Terfi

Terfi

Altıncı yılıydı, buradan önce bir muhasebecinin yanında iki yıl çalışmıştı. Sabahtan akşama kadar vergi daireleri, SSK Müdürlükleri, müşteriler derken, vakti otobüslerde, minibüslerde geçmişti. Daha sonra komşuları olan eski bir banka müfettişinin aracılığı ile semtlerindeki bir bankaya memur olarak girmişti. İşe başladığı günü hatırladı.

Banka müdürünün odasına girmiş, masasına, perdesine koltuklarına bakmaktan adamın sorularına doğru düzgün yanıt verememişti. Evet, daha o günden belirlemişti hedefini. Daha doğrusu hedef kendiliğinden belirmişti. Gerçek, gözlerinin önünde, kimsenin yadsıyamayacağı bir halde apaçık duruyordu. Açık camdan dışarı savrulan perdenin önünde, üzerine düşen ışığı emen siyah deri koltuklar vardı. Konuşurken telefon çaldı: Müdürün telefonu, diğerlerinden farklıydı. “Alo” demesi de.

Müdür iki ay sonra başka göreve atandığında, ondan geriye bu ‘alo’ kalmıştı. Kendisi bile fark etmeden diline yerleşmişti. Telefonu tutuş şekli, ‘alo’ demesi, kaşlarını hafifçe yukarı kaldırması, gülerken gözlerini kısması. İki yıl burada çalıştıktan sonra, şimdi çalıştığı şubeye atanmıştı.

– Hesap ortada canım kardeşim, ya arabanı satıp kendini kurtaracaksın, ya da arabamı kurtarayım diye batıp gideceksin…

İnsanlar her şeyi ne kadar da karmaşık hale getiriyorlar. Oysa dünya, dört işlemle anlaşılabilecek kadar basit. Her insan doğduktan belli bir zaman sonra ölür, ama doğumla ölüm arasındaki süre her zaman yaşam değildir. İnsanların anlayamadığı para, güç ve özgürlük arasındaki basit ilişki. Ancak parasal güce sahip insanlar güzel bir yaşam sürerler. Bunun haklı olup olmadığı ise hiçbir şeyi değiştirmez: En başta da yaşamın kendisini. Paranın ne anlama geldiğini ve nasıl harcanıp, nerelere yatırılması gerektiğini bilenler, önlerine çıkan sorunlarda, çabucak doğruyu bulup karar verebilirler. Bu insanlara uyanık, şanslı, mirasyedi, dolandırıcı, üç kağıtçı ne derseniz deyin sonunda ağzınız açık izlediğiniz yaşam sizin değil onlarındır. Para ve güç sözcüğünü sevmeyenler ise, kendilerine ne ad takarlarsa taksınlar, ömürleri boyunca yemek peşinde koşarlar: tıpkı aç hayvanlar gibi…


Şu kereste satıcısı örneğin. Okuma yazma bildiğinden kuşkuluyum. Ama istese bizim müdürü kandırıp elindeki parasını alabilir. Kolaylıkla yapabilir bunu. Aslında yaptığı da çok farklı değil. Ödeyeceği üç kuruş parayı bile, bir yolunu bulup erteliyor. Bizim angut, ‘ormancı’ diye alay ederken, herif çatır çatır bizim paraları yiyor.

– Güzelim, altı aydır elli milyarlık parçayı, bir lira bile düşmem diye elinde tutuyorsun. Eğer kırk beş verene satıp, parayı faize yatırsaydın, ayda yüzde yediden, üç milyardan fazla kazanır, altı ayda paranı yetmiş milyar yapardın. Şimdi, fabrika yeni parçaları ucuz çıkarttı. Bundan sonra nah satarsın. Ama sakın bana gelip de bir daha işlerim kötü deme…

Telefonu kapatıp çevresine baktı. İşi bilen her zaman kazanırdı. Herifin bir yıldır kafa patlatıp çözemediği işi, iki dakikada çözmüştü işte. Hesap ortadaydı.

Herkesin gözünü kapattığında canlanan bir kahramanlık sahnesi vardır. Onunki yaşanmış bir olaydı. Önemli bir müşteri müdür ile görüşürken, o da odaya girmiş, konuşmaya karışmıştı. Yaptığı yatırımın doğruluğunu onaylatmak isteyen işadamına dönüp, kendinden emin bir ifadeyle, “Peki, attığınız taş ürküttüğünüz kurbağaya değecek mi?” diye sormuştu. Bu sorunun ardından adam koltuktaki konumunu değiştirip, yüzünü kendisine doğru çevirmişti.

Yaşamın gizini çözmüş olmasına karşın aklının almadığı şeyler de vardı. Örneğin, zor duruma düşen bir yatırımcıya önerdikleri yüksek faizli bir kredi yukarıdan kabul görmemişti. O yatırımcı da gidip başka bir yerden kredi almıştı. Adamın ipotek edilecek mal varlığı düşünüldüğünde kredi batsa bile banka kendisini kurtarırdı. Ama üst yönetim kişinin zor durumundan yararlanmayı uygun bulmamış, kişinin mal varlığına karşılık kredi vermektense, mal varlığını elden çıkartıp borçlarını ödemesinin daha doğru olacağını bildirmişti. İşte bu karar açık bir duygusallık örneğiydi. Müdürün de kararı desteklemesi karşısında kendini tutamayıp:

– “Burası hayır kurumu değil ki” dedikten sonra hışımla dışarı çıkmıştı.

Biraz sakinleştikten sonra taşları yerine oturtmuş, olayı yöneticilerin kişisel eksikliklerine bağlamıştı. Zaman içinde benzer durumların yinelenmesi üzerine bir gün şaşırarak fark etti ki bir kaç yıl önce uzaktan imrenerek izlediği kişiler aslında kendisinden çok da yukarıda değildi.

Para harcamayı sevmek, paraya düşkünlük göstermek değildi onunki. Onun için önemli olan paranın haklı bir güç kaynağı olarak görülmesiydi. Daha adil olan başka bir çözüm yoktu. İnsanların kimi güzel konuşur, kimi güzel resim yapar, kimi yazar, kimi de yeni buluşlar yapar. Peki bunları birbirinden ayırt eden nedir ? Aslında hepsinin ortak hedefi, adı konulamayan o büyük güce ulaşmak, ona sahip olmaktı, yapılan işler ise birer araçtı.

Küçüklüğü geldi aklına, ezilerek. Yenilgiler. Çocukların yaşamını belirleyen nedir ? Hiç kimse doğmadan önce göbeğine düğümlenmiş bir meslekle ya da işle dünyaya gelmiyor. Peki o zaman, çocukları ayıran nedir birbirinden ? Saffet beyin oğlunu canı istedi diye gecenin bir yarısı şoförle Boğaz’da dolaştıran nedir ? Daha beş yaşına gelmeden bizim haritada görmediğimiz yerleri gezdirip getiren ? Ufuk çizgisi gibi yerle göğü ayıran bir çizgi var üç yaşındaki çocukların yemeğinde bile.

Lüks bir yaşam onu çekmiyordu. Onun istediği büyük kararlara ortak olabilmek, gerektiğinde tüm çevresini etkileyebilecek bir güce hükmetmekti. Ama gösteriş de sonuçta gücün yansımasıydı. Eski bir pantolonun üzerine soluk bir hırka ile verilecek mesaj da vardı, ışık vurunca parlayan lacivert bir ceketle de. Gerektiği yerde farkını gösterebilmeli insan diye düşündü ve son zamanlarda sık sık gördüğü düşü geldi aklına. Kapılar kapanmış, müşteriler çıkmıştı. Çalışıyormuş gibi yüzünü bilgisayara çevirip, kendini bıraktı.

Binlerce insan limanın içindeki ambarların önünde toplanmıştı. Neden toplandıklarını bilmiyordu. Ani bir kararla kalabalığın içinden kurtulup iki katlı bir işyerinin balkonuna çıktı. Üstünde kırmızı bir pelerin vardı. Kalabalık sürekli homurdanıyor, ara sıra kesik kesik bağırma sesleri işitiliyor, çığlıklar yeniden uğultuya dönüşüyordu. Herkesin beklediği bir şey vardı. İnsanlar, belli etmeden arada bir gözlerini çevirip, güneşe doğru açılan geniş düzlüğe bakıyorlardı. Gelmesini bekledikleri her ne ise, ortada onunla ilgili ne bir iz ne de bir ses vardı. Sonra gözlerin kendisine çevrildiğini fark etti. Nedenini bilmeden kalabalığın kenarında arkası dönük beyaz gömlekli adamı gösterdi eliyle. Kalabalık yavaşça harekete geçti, adama doğru açıldı, onu içine aldı ve yeniden kapandı. Bir kaç dakika içinde paramparça giysilerden başka hiçbir iz kalmamıştı…

Beş ay önce müdür yardımcısı olmuştu. Yeni masasına geçtiğinde ilk işi müdürün emekli olmaya kaç günü kaldığını hesaplamak olmuştu. Hedefine yaklaştığını hissediyordu. Ertesi gün sabah kuryesi ile köşesinde ‘kişiye özel’ damgasıyla yeni bir yazı geldi. İyice baktı, zarfın üzerinde kendi adı yazıyordu. Zarfı açmadan yerinden kalktı. Müdürün birkaç gün önce boşalttığı masasına oturdu. Yazıyı okuduktan sonra, bir çay söyledi kendine. Bir kutu çikolata ısmarladı. Birazdan kutlamalar gelmeye başlardı.

About Burak Kaya 134 Articles
Müzisyen, yazar.