(Elmacık kemiğinin altına yazıyorum, yanağındaki çukura. Kenar süsü şeftali kokan bir sayfa boyunca, gördüklerimi. Sabaha kadar toparladım düşüncelerimi, notlar aldım ama gün doğunca anladım ki gece boyunca izlediklerim, aslında kirli bir camın ardından görülebileceği kadarmış. Çarpıcı sözcükler bulamadığım için üzülmüyorum, turuncu kalemle yazdığımdan göz alıyor nasılsa, Tunus Caddesindeki resmin gibi: siyah, beyaz ve sarı. Tepende yüz yıllık bir ağaç. Meyvesi karşı kaldırıma vuran koyu bir sonbahar gölgesi. Elin arkadaşının sol dizinde. Kıskanıyor; bir kaşık suda boğacak gibi bakıyor resimden dışarıya.)
Okulun en zayıf öğrencisi olduğunu söyledi, sen tuvalete gittiğinde. Sanki seninle ilgili güzel şeyler anlatmak istiyor ama kendini zorlasa da anlatacak dişe dokunur bir şey bulamıyor. Belki senin erkek arkadaşın olsun istemiyor. Paylaşamamakla ilgili değil, bilirsin kızlar başkalarının değil kendilerinin olsun ister. Kollarına taktıkları erkek, en güzel çantadan daha çok yakışır onlara. Yola dizili sevgililer. Hiç bitmeyen.
(Bunları yazmıyorum, korkma. Kalemi bıraktım yüzüne, kendi bildiğince yazsın, istediği zaman kendi noktasını koyabilsin diye.)
Yüzündeki karmaşık ifade: Söylenmesi gereken bir şey var ama söylemek uygun olmaz. En sonunda çıkarıyor ağzındaki baklayı,
– Bakalım sen kaç gün süreceksin?
– Neden öyle söyledin?
– Çabuk sıkılır çünkü, aşık olduğundan daha çabuk…
Artık sinirlenmeye başlıyorum. Tuvaletin dibine mi düştün. Neyse ki üçüncü kişilerin sevmediği soruyu biliyorum?
– Senin hiç arkadaşın olmadı mı?
Hiç sözcüğü küçültücü. Üzerine bastırarak söylüyorum.
– Sevdiğim birisi var ama onun bundan haberi yok.
– Belki o da seni seviyor, senin haberin yok.
Sıkılıyor, üstüne konan bir böceği atmak ister gibi. Konuyu değiştirecek bir başka öyküsü olmadığını seziyorum, şu anda yüzümdeki alaycı gülümsemeden kurtulmak için beni öldürebilir.
– Ben arkadaş derken gerçek bir arkadaş demek istemiştim. El ele tutuşup, öpüşülen türden.
– Hayır, olmadı.
İşte zafer. Yere bakarak hayır deyişinin rüyalarına girip onu uyutmayacağını, her uykusuzluğun sonunda sevgilisinin hayali ile uzaklara gideceğini düşünüyorum. Gerçeklerden uzaklaştıkça bağlanacak, bağlandıkça yaşamdan kopacak.
– Çok mu sıra vardı?
– Makyajımı tazeledim.
– İyi düşünmüşsün.
– Neyi?
– Taze makyajı. Biz de sohbet ettik.
– Beni çekiştirmediniz ya?
– Selin’in sevgilisinden söz ettik, olmayan. Daha doğrusu olduğundan haberi olmayan.
Bu kadarı yeterli. Bana çok kızdı. Artık hayalinde bana da aşık olabilir. Onu -aslında kendi istediği biçimde- küçük duruma düşürdüm. Hayalindeki kişi de onunla alay eden, ulaşamayacağını düşündüğü biri olmalı.
(Semaver geldi. Bardaklara uzanan elini izliyorum. Sıcak suyla çalkalayıp bardakları ısıtırken, hızlıca kalemimi alıyorum. Yoksa düşecek, yolcuları yitik bir geminin güvertesinden aşağı. Yüzünde izi kaldı. Anlamıyorum, koyu bir soluğu mu var sözcüklerin, yazısı silinse bile gölgesi kaybolmayan?)
Karşı masada bir iş adamı. Öyle yüksek sesle konuşuyor ki nereyi dinleyeceğimi şaşırıyorum. Anlasın diye geri dönüp bakıyorum. İki kişiler, adam telefonla konuşuyor.
– Abi, bu işlerde fiyata bakma, ucuza adam alırsın, orası bozulmuş, burası kırılmış der, çalışan parçayı değiştirdim deyip, parasını cebe atar. Tanımadığın adamın astarı yüzünden pahalıya gelir. Güvenilir adam istiyorsan Hasan’ı sana göndereyim. Parayı düşünme, en ucuz adam, dürüst adamdır. Tamam abi. Emrin olur.
Telefon kapandı ama merakım sürüyor. Masaya bakıyorum. Hepimiz gülüyoruz, ne konuşulduğunu anlamasam da idare ediyorum.
– Oğlum, Hasan yarın git adamların yanına ama sakın gereksiz konuşup işi berbat etme. Adam sohbet etmek isterse, bir bahane uydur çık gel. Pazarlık etme. Her ay, makinenin ayrı bir parçasını bozuldu diye, evine götürür getirir, parasını cebe atarsın.
– Sağol abi. Allah senden razı olsun.
Hayat sandığımdan daha kolay diye düşünüyorum. Yıllarca içinden çıkamadığımız işler bile aslında basit bir dişlinin çarkları içinde kolayca çözülebilir. Yeter ki doğru kişinin ellerinde olsun. Adama gizli bir hayranlık duyduğumu fark ediyorum. İşi böylesine çabuk hallettiği için, güzel yalan söyleyip herkesi memnun ettiği için.
– Ne gülüyorsun ki, sence komik mi?
– Hayır, hayır. Dalmışım…
(Masadaki konu ne çabuk değişmiş. Demin gülmem kimseyi rahatsız etmiyordu. Sessizce alıyorum kalemi yerinden. Göğüslerine takılıyor gözüm: Dudaklarının altını boyuyorum, yanağın içeri çökük. Gözlerini büyütüyorum, binlerce kez. Her yerin ıslak. Dipsiz bir kuyuya dönüyor ağzın, önce yavaş, sonra hızla açılıp kapanan, kırmızı bir alev sarıyor bacaklarının arasını. Sıcak. İçine alıyorsun kalemi.)
– İnsanlar ne garip?
– Neden?
– Sen dinlemiyor musun Selin’i, iki saattir ne anlatıyor kız?
Şimdi çuvalladım. Kafamda uçuşan sözcükleri toplayıp deniyorum:
– Öğretmenini anlatıyordu demin.
– Onu diyorum ya ben de. Baksana, herif sırılsıklam aşık. Ya sınıfta bırakırsa kızı.
Bu kez şanslıyım.
– Ben öğretmeni olsam bırakmazdım. Yani istediğimi almadan.
– Tanrıya şükür, sen değilsin.
Göz göze geliyoruz Selin’le. Sözcüklerin yarattığı karmaşanın içinden bana bakıyor. Bir şeyler söylemek istiyor. Sesini içimde duyuyorum, çıkmayan. Çay ne güzel kokuyor. Serin bir akşamüstü, sonbahar için. Yerler az önce yağan yağmurla ıslak. Çay, yağmur, kızarmış patates kokusu, çocuk sesi, kuğuların göle yansıyan görüntüsü…
(Yüzünde kalemi arıyorum. Bulamıyorum.)