Türkiye tarihinde sövgünün en çok kullanıldığı yıllar, 12 Eylül askersel darbesinin yapıldığı 1980 ve onu izleyen 1981 yıllarıdır sanıyorum.Ben,bunun tanığı olmuş şanssız yurttaşlardan biriyim. Altmış üç gün kaldığım emniyet müdürlüğünde yalnızca bana edilen sövgüleri uç uca ekleseniz, rahatlıkla Edirne’den Kars’a köprü olur. Ben diyeyim bin siz deyin iki bin kez rahmetli anamın adını andılar…
Eli ayağı bağlı insanların öpüldüğü bu günlerde, tek avuntumuz Kahraman Ahmet olmuştu. Ahmet, bizlerin hem öcünü almış hem de namusumuzu kurtarmıştı. Bedeli yüksek olmasına karşın bunu başarabilmişti Ahmet…
Günlerdir bağlıydı gözlerimiz. Sorguların sonu gelmeyen bu günlerin birinde, yine çıplak betonun üstünde oturmuş sorgu sıramızı bekliyorduk. Başımıza gözcü olarak koydukları polisle bekçi, kırk beş dakikadır sövgü yarışı yapıyorlardı. Kazanana, diğeri kola ısmarlayacaktı. Küfür ettikleri kişi de bendim. Sık sık şekerim yükseliyordu. Yarım saat arayla, helaya gitmek için iki kez izin istemiştim. Birincisinde izin verdiler, gittim. Yarım saat sonra yine çişim geldiğinden ikinci kez izin istedim. Sen misin ikinci kez izin isteyen. İlkin oturaklı bir sövgü polisten geldi; onu bekçinin sövgüsü izledi. Derken polis ikinci bir sövgü şovu yaptı. Bekçi ondan aşağı kalmamak için tahminen üç buçuk dakika sürdürdü sövgüsünü. Sonunda saz şairleri gibi atışmaya başladılar. Yaptıkları iş pek hoşlarına gittiğinden, ödüllü sövgü yarışına dönüştü iş. İkisi de o denli antrenmanlıydı ki sövgüden yana, kolay kolay pes edecekleri yoktu. Kırk beş dakika dolduğunda bir mucize gerçekleşti ve ben sövülmekten kurtuldum. Yedi göbek atalarımdan başlayıp, yedi göbek torunlarıma dek uzanan sövgü, sekizinci göbeğe gelmişti ki, gözaltına yeni alınan birini getirdiler yanımıza. Sövgücüler beni bırakıp:
“Kaldığımız yerden sürdürürüz yarışmayı” deyip yeni gelenle ilgilenmek için onun yanına gittiler. Gözlerim bağlıydı ama o kadarını anlayabiliyordum.
Yeni gelenin adı Ahmet’ti. Kimlik belirlemesi yapılırken duyuyorduk. Kimlik belirlemesi bitip de Ahmet’i aramızda bir yere oturmak için görevli polisin, bekçiye: “Oturt bunu bir yere,” demesiyle kulaklarıma inanamadığım bir şey duydum. Ahmet, bekçiye”Ananı,” diye tüm gücüyle bağırdı. Bir an sessizlikten sonra, Bekçinin şaşkın bir sesle: “Bu manyak ne diyo lan?” dediğini, arkasından da iyi bir yumruğun Ahmet’in suratında patladığı duyuldu. Görevlilerin her vuruşunda Ahmet’in “Ananı” diye bağırdığını duyuyorduk. Polis: “Sus ulan artık, elimde kalacaksın,”deyip Ahmet’in bir yerlerinden tutup sallamaya başladığında, o, susacağına daha da ileri gidip”Ananı,” deyip, arkasından da polisin anasını bir güzel becerip sürdürüyordu sövgüsünü. Günlerdir bize sövenler, şimdi neye uğradıklarını şaşırmış durumdaydılar. Ahmet’i susturamayan Polis, Bekçiye: “Git şefi çağır” dedi. Bekçi dışarıya çıkıp biraz sonra döndüğünde iki kişiydiler. Şef içeri girdiğinde Polise sordu: “Niye çağırttın beni?” Polis: “Bu orospu çocuğu için” der demez, Ahmet’in bomba gibi patlayan sesi duyuldu: “Ananı S…” Polis: “Durmadan küfür ediyor Amirim” dedi. Amir: “Ni..” dedi. Arkasını getiremeden Ahmet’in sesi yeniden duyuldu: “Ananı S…” Ne yapıyorsun lan manyak, ölün çıkar senin buradan?” dediğinde Ahmet yeniden: “Ananı S…” diye bağırdı.” Götürün yukarıya da yumuşatsınlar bu orospu çocuğunu” deyip gitti Şef. Bekçi götürürken, Ahmet durmadan Ananı S..” diye bağırıyordu. Polis, Ahmet’in arkasından sinirli sinirli konuşuyordu: “Şimdi gösterirler sana ananın a..ını” diyordu.
Hiç kimsenin yapamadığını yapıyordu Ahmet. Ancak, bedeli çok yüksek olacaktı bunun. Tam,sorgucuların istediği şeydi bu. Kışkırtmadan bize bu kadarını yapanlar, Ahmet’i öldürürlerdi kesin… Ölse bile kahramanlar gibi ölecekti Ahmet. Hepimizin intikamını alıyordu… Onun bu davranışı sövgü yarışını da unutturmuştu görevlilere. Benim kurtarıcımdı bu durumda Ahmet. Ölmeyip yaşasaydı bari.
Bir saat oldu olmadı Ahmet’i sürükleyerek getirdiler. Yakınımda bir yere bıraktılar. Polis,yanına gelerek Ahmet’le dalga geçercesine konuştu: “Nasılsın bakalım Ahmet Kahraman?” Soyadını da öğrenmiş olduk böylece Ahmet’in. Tam kendisine yakışan bir soyadıydı bu… Ahmet kesik kesik soluyor, polise yanıt vermiyordu. Polis, daha da yaklaşıp dalgasını geçmek için: “Yine sövsene lan oros..” derken, Ahmet’i ayakkabısının ucuyla dürtmüştü. Hiç umulmadık bir şey oldu bu dürtüş sonucunda. Ahmet yine: “Ananı S…” diye bağırdı polise. Bekçi ve polis tüm güçleriyle vuruyorlardı Ahmet’e. O, her vuruş sonunda: “Ananı S…” diye bağırıyordu. Üşenmeden saydım. Otuz üçüncü sövgüsünü yarıda bırakmak zorunda kalmıştı Ahmet. Dayaktan bayıldığını anladım…
Günler günleri, haftalar haftaları kovaladı. Ahmet son güne dek kalayladı polisleri. Sövgü konusunda bizler figüran gibi olmuştuk. Polisler en okkalı sövgülerini Ahmet için kullanıyorlar, bizlereyse, kedi payı örneği en küçükleri kalıyordu. Kim olsa kaldırırdı o kadarcığını…
Polisten alıp, askeri birliğe götürdüler hepimizi. Doksan iki kişiydik. Bu arada, sorgular bitmiş gözlerimiz çözülmüştü. Böylece Ahmet Kahraman’la da tanışmıştık. Hepimiz o koşullarda kilo yitirip zayıflamıştık. Ahmet yediği dayaklar yüzünden, köfün gibi şişmiş, zayıf bir adam olarak geldiği emniyet müdürlüğünden tombul bir adam olarak çıkmıştı… Suçlandığı şey çok saçmaydı. Kaçak olan yeğenini evinde saklamakla suçlanıyordu. O: “Yeğenim her zaman gelip kalır evimde. Arandığını bilmiyordum.” demişti polise haklı olarak. Böyle durumlarda başkası olsa emniyetten bile salınabilirdi. Ahmet, ettiği küfürlerin kurbanı olmuştu. Bırakın emniyetten salmayı, Ahmet’i örgütün başı yapmıştı Polis. Bizim doksan iki kişilik topluluk: “Ahmet Kahraman ve arkadaşları” diye anılıyordu. Polis öyle yazmıştı belgelere…
Kışlaya yerleştiğimizde ilk sövgüyü çavuş yemişti Ahmet’ten. Bizi sıraya sokmak isteyen Çavuş, ona elini uzatıp: “Sen şöyle geç” derken, Ahmet “Ananı” diye bağırmıştı. Çavuş şaşırmış ve oradan uzaklaşmıştı. Bu arada ben de Ahmet’in gerçek bir kahraman olmadığını, herhangi bir yerine dokunulduğunda, ya da kendisine karşıdan bir parmak uzatıldığında sövdüğünü anladım. Elinde olmadan yapıyordu bunu. Biraz üstüne gidip elini bir kaç kez Ahmet’e uzatıp gıdıklayacakmış gibi salladığınızda, hiç durmadan sövüyor ve kıpkırmızı kesiliyordu.
Ahmet’in huyunu hepimiz öğrendiğimizden onunla konuşurken elimizi uzatmıyor ve ona dokunmuyorduk. Kötü amacı olmasa da askerlerin önünde sövmesine neden olmuyorduk. Ancak, dalgınlıkla elimizi uzatıp konuştuğumuz da oluyordu. Ahmet bu durumu hiç affetmeyip, kalaylıyordu elini uzatanı. Duruma bir çare düşünüp önlemeliydik bunu. Karar verdik: Ahmet’e kimse dokunmayacak; onunla konuşurken el kol sallamamak için hazır olda durulacaktık… Bu uygulama tutmuştu. Sövmüyordu artık Ahmet…
Hepimizin, karşısında hazır ola geçip konuşmamız askerlerin dikkatini çekmişti. Demir kapının penceresinden bizlere bakıp aralarında konuşuyorlardı. “Ahmet Kahraman ve arkadaşları” olarak gönderilmemiz sonucu, askerlerin gözünde zaten önemli bir yeri vardı onun. Bir de karşısında hazır ola geçip konuşmamız, Ahmet’i olağanüstü bir adam olarak görmelerine neden olmuştu. Üstelik de içimizde en heybetlimiz Ahmet görünüyordu.Yediği dayaklar onu şişirip babayiğit bir adam yapmıştı. Ne zaman helaya gitmek için kapının önünde dursa, askerler hiç bekletmeden kapıyı açıp, korkuyla yol veriyorlardı ona…
Askerler arasındaki konuşmalar komutanlığa gitmiş olacak ki, bir gün bölük astsubayı özel olarak Ahmet’i görmeye geldi. Hepimizi bahçeye çıkarıp tek sıra dizdiler. Kollarına son kıdemi de takmış olan şişman Astsubay, gelip karşımızda durdu. Hiç bir şey söylemeden Çavuşa dönüp: “O hangisi?” diye sordu. Çavuş başıyla Ahmet’i gösterdi. Elini uzatmadan yapıyordu bu işi çavuş… Astsubay: “Ahmet Kahraman, üç adım öne çık bakalım” dedi. Ahmet üç adım öne çıktı. Astsubay, ellerini arkasına bağlayıp Ahmet’in çevresinde bir tur attı ve önünde durdu. “Bunların başı senmişsin, öyle mi?” dedi. Ahmet: “Polise bakarsanız, öyle” diye yanıtladı. “Polise göre öyle de, konuşurlarken niçin esas duruşa geçiyorlar karşında arkadaşların?” Ahmet: “İsterlerse geçmesinler” dedi. Başçavuş: “Vay be?. Analar ne yiğitler doğuruyormuş.” dedikten sonra elini Ahmet’e doğru uzatarak: “Yani..” Lafını tamamlayamadı Başçavuş. Ahmet: “Ananı S… ” deyince, korkudan iki adım geriye sıçradı o şişko adam…
Ahmet’in Başçavuşa sövmesi, başına büyük dert açtı. Askerlerden güzel bir dayak yedikten sonra, kömür deposuna kapattılar onu. Orada kaldığımız sürece tek başına depoda geçirdi günlerini.. Şişleri tam inmeye başlamışken, Astsubayın buyruğundaki askerler yine şişirmişlerdi Ahmet’i. Daha sonra da hep birlikte, mahkemeye çıkacağımız gerçek tutukevine gönderildik.
Boşu boşuna dört ay geçmişti. Ahmet, bir an önce kurtulmak istiyordu bu kötü yaşamdan. Korumaya almıştık onu hepimiz. Elimizden geldiğince kimseyle konuşturmuyorduk. Huyunu bilmeyen kişilerin karşısında, onların el hareketlerinden korunmak için, ya başını ters yöne çevirip konuşuyor, ya da gözlerini yumuyordu. Bizim de yardımımızla olaysız günler geçiriyordu…
Mahkeme öncesi hepimizi savcılığa götürüp ifade aldılar. Odaya tek tek alıyorlardı sanıkları. Ahmet de tek girecekti çaresiz. Bizlerin yardımı olmadan ifadesini verip kazasız belasız çıkmalıydı. Birer birer girmeye başladık savcının yanına. En çok on dakikada çıkıyordu girenler. Ahmet girdi. Yirmi dakika oldu çıkmadı. Kaygılanmaya başlamıştık. On dakika daha geçti, Ahmet çıktı.Yüzü yine kıpkırmızıydı. Anlattığına göre, başını arkaya çevirip konuşmasına savcı izin vermemişti. O da gözlerini kapatıp yanıtlamaya başlamış soruları. Bir süre sonra savcı buna da sinirlenmiş, “Aç gözlerini be adam” diye azarlamış onu. Ahmet gözlerini açtığında savcı elini uzatıp “Ananın adı” diye sorunca, Ahmet, Savcı’ya, “Ananı” demiş. Savcı anlamadığını sanıp, “Evet, ananın” diye yinelemiş. Ancak, eli Ahmet’e doğru olduğundan, O yine: “Ananı” demiş. On beş dakika böyle sürüp gitmiş. Savcı kızıp elindeki belgeye bakmış ve katibe “Yaz: Ana adı: Ananı” deyip sürdürmüş sorgulamayı. Ahmet, sorgusu bitip çıkarken, Savcı: “Anasının adını bilmeyen bu aptalı niye almış ki polis” diye söylenmiş. Eliyle S…tir git, gibilerden bir hareket yapınca, Ahmet: Ananı S…, deyip atmış kendini dışarıya. Savcının, Ahmet’i yeniden çağırmasını bir süre kaygıyla bekledik. Çağırmadı nedense. Herhalde Ahmet’in kaçık olduğunu sandı Savcı..
Savcılık sorgusundan sonra da çıkamadı Ahmet. İş birinci duruşmaya kaldı. Üç katlı asker ranzalarının en alt katında yatıyordu. Ranzası demir kapının tam karşısındaydı. Asker gardiyanlardan birinin, elindeki copu sürekli sallama alışkanlığı vardı. Kapının önünde durup yüzünü bize doğru döner ve copunu sallardı. Bir gün ranzasına doğru bakıp copu sallamaya başladığında, Ahmet yattığı yerden ayağa fırlayıp, copu her sallayışında ona “Ananı S…” diye bağırmaya başladı. Bu olay, eski durumuna dönmekte olan Ahmet’in üçüncü kez şişmanlamasına neden oldu…
Yatağını, koğuşun en dibine alarak, coplu gardiyanın gözünün önünden uzaklaştırdık Ahmet’i. O nöbetçi olduğunda helaya da gitmiyordu. Bir gün çok sıkışınca boş bir yoğurt kabı bulup koğuşta işedi. Kabı da pencereden dışarı attı. Bu da olmazdı işte. Bu denli şansızlık ancak Ahmet’in başına gelebilirdi. Kabı attığı yerde in cin top oynardı başka zamanlar. Bu kez Başgardiyan tünel denetimi yapıyormuş orada. Bir kase sidik başından aşağı geçince okkalı bir küfür savurdu Başgardiyan. Biraz sonra da koğuştaydı. Hepimizi sorguya çekti. Hiç birimiz söylemedik kimin yaptığını. Doğal olarak da sıra dayağından geçtik…
Ertesi gün yine Cop Sallayan nöbetçiydi. Ahmet yine sıkışmıştı. Bir gün önce yediğimiz dayağın izleri geçmediği için, yoğurt tası işini yeniden yapamazdı. Ahmet’in başına bir ceket geçirip cop sallayanın yanından olaysız geçirdim ve helaya götürdüm. Ben lavaboda ellerimi yıkarken Ahmet’in “Ananı” diyerek dışarıya fırladığını gördüm. Donunu çekmeden fırlamıştı dışarıya. “Ne oldu?” diye sordum. Arkasından koşan sıçanı gösterdi. Küçük bir kedi kadardı. Koca burnunu Ahmet’e uzatmış, ısırmak için uğraşıyordu. Yakınımdaki süpürgeyle sıçanı çıktığı deliğe soktum. Ahmet’i yeniden oturtup, kapısı açık helanın kapısında süpürgeyle nöbet tutarak, işini bitirene dek bekledim…
Beklenen gün sonunda gelip çattı. İlk duruşma için yargılanmaya gidecektik ertesi gün. Dışarıda önemli işi olanlar, nasılsa çıkacak diye Ahmet’ten yardım istiyorlardı. Ahmet sigara ağızlığını bana armağan etti.
Ertesi gün tıraş olup temiz giysilerimizi giydik. Mahkemeye arabalarla gidecektik. Yirmişer kişi ayırıp ikişer ikişer kelepçelediler hepimizi. Bana kelepçedaş olarak Ahmet düşmüştü. Arabalara binerken cop sallayan gardiyan, elindeki copu hafifçe dokundurup sayıyordu. Bu durumda Ahmet’in, gardiyanın yanından sövmeden geçmesi olanaksızdı. Diğerlerinin aksine, Ahmet’le biz geri geri yürümeye başladık. Böylece gardiyandan yana ben yürüyordum. “Ne biçim yürümek lan bu?” deyip copu indirdi gardiyan. Ahmet kurtulmuştu ama, biraz sonra benim pantolonumun arkası dar gelmeye başlamıştı…
Mahkemeye gittiğimizde, arabadan inip salona girenleri deniz subaylarından biri sayıyordu. Saydığı kişilere doğru da parmağını uzatıyordu. Ahmet yine tehlikedeydi. “Yum gözlerini Ahmet” dedim. O, yumuk gözleriyle geçerken bana dönüp sordu subay: “Kör mü bu?”. “Geçici körlük” deyip geçirdim Ahmet’i subayın yanından…
Yargılama başladı. Kimlik denetiminden sonra ilk sorgulama yapılıyordu. Ahmet’le yan yana oturmuştuk. Benim sorgumdan sonra, sorgu yargıcı Ahmet’in sorgusuna başladı. Hiç gereği yokken, Başgardiyanın başına rastlayan sidik dolu yoğurt kabından söz etmeye başladı Ahmet. Aslında yargıç dosyaları daha önce incelediğinden suçsuzluğunu anlamış, ifadesine yardım ediyordu. “Bırak şimdi onları, davayla ilgisi yok anlattıklarının” dedi. Ahmet: “Öyle de efendim, Başgardiyan beni mahkemenize şikayet edeceğini söyledi. Suçsuz yere aylardır yatıyorum, bir de bu çıkmasın başıma diye anlatıyorum” deyince, Yargıç kızgınlığını saklamaya çalışarak: “O idari bir durum, bizi ilgilendirmez” dedi. Ahmet bu kez de cop sallayan gardiyanın kendisine nasıl düşmanca davrandığını anlatmaya başlayınca, Yargıç bu kez kızgınlığını gizlemeyip: “Bırak şimdi bunları,” diye bağırırken, elini de Ahmet’e doğru salladı. Ahmet: “Ananı S…” deyiverdi hiç istemeden…
Karar okunurken heyecandan eli ayağı tir tir titriyordu Ahmet’in. Tutuksuz olarak yargılanacakların içinde adı sayılınca titremesi durdu, sevinçten bayılacak gibi oldu ve düşmemek için bana tutundu. Kararı okumayı sürdüren Yargıç: “b” dedi. Ahmet Kahraman’ın, Mahkememiz kuruluna küfür edip hakaret ettiğinden dolayı, hakkında dava açılacağından tutukluluk halinin devamına…”
Ahmet, koğuşa geldiğimizde üstündekileri çıkarmadan yatağına girdi. İki gün kalkmadan yattı orada. Mahkemede başından geçen olay askerlerce duyulmuştu. Cop sallayan, ikinci gün Ahmet’in baş ucuna gelip kaldırdı onu. Kaldırırken de copunu dürttü. Ahmet ölü gibi yatarken, birden fırladı ve: “Ananı S…” dedi cop sallayana. Cezaevi komutanının çağırdığını söyledi asker. Kalktı ve birlikte gittiler.
Ahmet geldiğinde her yanı mosmordu. Komutan, yüce mahkemenin başkanına söven Ahmet’e kendince bir ceza vermişti. Bu arada da kendisine dokunan komutanın, anasını kalaylayıp pırıl pırıl etmişti bizim Kahraman. Bir kaç saat sonra da yusyuvarlak dönmüştü koğuşa…
Özel yaşamında sövgü nedir bilmeyen Ahmet, bu kötü huyu yüzünden istemeden herkese sövüyordu. Bu durumundan çok tedirgin olduğunu söylediğinde, doktora gidip gitmediğini sordum. Bir kaç kez gitmiş, ancak hiç bir yararı olmamış. “Hiç olmazsa analarına sövmesem, analar en saygı duyduğum insanlardır,” diye dert yandı. “Ananı, diyeceğine, Pabucunu, çorabını, desen?” dedim. Çalışmış ama becerememiş. Biraz daha konuşunca Ahmet’in bir canlıya, özellikle insana sövmesi gerektiğini yakaladım. İçeriye girmeden bol bol Freud okumam işe yaramıştı anlaşılan ?” Komşunu, ya da ne bileyim hemşehrini desen, bu işi becerebilirsin sanırım, dedim. “Ananın yerine, benzer bir sözcük olmalı ki,çabuk alışabilmeliyim,” diye açıkladı düşüncesini. Haklıydı Ahmet. Kalkıp koğuşun ortasında volta atmaya başladım. Böyle bir sözcük bulabilirdim belki ? Uzun süre volta attıktan sonra yakalamıştım sözcüğü. Kendisine söylediğimde çok beğendi. Diğer arkadaşlarla birlikte çalıştırmaya başladık.Üçüncü gün başardı Ahmet. Parmağımızı uzattığımızda “Ananın S…,” demiyordu artık. İki yüz kişilik koğuşta her kes sıraya girip Ahmet’e parmak uzattı. Hatta, söylediği hoşlarına gittiği için bir kaç kez parmak uzatıp yineletenler de oldu yeni ezberlediğini Ahmet’in… Onu şaşırtmak için bizler, parmağımızı uzatırken “Ananı” diyorduk. O demiyordu. Şaşırmadan öğrettiğimiz sözcüğü yineliyordu.
Ertesi gün için mahkemeye çağırıyorlardı Ahmet’i. Dava, Mahkeme Başkanı’na hakaretti. Ya para cezası verirler, ya da salıverilip tutuksuz yargılanırsın diyordu yasaları bilen arkadaşlar. Hiç uyumadı o gece Ahmet…
Mahkemeye gittikten birkaç saat sonra döndü. Ağzını bıçak açmıyordu Ahmet’in. Boş çuval gibi yatağına yığıldı. Ancak ertesi gün konuşturabildik onu. Avukatı, Ahmet’in kasıtlı olmadığını, çocukluktan gelen kötü bir alışkanlık sonucu elinde olmadan sövdüğünü söylemiş mahkemeye. İzin verirlerse bunu kanıtlayabileceğini anlatmış. Yargıç izin verince de, Avukat, Ahmet’i karşısına alıp parmağını uzatmış. İşte, ne olmuşsa o anda olmuş. Ahmet: “Ananı S…” diye bağırmamış. Ahmet’in koğuşta yaptığı eksersizlerden haberi olmayan Avukat, onun söylediğine şaşırmış. Bir yanlışlık oldu sayın mahkeme kurulu deyip ikinci kez yeniden uzatmış parmağını, Ahmet yine: “Ananı” sözcüğünün uyaklısını yineleyip: “Kenan’ı S…” diye bağırmış. Üçüncüde de aynı şeyi bağırınca, bizler bir davadan yargılanırken Ahmet hakkında, ‘Devlet Büyüklerine Hakaretten’ üçüncü dava açılmasına karar verilmiş.
Benim düşüncesizliğimin kurbanı olmuştu Ahmet…