Mürefte’den Uçmakdere’ye Doğru

Mürefte'den Uçmakdere'ye Doğru

Sabahın erken saatlerinde bir hayli yol almıştık. Ama halen çok emin değildik o keşmekeşin etkisinden tam olarak uzaklaşıp uzaklaşmadığımızın. Bu tıpkı suç işlemiş bir kişinin arkasından kovalayanlardan kaçması gibi bir şey.Kovalayan kişiler kovalamaktan vazgeçmiş olsalar dahi, kaçan kişinin bundan tam olarak emin olmaması nedeni ile bir sure daha koşmaya devam etmesi gibi.

Ama artık dayanacak gücümüz kalmamıştı. Sonunda Mustafa:

“Abi artık duralım karnım çok acıktı. Zaten Silivri’yi geçtik artık!” diye yakardı. Biz suç işleyen kaçaklar artık kovalanmadığımızı anlamıştık. Acilen bir yerde durup güzel bir şeyler yemezsek mürettebat isyan edecekti bu duruma.

“İşte” dedi Mustafa, gözleri parlayarak. Adaşım Erkan da onu teyit edercesine “Abi şurası! İşte şurası!” diye atıldı.

Ben araba kullanmakta olduğumdan dikkatimi yola vermişken ani bir hareketle Erkan ile Mustafa’nın gösterdikleri yere doğru direksiyonu kırdım. Ahşap ile bezenmiş bir mola yeri karşımızda duruyordu. Güzelce karnımızı doyurabilirdik burada. Sevinçle içeri girdik.

Yarım saat içinde keyfimiz yerine gelmişti. Artık yolumuza devam edebilirdik. Tekrar yola koyulduğumuzda sanki her şey daha mutluluk verici bir hal almıştı. Üzerinde seyahat ettiğimiz karayolu bu noktadan sonra İstanbul’un varoşlarının insana umutsuzluk veren görüntüsünü terk edip yavaş yavaş tarım alanlarının nispeten hafifletici görüntüsü içerisine doğru yönelmeye başlamıştı. Herkesi birden neşe sarmıştı. Neşeli bir kaç dakika sonrasında yine dayanamayıp memleketimizin uçsuz bucaksız meselelerine dönmek zorunda hissetmiş olmalıyız ki kendimizi son zamanlarda basında sıkça yer alan bir haber ile ilgili konuşuyor bulduk:

– Bence Dubai’li prensin İstanbul’a inşa etmeyi planladığı kuleler İstanbul’un mimari örgüsüne büyük zarar verir.

– Fakat bu proje içerisinde bir bilişim merkezini de barındırıyor. Bu da içerisinde geleceğe yönelik kazanımlar barındıran bir yanı bu projenin.

– Olmaz olsun kazanımları. Bence İstanbul’un iyi bir şekilde algılanması gerekiyor. Dünyada tarihi miras açısından İstanbul ile karşılaştırılabilecek bir veya iki kent var sadece. Böyle bir mirasın sorumluluğunu taşımak…..

Şarköy’e yaklaşmaya başlamıştık.Artık öncekinden daha ikincil bir yola girmiş ve bu yolun bir yılanın gövdesini andıran bitmez tükenmez kıvrımları içerisinde köylere girip çıkarak ilerliyorduk. Arada bir, iri çoban köpekleri arabamıza doğru hamle yapıp duruyordu.Hep aynı şekilde devam edecekmiş gibi görünen bu yol bizi birdenbire Şarköy’ün içine atıverdi.Etrafta şarap satan dükkanlar bunu teyit edercesine sürekli gözümüze çarpmaya başlamıştı.

Ancak bu güzel kasaba bizim nihai hedefimiz değildi. Bütün hafta haritalardan bölgeyi inceleyip Mürefte’ye yapacağımız seyahati planlamaya çalışmıştık. Mürefte’de bir otele yerleşip çevre köyleri gezecektik. Artık Şarköy’de olduğumuzdan sadece üç beş kilometre kalmıştı hedefimize. Hiç vakit kaybetmeden hedeflediğimiz kamp yerine ulaşmak için hamle yaparak Şarköy’den ayrıldık.

Kısa bir seyahat sonrası Mürefte’ye nihayet ulaşmıştık. Arabamızın camlarını araladığımızda burnumuza şarap kokusu derinden gelmeye başlamıştı bile. Bu ilk sarhoşluğu üzerimizden atarak kalacağımız otele doğru yöneldik. Burası Mürefte’nin tek oteliydi.Otelin karşısında alabildiğince Marmara Denizi uzanıyordu. Marmara Denizinin çizdiği sonsuzluğa solda Marmara Adasının devasa silüeti ve sağda Mürefte’nin şarap işletmelerinin etkileyici görüntüsü eşlik ediyordu. İstanbul’dan alışmış olduğumuz kalabalığın aksine yürümekte olan bir iki kişi dışında kimsecikler görünmüyordu çevrede. Bu etkileşimlerden hızlıca sıyrılıp bir an önce odalarımıza yerleşerek gün batmadan karşımızda yer alan şarap işletmelerine doğru yapmayı planladığımız geziyi gerçekleştirmek için harekete geçtik. Ne de olsa zamanımız bir gece ve iki gün ile sınırlıydı ve bu nedenle her anı etkin bir şekilde kullanmamız gerekiyordu.

Kısa bir süre sonra karşıda yer alan şarap müzesinin kapısına ulaşıverdik. İçeride oldukça nazik bir görevli bizi karşıladı. İçerisinde ilerlemekte olduğumuz taştan yapılmış, loş, her tarafta yoğun şarap ve üzüm şırası kokusu olan koridorun sağ tarafında eski zamanlarda şarap yapımında kullanılan aletler yer alıyordu. Müzede bize mihmandarlık yapan görevli:

“Şu sağda gördüğünüz alet üzümün tanelerini salkımından ayırmak için kullanılırdı. Onun yanındaki kap içerisinde de üzümler ezilirdi. Daha sonra ezilen üzümler posaları süzülmeden ileride gördüğünüz kaplarda bekletilirdi…”

Biz ise görevlinin bu kadar istekli ve oldukça detaylı anlatımlarına rağmen, çok keyif alarak içtiğimiz bu büyülü içecek hakkındaki her detayı öğrenmek istercesine:

“Peki üzüm ezildikten sonra neden posasından ayrılmadan bekletiliyor?” gibi sorularla bu detaylı anlatımı pekiştirmeye çalışıyorduk.

Böylece, büyük bir dikkatle üzümün şıraya daha sonra da şaraba dönüşmesini izledik. Şarap üretim aşamalarının anlatıldığı bölümü henüz bitirdiğimizde. Görevli nazikçe:

“Buyrun, mahzenimize doğru inelim.Sizlere şaraplarımızdan tattırmak isteriz.” dedi.

Bu davet üzerine mahzene doğru ilerlemeye başladık. Görevli daha önce göstermiş olduğu nezaket içerisinde bizlere çeşitli yıllara ait şaraplardan ikram etti. Cinsault, Gamay , Papazkarası, Boğazkere, Merlot: Her birinin tadı bu atmosfer içerisinde daha etkileyici gelmişti bizlere.

Bu etkileyici atmosferden çıkıp otelimize dönerken ertesi gün yapmayı planladığımız gezinin içeriği hakkında detayları konuşmaya başlamıştık bile. Akşam yemeğinde gün içerisinde yaşadıklarımızın etkisi ile ve yörenin şaraplarının buna yapmış olduğu katkı ile arkamızda kalan haftanın yorgunluğundan sıyrılmak pek de zor olmadı.

Ertesi gün sabah kahvaltısından sonra çevreyi gezme planımızı gerçekleştirmek için harekete geçtik.Rotamız belliydi. Önce kasabanın arkasında kalan dağların eteklerinden yukarılara doğru yükselen üzüm bağlarının eşlik ettiği patikayı takip ederek yükseklerde yer alan köyleri ziyaret edecektik.Patikadan yukarılara doğru çıktıkça ,aşağılarda yaygın olarak rastlanan zeytinliklerin yerlerini meyva ağaçları ve daha sonra da üzüm bağları almaya başlamıştı. Bu başlangıç olarak bizim görmeyi umduğumuz bir manzaraydı. Ancak o manzaraya bizzat şahit olmak tasavvur etmenin oldukça ötesinde etkiler yaratıyor insanda.

İlk girdiğimiz köyün merkezine doğru ilerlerken köy meydanında kasalar dolusu üzümün istiflediğini gördük. Bizim ziyaretimizin tarihi itibarı ile yörede bağ bozumunun son dönemleri yaşanmakta olsa da köyde gördüğümüz üzüm hasadı miktarı şaşılacak kadar fazlaydı. Sonrasında toplanmakta olan üzümün yeni yetiştirilmeye başlanan ve hasadı diğer türlerden daha geç yapılabilen Alfonoz cinsi üzümler olduğunu öğrendik.Bu arada köy meydanında kasa kasa istiflenen üzümlerin görüntüsü bizleri etkilemiş olacak ki bu üzümlerden bir kasa satın alarak dönüş yolculuğumuzda İstanbul’a götürmeye karar verdik. Bunun üzerine köyün merkezinde istiflenmiş kasalardan almak yerine bir üzüm bağına giderek toplanılmakta olan üzümlerden satın almayı, bağbozumu atmosferine bizzat şahit olmak amacı ile tercih ettik.

Üzüm bağına gitmek için arabamızı park edip köyden bir kişinin rehberliğinde yürüyerek yola koyulduk. İnsanlar bağda harıl harıl çalışıyorlardı. Önce üzümler salkım salkım kesiliyor, aralarında zarar görmüş salkımlar varsa bunlar sirke yapımına ayrılmak üzere ayıklanıyor, düzgün olanlarsa dikkatlice kasalara diziliyordu. Biz de çalışanlara “kolay gelsin” deyip bağın içerisine giriverdik.

Bu esnada Erkan bağda var olan faaliyeti hiç durmadan fotoğraf çekerek resimlemeye çalışıyordu. Erkan’ın bu davranışı orada çalışanları şaşırtmış olacak ki bağın sahibi Hasan Amca’nın karısı merakını gideremeyerek:

“Oğlum sen neden bu kadar çok fotoğraf çekiyorsun? Gazeteci misin yoksa?” diye Erkan’a sordu.

Kadıncağız Erkan’ın altı üstü bir üzüm bağı ve orada çalışanları neden merak edip de bu kadar fazla fotoğraflarını çektiğine anlam verememişti anlaşılan. Fakat Erkan buna rağmen fotoğraf çekmeye devam etti; Hasan Amca’yı, oğlunu, kızını ve diğerlerini çalışmaları sırasında birer birer resimledi. Ama Hasan Amca’nın karısı bir türlü Erkan’a yüzünü dönmemişti. Bunun üzerine Hasan Amca karısına şakayla karışık olarak:

“Yahu kadın! Neden çocuğun fotoğraf çekmesine izin vermiyorsun. Bir baksan ne olur? Ne aksi kadınsın yahu!” demiş ama teyze kararlı bir biçimde Erkan’a sırtını dönerek çalışmaya devam etmişti. Hepimiz bu manzara karşısında gülmekten kendimizi alamadık.

Erkan, teyzenin fotoğrafını çekemese de Hasan Amca’ya teşekkür edip bizim için hazırlanan üzüm kasasını alıp yola koyulduk.

 

Bu şirin köyden ayrıldıktan sonra ve bir iki köyden daha geçerek aşağılara doğru inen oldukça dik bir patikaya doğru yöneldik. Bu eğim bizi çok geçmeden sahilde yer alan Hoşköy’e ulaştırdı. Hoşköy ismi gibi gerçekten sevimli bir yerdi. Özellikle sahildeki deniz feneri ve eskilerden kalan bir şarap imalathanesi etkileyici görünüyorlardı. Denizi çakıllı fakat çok berrak olan Hoşköy sahil boyunca uzanan yazlık evleri ile güzel bir görüntü ortaya koysa da fazlaca yazlıkçılara yönelik bir yer olması nedeni ile bizim görmeyi umduğumuz görüntülerden biraz uzak bir görüntü sergiliyordu. Bu nedenle burada çok fazla zaman kaybetmeyip yolumuza devam etmeye karar verdik. Tahminen on beş dakika kadar sonra Ganos’a vardık. Burası küçük ve eski bir Rum köyüydü. Geçmişte büyük bir yangın geçirmiş olduğundan dolayı tarihi yapılarından sadece biri veya ikisinin ayakta kalmış olduğunu öğrendik. Ganos’un bir başka özelliği de İzmit’den Marmaraya açılan ve beklenen İstanbul depremini yaratacağı öne sürülen fayın denizden Trakya topraklarına çıktığı yer olması. Yani meşhur Ganos fayı burada kara ile birleşmekteydi.

Ganos’dan bizim nihai hedefimiz olan Uçmakdere’ye ulaşmak için yolumuza devam etmeye karar verdik. Ganos’tan sonra fayın da etkisi ile yeryüzü şekillerinde ani bir değişiklik olduğunu gözlemledik. Bu noktadan sonra üzerinde ilerlediğimiz yol denizden aniden yükselen dik dağların kenarından ilerlemeye başlamıştı. Dağlardan dinamit patlatılarak elde edildiğinden bu yol kayalık bir zemine sahipti. Ganos’a kadar yola eşlik eden yeşilliklerle dolu arazi yapısının burada yerini çok sarp ve hiç bir bitkinin yetişmediği, sadece kayaların yer aldığı ürkütücü bir coğrafyaya bırakması bizde şaşkınlık yaratmıştı açıkçası. Böyle bir ortamda uzunca bir süre yol aldıktan sonra gri kayalıklar arasından ileride yeşil bir vahaya doğru yaklaşmakta olduğumuzu fark ettik. Gördüğümüz yeşilliklerle dolu yer Uçmakdere’nin denize olan izdüşümüydü. Burada yüzyıllık çınarların gölgesinde yer alan bir kamp alanı vardı. Kampın ve dolayısı ile vaha diye tabir ettiğim bölgenin sahildeki uzunluğu aşağı yukarı üç yüz metre var veya yoktu. Daha sonra az önce bahsettiğim kayalık coğrafya yeniden başlıyor ve bundan sonrasında bir daha aralık vermezcesine devam edip gidiyordu. Burası insana dünyada diğer her şeyden çok çok uzaklarda olduğu hissini veren bir yerdi.Elinizi yukarıya açıp çevrenizde üç yüz altmış derece döndüğünüzde kayalıklar ve deniz ile uzaklarda kucaklaşan gökyüzü dışında bizim bildiğimiz dünyaya, insana veya yaşama dair hiç bir şey göremiyorsunuz bu mekanda. İnsan böyle bir atmosferin altında çok karmaşık duygulara kapılıyor doğrusu. Bir yandan tarif edilmez bir huzuru içinizde hissederken bir yandan koskocaman ve başka hiçbir kimsenin yaşamadığı bir dünyada tek başına var olmanın insanda yaratacağı ürkütücülüğü hissediyorsunuz içinizde. Daha önce buna benzer duyguları, kimseciklerin olmadığı bir günde Knidos’u ziyaret ederken hissetmiştim.

Oldukça yoğun düşünceler içerisinden bir an sıyrılmış olacağız ki bir anda Uçmakdere köyüne gitmemiz gerektiğini hatırlayıp kendimizi toparlayarak bulunduğumuz yerden ayrıldık. Uçmakdere’ye ulaşmak için bulunduğumuz yerden içerilere doğru giden yola saparak karşımızda yükselmekte olan dağın eteklerine doğru tırmanmaya başlamıştık. Beş dakika kadar sonra Uçmakdere’ye ulaşmıştık. Gezi planımızdaki son hedefimize de ulaşmıştık artık.

Köyün merkezine doğru ilerlerken etrafta kimsecikler görünmüyordu. Biraz daha dikkatle baktığımızda ileride, köyün meydanındaki kahvehanede bir iki kişinin çay içmekte olduğunu fark ettik. Biraz daha ilerlediğimizde keçilerini gütmekte olan bir çobana rastladık.Bunun dışında ise sakinlik etrafta kol geziyordu. Diğer bozulmuş köylerin aksine Uçmakdere her binası ile hatıralarımızdaki köy imgesini teyit edercesine karşımızda duruyordu. Taş ve ahşabın bir arada kullanıldığı bir mimari köyün bir çok evinde gözlemleniyordu. Evlerin önünde kurusun diye iplere dizilmiş tütünler burada tütün tarımının yaygın olduğunun ipucunu veriyordu.

Uçmakdere de Ganos gibi çok eski bir Rum köyüydü. Köyün denize bakan yönüne doğru çok eski ve oldukça görkemli bir yapının varlığı dikkatimizden kaçmamıştı. Bu yapının çok eskilerde hastane ve eczane olarak kullanıldığını öğrendik. Bina taş duvarlar içerisine ahşap bir iç aksam oturtularak inşa edilmiş estetik bir yapıydı. Binaya taştan örme kemerli bir eşiğin altında yer alan iki kanatlı ve işlemeleri ile dikkati üzerine çeken kapıdan giriyorsunuz. İçeri girdiğinizde karşılaştığınız manzaradan binanın uzun süredir kullanılmadığı anlaşılıyordu. Her taraf toz ve örümcek içerisindeydi. Binanın yukarı katlarına ulaşmak için merdivene yöneldiğimizde bir kedinin merdivenlerde ölmüş ve çürümüş olduğunu fark edip bir anlık duraksadık. Daha sonra bu sevimsiz görüntüyü görmezden gelerek, kararlılıkla merdivenden yukarı katlara tırmanmaya başladık. Evin bazı bölgelerindeki ahşaplar pek de sağlam görünmediğinden dolayı adımlarımızı dikkatle atarak ve fazlaca bir araya toplanmadan binanın üst katlarını incelemeye başladık. Bu görkemli yapının içerisinde nice hayatların geçtiğini düşündükçe, şu anki yalnız ve terk edilmiş hali insanda derin bir hüzün uyandırıyordu. Binanın bazı odalarında , binanın terk edildiği dönemlerde buraya sığınmış bazı kişilerden kalan eşyalar olduğunu fark ettik; Bir sandık, külüstür bir televizyon ve sandığın içindeki bir kaç parça giysi.Başka bir odada ise 20.yüzyılın başlarından kaldığını düşündüğüm, belki de daha eski, metalden yapılmış araç ve gereçler vardı. Bu her hali ile etkileyici yapıdan hüzünlü duygularla ayrılırken hayranlık ve saygı ile son bir kez arkama baktım. Keşke onun için bir şeyler yapabilsem diye geçirdim içimden. O esnada Mustafa:

“Bir arkadaşım Uçmakdere’nin keçi peynirinin çok lezzetli olduğunu söylemişti. Bulabilirsek bir miktar satın almak isterim” diyerek konuyu değiştirdi.

“Tamam. Çok iyi bir fikir, ben de almak isterim.” diye teyit ettim bu güzel teklifi. Keçi peynirini bilse bilse biraz önce gördüğümüz keçi çobanı bilir diyerek o tarafa doğru yöneldik. Çoban bize yardımcı olmaya çalışsa da elinde fazla bir peynir kalmamış olduğunu öğrendik.Neyse ki az ileride bir tabelanın üzerinde “Keçi Peyniri Bulunur”yazdığını fark ettik ve ihtiyacımız kadar keçi peynirini buradan satın alabildik.

Bize peynir satan adamla konuşurken, köyün yukarılarına doğru üzerinde çift başlı kartal figürü bulunan çok eski bir mezarın varlığından haberimiz oldu. Son olarak bu eski mezara doğru ilerledik. Mezar taşının üzerinde yunan alfabesi ile yazılmış bir yazıt ve bunun üzerinde de çift başlı bir kartal figürü yer alıyordu. Bana Rum kültüründe fazla bulunmayan daha çok Selçuklular’da rastlanan çift başlı kartal figürünün bu mezarda yer alması biraz tuhaf gelmişti ama bunun nedenini araştıracak kadar ne zamanımız ne de buranın tarihi hakkında ipuçları elde edebileceğimiz ulaşılabilir bir kaynak vardı. Ancak Anadolu’daki çok kültürlülük nedeni ile ortaya çıkan etkileşimlerin bir sonucu olarak böyle bir figürün bir Rum köyünde yer alan mezarın üzerine kazınmış olmasını da mantıktan çok uzak bulmuyorum. Örneğin çok daha eski de olsa benzer bir olguya Dalyan’da yer alan Kaunos antik kentinde de rastlamıştım. Kaunos hakkında bilgi veren makalelerden birinde bu kentin yazıtlarında Eski Yunan Alfabesi kullanılırken kullanılan dilin Anadolu’nun yerel dillerinden biri olan Luvice’ye daha yakın olduğunu okumuştum. Dolayısı ile benzer bir etkileşim başka bir kültüre ait bir figürün burada var olmasını açıklayabilirdi. Tabii bunun tahminden öteye gitmeyen bir yaklaşım olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bununla birlikte bu çok eski mezarın somut olarak söylediği şey Uçmakdere’nin çok eski tarihlerden beri bu güzel coğrafyada var olduğudur.

Bu arada Uçmakdere’deki gezimizin de sonuna yaklaşmıştık. Güneş gökyüzünün yukarılarındaki tahtından aşağılara doğru inerken kendimizi gezimizin başlangıç noktası olan Mürefte’ye dönüş yolunda bulduk. Önce kayalıkların yer aldığı ürkütücü coğrafyanın eşliğinde daha sonra zeytin ve meyve ağaçlarının bulunduğu manzaraların eşliğinde fakat denizin hiç bizi yalnız bırakmadığı dönüş yolculuğumuzda, geçirmiş olduğumuz bu güzel günden enstantaneleri birbirimize tekrar tekrar anlatarak Mürefte’ye ulaştık.

Akşam üstü, Uçmakdere’den almış olduğumuz keçi peyniri ile karnımızı doyurduktan sonra İstanbul’a dönüş zamanımız gelmişti. Mürefte’nin şarap işletmelerinin olduğu bölgeden dönüş yolculuğuna başladık. Şarköy’den geçerken son bir kez şarap dükkanlarına baktık. Şarköy’den İstanbul yoluna girdikten kısa bir süre sonra hava kararmaya başlamıştı.