’ün başında oyalı siyah bir yemeni, Yazar’ın başında komik bir şapka, ayaklarında sandaletler ve üzerlerindeki giysilerle Türkiyeliye benzemedikleri kesindi. Ancak, neye benzedikleri de belli değildi. Aktör: “Bizi böyle görünce Turist sanacaklar,” dedi Yazar’a. Yazar ise pek huzurlu görünmüyordu. Turiste benzediklerinden kuşku duyuyor, yabancı dil bilmemesini de buna ekleyince, falso vereceğinden korkuyordu. En önemlisi de iki yetişkin oğlu vardı Yazar’ın. Genelevde onlardan biriyle karşılaşacağı aklına geldikçe ürperiyordu…
Yüksek Kaldırım’dan inip sola döndüler. Zürafa Sokak’ına adım attıklarında herkesin ilgisi onların üzerinde yoğunlaştı. Bazıları “Velkam sör,” derken bazıları da: “Yollarını şaşırmış bunlar,” diyordu. Aktör, elini kolunu sallayarak, yüksek sesle İngilizce konuşmaya başladığında, çevreden ilgi daha da çoğalmıştı. Yazar durmadan: “Yes, Okey,” diyordu… Bir yandan da çocukluğunda arkadaşlarına yaptığı şakayı düşünüyordu. Oyunu bilmeyen arkadaşlarına, denize dalıp, suyun altında bir süre kalmalarını, suyun yüzüne çıktıklarında: ” Sen, ” diye bağırmalarına söyler, onlar suya dalınca: ” Seni öpen kim? ” diye sorar, çıkan da kendisine sorulandan habersiz: “Sen,” diye bağırdı. Onları tuzağa düşürdüğü için çok sevinirdi Yazar. “Şimdi, Aktör de İngilizce öyle şeyler mi söylüyordu acaba kendisine? Yazar bir ara “No,” desem mi acaba diye düşündü. Sonra da caydı. Kolay kolay ünlü olunmaz diye geçirdi içinden…
Kendilerine ilgi o denli büyüktü ki, önünde iki göbek taşıyan, kolları beyaza boyanmış soba borusuna benzeyen kadın, yanlarına dek gelmiş: “Bak ne vericem lan sör, içeri gelde kendin gör,” diyerek Yazar’ı kolundan sürüklemeye başlamıştı. Yazar, bildiği on kadar İngilizce sözcükten birini bağırıp kendini kurtarmaya çalışıyordu kadının elinden. “No,”diyordu Yazar. No diyordu da, başka da bir şey demiyordu. Bildiği sözcüklerden durumuna uyan yalnızca ‘no’ vardı… Sağ kolunu sıkan, kadının on parmağı değil de, iki güçlü mengeneydi sanki? Aktör Yazar’ın çaresizliğini gördü ve sol kolundan yakaladı arkadaşını. Göğsünün ortasından yarılıp ikiye bölüneceğini sandığı anda, kadın bırakmıştı Yazarı. Aktör’le birlikte İkisi birden yere düştüler. Bir süre Aktör alta Yazar üstte debelendikten sonra ayağa kalktılar. Nereden geldikleri belli olmayan bir kaç gazeteci yanlarında bitiverdi. İngilizce neler olduğunu soruyorlardı Yazar’a. Aktör yardıma yetişip gazetecilere İngilizce bir şeyler söyledi…
Konuşulanlara kulak kabartıp, gazetecilerin kadınlara sorduklarından bir kaç saat önce sokakta büyük bir kavga olduğunu, gazetecilerin de o yüzden burada bulunduklarını anladılar.
Aktör: “Bizi turist sandılar,” diye fısıldadı Yazar’ın kulağına. Evlerden kadınlar durmadan laf atıyorlardı onlara. Yazar, kadınların dolar üzerinden fiyatlarını söylediklerini anlayabiliyordu ama, kaç dolar istediklerini anlayamıyordu. Elinde çay askısıyla yanlarından geçen garson: ” Taze ‘ti’ sör. İki bardak van dolar, ” dedi. Aktör başını olumsuz sallayarak garsonu gönderdi yanlarından.
“Hey mistır,” dedi kadının biri. Antep baklavasına benzetip kendisininkini: “Tadına doyamazsınız, isterseniz kaymak da koyarım üstüne,” dedi. Aldırmazlıktan gelip, yollarına devam eden turistlere bakıp yanındaki kadına: “Bunların içi geçmiş be, baklavayı ağızlarına koysan yutamazlar bu herifler,” dedi.
Belki otuz yıl olmuştu Geneleve gelmeyeli. Yazar, suç işlermişçesine kaçamak bakıyordu olup bitene. Kadınların çoğunun yaşı geçkindi. Kiloları da doğalın çok üstündeydi. Genç olanlar da vardı kuşkusuz. Onlar, müşterileriyle uğraşmaktan kapı önlerine çıkamıyorlardı. Eski deneyimlerinden biliyordu bu işin böyle olduğunu.
Yanlarına yaklaşan bıyıklı esmer bir genç, kendilerine öncülük etmeyi öneriyordu. Bildiği sözcük herhalde Yazar’ınkinin iki katıydı ancak. Yedi sekiz sözcüklü bir tümcede ancak İngilizce bir sözcük kullanabiliyordu. Ara sıra da sigara içer gibi devinimler yapıp bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Bu devinimleri de gizlemek ister gibi bir durumu vardı. Sırtına kendisine büyük gelen lacivert bir ceket giymişti. Ayakkabılarının topukları basıktı. İki sivil memur oğlanı kollarından yakalayıp götürürlerken Aktör İngilizce ne olduğunu sordu memurlara. Memurlardan biri bir eliyle sigara içer gibi bir im yapıp: “Bu çakal fino satıyor sör,” dedi. Durumu çok iyi açıkladığına inanarak, Aktör’ün yerine kendisi: “Yes?” deyip gitti…
Çevrelerinde kimse olmadığı bir sırada Yazar, Aktör’e: “Fino, İngilizcede esrar falan mı?” diye sorunca Aktör güldü. “Fino, Türkçe argoda esrar,” demek dedi… Bir evin önünden geçerlerken, kendilerinin turist olduklarına iyice inandıklarını gören Aktör, yaklaşıp içeriye bir göz atmak istedi. Yazar da onu izleyip kapıya yaklaştı. Evin tüm kadınları maden bulmuşçasına çevrelerini sarıp onları içeriye almak istediler. Aktör içlerinden birine: “Vat is zor neym?” diye sordu. Kadınlar bildikleri İngilizce sözcüklere bol bol devinim katıp Aktör’e sorular sormaya çalışarak onun ne sorduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Aradan bir kaç dakika geçmeden, genelevde ne kadar erkek varsa onların bulundukları evin önüne gelip çevirmenlik işine başladılar. Görünüşünden yüksek öğrenim gördüğü anlaşılan bir genç, kalabalığı yarıp yanlarına geldi. “Nedir anlaşamadığınız,” dedi kadınlara. Kadınlardan biri: “Bir şey sordu ama, anlayamadık, vizite ücretini soruyor galiba,” dedi. Genç, Aktör’e dönüp İngilizce bir şeyler sordu. Aktör’ün verdiği yanıtı kadınlara çevirdi: “Adınız ne diye sormuş.” Kadınlardan en yaşlısı: “Valla ben anlamıştım ama, belki yanlış anlamışımdır diye söylemek istemedim,” dedi… Kalabalık birbirinin üstünden atlayıp kapının önünde ne olduğunu öğrenmek için uğraşıyordu. Birbirlerine, orada ne olduğunu soranlara, öndekiler yanıt yetiştirmeye çalışıyorlardı. Bir genç: “İki kişi, Amerika’dan kaçıp, Türkiye’de geneleve düşen kızlarını arıyorlar.” dedi. Bir başkası da: “İhtiyarlar yılan oynatan kavaldan var mı diye soruyor kadınlara,” diye bağırdı. Kalabalığın çok beğendiği bu söze bol bol gülüştüler. “Benimki kavalsız oynuyor,” dedi gençlerden biri. Biraz sonra da polis gelip birikenleri dağıttı. Çevirmen gence kadınlar, turistlere sorması için bir sürü şey söylüyorlardı. Kendisine adı sorulan kadın: “Benim adım Leman, sor bakalım onun adı neymiş?” dedi. Genç, Aktöre sorulanı çevirdi. Aktör: “May neymis Bili,” diye yanıtladı onu. Genç bunu da çevirdi kadınlara. Kadınlardan biri: “Yanındaki suratsız herife de sor bakalım, onun adı neymiş?” dedi gence. Yazar’ın ayakları titremeye başladı. Kurtuluş yoktu, kendine İngilizce bir ad düşünmeye başladı. Bir yandan da, adı söylerken, konuşmasından turist olmadığını anlayacaklar diye korkuyordu. Oğlan: Vat is zor neym Sör?” dedi. Yazar, tam yanıt verecekti ki, boğazına bir şey tıkandı. Sanki ayva koçanı vardı boğazında, bir türlü yanıtlayamıyordu sorulanı. Genç, Almanca ve Fransızca da sordu adınız ne diye… Aktör, bu basit soruyu anlamıştır, bir yanıt verir diye bir süre bekledikten sonra, baktı ki olmayacak, kendisi araya girip, gecikmeli de olsa durumu kurtardı. Kadınlar: “Ne diyor,” deyince, genç: “Sağır dilsizmiş yanındaki. Adı, Coni’ymiş” dedi. Yine kadınlardan en yaşlısı: “Ben anlamıştım valla dilsiz olduğunu ama, belki yanlış anlamışımdır diye, söylemedim,” dedi…
Gencin çevirmenliğiyle birçok soru yönetti Aktör. Kadınlar bir yandan yanıt verirlerken bir yandan da birbirlerine soruyorlardı. Bu kadar çok sorudan sonra çıkıp gidecekler miydi bu turistler, yoksa yatacaklar mıydı onlarla. Ev sahibi kadın, ülkenin turizmine bu kadarcık katkıları olması gerektiğini söyleyip susturdu onları. Sorular bittiğinde Aktör, karşıda okuduğu vizite ücreti kadar parayı ev sahibine uzattı: “Tenkyu,” dedi. Ev sahibi, Aktör’ün uzattığı parayı alıp koynuna sokarken: “Asıl biz tenkyu Mösyö. Gine bekleriz,” deyip başıyla selamladı turistleri. Aktör ince davranışlarla hepsinin elini sıkıp, en son: “Gut bay Leydi,” dediği, evin en güzel kızını yanağından öpünce, kadınlardan biri: “Ağzının tadını biliyor pezevenk,” diye bağırdı. Yaşlı olan kadın: “Ben biliyordum Sibel’i öpeceğini,” dedi…
Evden çıktıklarında, Zürafa Sokak’ta herkes onlarla ilgilenip, neşelenmeye çalışıyordu. Kimisi: “Hoş geldiniz,” deyip ellerini sıkıyor; kimisi karşıdan laf atıp bir şeyler söylüyordu. Bıçkın bir delikanlı Yazar’a yaklaşıp, eliyle de imleyerek: “Balıktan ne haber sör, oynuyor mu bari,” deyip, yanıt almak için yüzüne bakmaya başladı. Yanına yaklaşan bir adam: “O sağır dilsiz, ne dediğini anlamaz,” deyince, Bıçkın genç: “Affederisin amcabey, bilmiyordum, kusura bakma,” deyip uzaklaştı…
Yazar bir yandan çevreyi inceliyor, bir yandan da neler yazacağını düşünüyordu. Buraya geldiğimiz iyi oldu. Görmeseydim kesinlikle doğru dürüst bir şey yazamazdım diye geçirdi içinden. Zürafa Sokak’ının yokuşunu tırmanarak çıkışa doğru ilerliyorlardı. Sağ yanlarındaki evlerden, bilinen sözlerle kendilerini çağıran kadınlara el sallıyordu Aktör. “Gel, aslanım, gel Conim,” diyordu bir kadın. Asırlık bir çınar gibi gövdesini devindirmeye çalışıp, değirmen taşı büyüklüğündeki kalçalarını kıvırmaya çalışıyor: “Oryantal sör oryantal,” diye bağırıyordu…
Düşünemeyeceği kadar veri bulmuştu Yazar. Bir an önce eve gidip genelev sahnesini yazmak istiyordu. Aktör, Yazar’ın kulağına eğilip çevreye çaktırmadan: ” Yeterli mi?” diye sordu. Yazar yeterli anlamında başını salladı ve “yes,” diye karşılık verdi. Aktör: “Sus konuşma. Sen sağır dilsizsin,” dedi…
Son eve doğru gelirlerken, kadınlardan birinin ayaklarının dibindeki küçük bir fino köpeğini sevdiğini, ona çeşitli oyunlar oynatarak eğlendiğini gördüler. Yazar, yazacağı sahne için yeni bir şey bulduğunu düşünerek kadınla köpeğin oyunlarına bakmaya başladı. Kendisine bakan turist kılıklı adamı gören kadın, kalktı, Yazar’a cilveler yapıp laf atmaya başladı: “Gel, çıktığın yeri göstereyim gel. Hadi gel.. nazlanma. Kamir lan buraya eşşeoğlu eşşek.. Gelsene lan, ne bakıyorsun öyle hıyar gibi. Ulan sör, gel de çıktığın yeri gör…” Sağır dilsizi oynamaya çalışan Yazar, kadına, ne konuştuğunu anlayamadığını anlatmak için, gülünç hareketler yapıyordu. Kadın, Yazar’ın kendisiyle dalga geçtiğini sanarak: “Ne dalga geçiyorsun lan ipne. Orospuysak insan değil miyiz yani?” diye bağırdı. Sövgüyü duyan Yazar iyice şaşırıp kadının gönlünü almak için daha başka şeyler yapmaya başladı. Kadının bağırmasına ve Yazar’ın palyaçolar gibi, elini kolunu oynatıp gülünç devinimlerle, çeşitli sesler çıkartarak kapının önünde dönmesi, çevredekilerin oraya toplanmasına neden oldu. Yazarın durumunu gören bir gazeteci, ona yardımcı olmak amacıyla durmadan küfür eden kadına, adamın turist ve aynı zamanda sağır dilsiz olduğunu, o nedenle de kendisini anlayamayacağını söyledi. Aktör, duruma el koyup Yazarı oradan götürmek istiyordu ama, durumun görselliği karşısında büyülenmiş gibi bakıyor, çevireceği filmin yönetmeni olarak, böyle bir sahnenin oyuna renk katacağını düşünüyordu. İş nereye varacak bakalım diye beklemeye başladı. Belki de kadın, Yazar’ın üstüne atılıp onu tokatlayacaktı. Belki de evin fedaisi kolundan tutup dışarıya atacaktı Yazar’ı. Filmde de böyle bir şeyi kullanabilirim diye düşünüyordu Aktör. İyi ki gelmişiz buraya diye geçiriyordu usundan…
Birkaç saat önceki olayın haberini geç almış bir gazeteci gelip yakınında durdu Yazar’ın. Yanındakine bir şeyler sorup olayı öğrenmeye çalıştı. Sonra da Fotoğraf makinesini eline alıp Yazar’ın karşısına geçti. Beş altı poz fotoğrafını çekti onun. Bu durumu gören Yazar iyice şaşırmıştı. Fotoğrafı yarın gazetede çıkarsa ne yapardı? Kadın, gazeteciye de sövüp, kendi fotoğrafını çekmesini önlemişti. Yeniden Yazar’a dönüp: “Bana bak soytarı, bir saattir sana söylüyorum, siktirol git şurdan. Başımı belaya sokacaksın benim.” Yine birkaç kişi, adamın hem turist, hem de sağır ve dilsiz olduğunu, onun kendisini anlayamadığını açıklamaya çalıştılar kadına. Yazar da çevresine biriken yığından iyice tedirgin olmuştu. Kadına son bir selam verip oradan ayrılmak istedi. Nasıl olsa ne dediğini, kendisinin iyi niyetini anlamıyordu. Bu işi bir an önce bitirmek için kadına doğru yürüyüp, yerlere dek eğilerek selamladı kadını. Bu devinim bardağı taşıran son damla olmuştu işte. Kadın bağırmaya başlayalıdan beri, Yazar’a havlayıp üzerine yürümek isteyen, ancak sahibince tutulan Fino, bu son selama çok bozulmuştu. Öyle bir fırladı ki Yazar’ın üstüne, kadının elinden kurtulup sahibinin kızdığı adamın paçalarına dalıverdi. Neye uğradığını şaşırmıştı Yazar. Fino, sahibini kızdıran adamın paçalarını yırtmakla öfkesini alamamış, ayak bileğine de dişlerini geçirmişti. Can acısından gözlerinden yaş gelen Yazar, ayağını sallayıp kurtulmaya çalışıyordu köpekten. Kadınının gözlerinin içine bakıp yardımcı olmasını istiyordu kendisine. Kadın ise, sorumluluktan kurtulmak için, yavaş sesle: “Gel buraya Bap,” diyordu ama, gürültüden duyulduğu yoktu söylediğinin. Yazar’ın çevresindeki halka iyice büyümüş, itiş kakış nedeniyle Aktör’ü de uzaklaştırmışlardı Yazarın yanından. Aktör kalabalığı omuzlayıp arkadaşının yardımına koşmaya çalışıyordu. Yazar da, onu yanında göremediği için iyice ürküye kapılmıştı. Canı da çok acıyordu. Eliyle ensesinden tutup uzaklaştırmaya çalışmış, ancak bunun da bir yararı olmadığı gibi elini de ısırmıştı köpek… Yeniden bacağını kaptığında köpeğin kuduz olabileceğini düşündü. Görüp çok etkilendiği “Kuduz” filminin sahneleri gözünün önüne gelmişti. Canını da öylesine yakıyordu ki kuduz olarak düşündüğü köpeğin dişleri. O anda karmakarışık olmuştu bilinci. Boşta kalan ayağıyla köpeğe tekmeyi patlatırken: “Bırak ulan bacağımı it oğlu it,” diye bağırıvermişti…
Tekmeyi patlattığı köpekten kurtulan Yazar, bu kez de insanların eline düşmüştü… Onu sağır dilsiz, aynı zamanda turist sanan kişiler, aldatıldıklarını anlamışlar, uğradıkları düş kırıklığı, giderek öfkeye dönüşmeye başlamıştı. Edilmedik sövgü kalmamıştı Yazar’a… Genelevdekilerce tartaklanmaya başlandığında, orada görevli polis zor kurtarmıştı Yazar’ı. Zürafa Sokak’tan dışarıya çıktığında kalabalıkça dışarıya itilen Aktör’ü gördü. Yazar’ı gördüğüne sevinen Aktör, haydi geçmiş olsun, bu işi de başardık dercesine: “Havar yu,” deyince, Yazar: Başlarım senin haveryundan der gibi başını salladı ve yanıt vermeden Galata kulesine doğru yürüdü…
Aktör’ün evine geldiklerinde ağzını bıçak açmıyordu Yazarın. Ünlü olabilme sevdasına başına gelen bu olay, çok üzmüştü onu… O gece evine gitmeyip Aktör’ün evinde kaldı. Yattığında sabaha dek uyku girmemişti gözüne. Erkenden kalkıp, ocağa çay suyunu koydu. Sigara almak için dışarıya çıktı. Gece, durmadan içtiğinden bitmişti sigarası. Sigara aldığı yerden bir kaç da gazete alıp eve döndü. Çayı demledikten sonra bir sigara yaktı. Gazeteleri okumaya başlayınca, bir haber dikkatini çekti. Haberi okumaya başladığında, bundan sonra kendisinin de ünlü bir adam olacağını anladı. Haberin başlığı şöyleydi: “KART ZAMPARANIN MASKESİ DÜŞTÜ.” Köpekle yaptığı savaşın fotoğraf altı da şöyleydi: “Köpek insanı ısırınca haber olmaz derler ama, bu kez haber oldu”… Haberin içeriğinde söylemedik söz bırakmamışlardı Yazar’a. Gazeteci, genel evde kadınlarla ve erkeklerle on altı röportaj yapmıştı konuyla ilgili olarak. Neler neler söylemişlerdi. Ne cinsi sapıklığı kalmıştı söylenmedik, ne de ırz düşmanlığı… Haberi bitirip gazeteyi kapattığında telefon çaldı. Yazar telefonu açtı. Karşısında büyük oğlu vardı. Oğlu: “Söyleseydin ben götürürdüm oraya seni, böyle dümenler yapmaya ne gerek vardı,” dedi. Yazar: “Sana gerçeği anlatırım oğlum. Uyanık ol da annen görmesin gazeteyi,” deyince Oğlu: “Annem gösterdi yazıyı bana. Sen uyanık ol da görünme anneme,” dedi…