Ballı, Kanlı ve Canlı Balkanlar

Balkanlar

Tarih Sayfalarındaki Osmanlı: Üsküp

Bal ve kan bir arada, adında saklı gizemi derler Balkanlar için. Gezimin ilk iki gününü paylaşan Arnavut asıllı İslam ise Makedonya ve hatta eski Yugoslavya için bir ad yakıştırmıştı bile “Çorba”. İslam ile Üsküp’e tepeden bakıyoruz. Eylül sonu 2001. Şehir dümdüz bir ovaya yayılmış. Çok katlı binalar azınlıkta, evler genellikle bahçeli ve iki katlı. O yüzden sekiz yüz bin civarında insanı barındıran şehir oldukça geniş bir arazi üzerinde. Arkamız Arnavutluk, sol yakamız Kosova, karşımız Sırbistan, sağımız ise Yunanistan. Şehir pırıl pırıl aydınlık. İslam, Makedonya demografisi ile ilgili bilgi veriyor. “Makedonya’nın tümü iki milyon, yedi yüz veya sekiz yüz bini Müslüman geri kalanı Hıristiyan. Müslüman olanların çoğu Arnavut. Hıristiyan olanların ise çoğu Makedon”.

Eliyle şehrin göbeğini gösteriyor. ‘Vardar Nehri’ oracıkta. Siz hiç bir nehrin duygularının ne olduğunu düşündünüz mü? Ben düşündüm Üsküp’te. Vardar Nehri’nden Ege’ye kadar akan suyun içinde acaba nehrin gözyaşları var mıdır? Yoksa nehir gülüp eğleniyor mudur insanların acınası haline? Bilinmez. Vardar Nehri şehri ikiye bölmüş. Bir tarafta iki yüz veya iki yüz elli bin kadar Müslüman, diğer tarafta beş yüz elli veya altı yüz bin arası kadar Hıristiyan. Müslüman tarafında Osmanlı döneminde yapılmış pek çok cami ve hamam var. Heybetli minareler 1963 depremine rağmen dimdik ayakta duruyor. Hıristiyan tarafı ise yepyeni kurulmuş bir şehir düzeni içerisinde.

Vardan Nehri’nin üzerinde bir Osmanlı köprüsü: ‘Taş Köprü’. “Taş Köprü’yü görmemişsen Üsküp’ü görmemişsin demektir” diyor İslam. Madem bu kadar önemli, ben de Taş Köprü’yü köprünün altında balıkçıların hemen yanında yazayım dedim. Cumartesi sabahının erken vakitleri, hemen kahvaltı sonrası. Göz kararıyla uzunluğu yüz metre kadar, yerden yüksekliği yirmi metre civarında. Yaşı, İslama’a göre altı yüz sene civarında. Köprünün altındaki kemerlerden akan su sakin, aynı bu sabahki Üsküp gibi. Köprü genel olarak orijinal halini korumuş, bu çok açık. Çünkü, restore edilen bir kaç bölümü çok sırıtıyor.

Şu anda yanımdaki sakallı balıkçı ilk balığını çekti. Oturduğum merdivenler, köprünün altında ve köprüye dik konumda, nehre ise paralel uzanmış durumda. Beş altı merdiven altımda ise nehir. Balıkçıyla göz göze geldik. Balığı gösterip Türkçe “Çok güzel” dedi. Herhalde Türk olduğumu anladı. Beni anladı mı bilmiyorum ama ben de ona “Akşama balıklar senden, rakı da benden” dedim.

Köprünün yan yüzeylerindeki insan ulaşabilir bölgelere boya ile resimler çizilmiş. Bu şekiller köprünün genel yapısına o kadar tezat gözüküyor ki.

Arkamdaki Hıristiyan tarafından çan sesleri geliyor. Balıkçının suya sallanmış sepetinin içerisindeki balık, çan sesiyle birlikte kıvranmaya başladı. Dikkatim dağıldı. Tekrar köprüye bakıyorum. İki tane güzel Makedon kızı salına salına geçiyor köprünün üzerinden. Artık dikkat mi kalır adamda.

Köprünün üzerinde mihrap var. Eskiden köprünün üzerinde namaz kılınırmış. İkinci balık geliyor, diğer iki balıkçının kıskanç bakışları eşliğinde. Bu kadar anlattık aşağıdan, hele bir yürüyelim şu Taş Köprü’nün üzerinden.

Şu anda köprünün üzerindeyim. Mihrap yıpranmış gözüküyor. Ayağımın altındaki taşlar bizim Arnavut kaldırımı dediğimiz küçük taşlardan. Köprü boyunca aynı doku.

Köprünün üzerinden aşağıya bakınca köprünün yüksekliği yirmi metreden çok geldi gözüme. Köprünün orijinalinde kenarlarına koruma için duvar veya korkuluk yok. Şu anki metal korkuluğun sonradan yapıldığı çok açık. İleride nehrin yüksekliği azalıyor olmalı. Çünkü, balıkçılar nehrin kenarında balık avlamaktansa nehrin ortasına kadar girmişler. Çingene seyyar satıcılar tezgahlarını kurmaya başladı çevremde. Bir yandan “Deli midir bu adam ne yazıyor böyle sabahın köründe” bakışları atıyorlar bana. Gitme zamanı.

Şehrin Osmanlı tarafındayım. Ne de olsa kan çekti. Osmanlı zamanı ile ilgili film çekmek isteyenler hiç Türkiye’de oyalanmasınlar. Eski şehir dokusu ancak bu kadar korunabilir. Dar sokaklar. Büyük camlı, küçük dükkanlar. Yollar rengi kahverengiye çalan, irice taşlarla kaplı. İnanması zor fakat sokaktaki insanların yarısı Türkçe konuşuyor. Şimdi İslam aradı. Otelde buluşacağız. Yolculuk Kosova’ya. Oturduğum kafe yiyecek satışı ağırlıklıymış. Yandaki masadan beni Türkçe uyarıyorlar. Aslında bir çay için oturulmazmış bu kafeye, ama ben yabancıyım diye vermişler çayı. Çayın hası için az ilerideki Ethem’in yerine gitmeliymişim. Çayın parasını uzatıyorum garsona, gülüyor, parayı almıyor. “Tamam” diyor Türkçe.

Üsküp’te daha yaşanacak çok anı vardı ama Kosova yolculuğunun vakti geldi. Dönüşüm yine Üsküp’ten olacağından çok üzülmüyorum.

Memlekete Hoş Geldim, Prizren

Üsküp’ten daha çıkalı beş dakika olmadan Kosova sınırına ulaşıyorsunuz. Sınır geçişi Birleşmiş Milletler Kuvvetleri’nin kontrolü altında. Zenci bir askerin pasaport kontrolümüzü yapması şaşırtıyor beni.

Sırplar Kosovo, Arnavutlar ise Kosova diyorlar. Başkent Priştine, biz ise Prizren’e gidiyoruz. Prizren sınırdan yetmiş kilometre uzaklıkta. Yol boyunca yeşillik hakim, diğer yandan yol kenarındaki çimento ve kireç fabrikalarından çıkan beyaz duman yeşilin rengini biraz değiştirmiş. Ufak bir köyde duruyoruz. İslam’ın iş arkadaşı Tahir’in evine çıkıyoruz. Tahir, Türkçe bilmiyor, ama onun karısı ve oğlu Türkçe konuşabiliyor. Çünkü karısı Prizren’denmiş. Prizren’e varmadan etkilenmeye başladım bile bu şehirden. Nefis lokum ve kola ikramından sonra izin istiyor, kalkıyoruz. Prizren tabelası gözükmesiyle birlikte trafik başladı bile. Şehirde araç sayısı ürkütücü boyutta. Yüz elli bin nüfusa sahip şehirde bu kadar çok araba, pes doğrusu. İslam anlatıyor:

– Para çok Kosova’da. Yurt dışında çalışan çok Arnavut var. Hepsi paraları Kosova’ya getiriyor. Yatırım da olmayınca, paralar hep yastık altında birikmiş. Bu yüzden nüfus az ama alım gücü yüksek.

Temasta bulunduğum iş ortağımızla buluşuyorum. Bahri Fusha, son derece sevimli ve cana yakın bir insan. Çevresindeki arkadaşları ve akrabaları da öyle. Beklediğimden çok daha büyük iş yapıyor. Prizren’i geziyoruz, etkileyici bir şehir. Avrupa’nın ortasında Türkiye. İnsanların çoğu Türkçe biliyor ve günlük hayatında Türkçe konuşuyor. Apartmanların balkonları çanak anten dolu. Tüm şehir Türk televizyon kanallarını seyrediyor. Şehirdeki altı yüz senelik Osmanlı hakimiyeti bu insanları miras bırakmış bize. Şehirde bir çok cami ve hamam var. Bir çoğunun Mimar Sinan eseri olduğunu söylüyor, Bahri. Bir iki yıl öncesine kadar azınlık Sırplar çoğunluk Arnavutları yönete gelmiş Kosova’da. Arnavutlar sıkıntılarının ucuna gelince Sırp yönetimine karşı ayaklanmışlar. Bu ayaklanmada elinde askeri gücü olan Sırplar, bir çok Arnavutu öldürmüş, Arnavutlar da Sırpları öldürmüş. Tam bir kaos. Sonuçta Sırplar, Kosova’yı terk etmişler. Ülkeye BM Kuvvetleri gelince, UÇK diye anılan Arnavut kurtuluşçu güçler silah bırakmış. Kosova’da dünyanın bir çok güçlü ülkesinden asker var. Toplam asker sayısı elli bin civarında. Türk ordusu Alman ordusu ile birlikte Prizren’de. Sınırları ve şehirlerarası yolları Yunan askerleri kontrol ediyor.

Gençler basketbol maçından çıkmış, ellerinde bayraklar kendi takımları lehine bağırıyorlar. Hemen Alman askerler bitiyor yakınlarında. Uzaktan izliyorlar olup biteni. Sabah birden dörde kadar sokağa çıkma yasağı var. Bahri “Bizim gibi iş adamları için iyi oldu” diyor. Mecburen eve erken gidip, erken kalkıyorlar işlerine. Yoksa uzayacak eğlence sabaha kadar.

Şehrin merkezi inanılmaz kalabalık. Hani “İğne atsan yere düşmez” deyimi var ya işte aynen öyle. İnsanlar yollarda, kafelerde, barlarda. Bodrum’u kıskandıracak yoğunluk var. Sokakları genelde gençler dolduruyor. Zaten Kosova nüfusunun çoğunluğu çocuk ve gençler. Aileler en az iki, genelde üç veya dört çocuğa sahip. Dedeler ve nineler de aynı evin içinde yaşıyor.

Türkiye pek sahip çıkmamış Kosova’ya. Zaten Yugoslavya’nın sosyalist zamanında Osmanlı’nın kötülemesi yapılmış Müslümanlara karşı. “Osmanlı sizi sömürdü, kullandı ve attı” denmiş. Bahri ise “Londra çamurken, Prizren kaldırımdı” diyor. Osmanlı o zaman için ne yapılabilecekse yapmış Prizren’e. Yol, cami, hamam, kanalizasyon ve tüm alt yapı. “Zaten Türkiye ancak 1980 sonrası Özal ile birlikte büyümedi mi, kimi suçlayacaksın?” diyor Bahri.

Ben kendimden utanıyorum. Prizren’de Türkler, Arnavutlar hepsi bizden. Biz ise buralarla ilgili haberleri sinema seyreder gibi izliyoruz televizyondan. Bahri Brezilya’dan tavuk almış. “Niye gitsin paramız yabancıya” diyor. Yani kendi parasını, yani Kosova’nın parasını, Türkiye’nin parası olarak görüyor.

Türkiye’den gelenleri seviyorlar ama kuşkuyla yaklaşıyorlar. Hele bir de “Altı yüz yıl buralar bizimmiş” diye böbürlenenler yok mu. Ne kadar zeka seviyesi düşük bir gurur. Her ülkede olduğu gibi buradan da sahtekar Türkiyeli tüccarlar zamanı geçmiş. Arnavutlar ticareti geleneksel olarak bildiklerinden pek fazla kazık yememişler. Dürüst Türk tüccarlar da yok değil tabi ki. Bahri’nin arkadaşı Murat Şahin, Kosova’yı kötü günlerinde yani savaşın olduğu dönemde bile terk etmemiş bir Türk. Pırıl pırıl bir ticaret yapıyor. Bahri de ondan seviyor ya Murat’ı.

Prizren, küçük bir Anadolu şehrine benziyor. Farklılığı, yobazlıktan uzak, satın alma gücü yüksek, sessiz ama hareketli, buram buram Osmanlı kokuyor.

Başkent Priştine

Priştine yolundayız. Mercedes’i Carlos sürüyor. Brezilyalı fakat Avusturya asıllı. Son iki yılını Kosova’da ondan önceki dört yılını Arnavutluk’ta geçirmiş. Alman hükümeti Kosovalı iş adamlarına ihtiyaçlarını sormuş. Kosova’nın geleceğinin en büyük iş adamlarından biri olacağına inandığım Bahri Fusha, süt ürünleri fabrikası için teknisyen istemiş. Carlos, Bahri’nin fabrikasında danışman olarak çalışıyor. Ücretini Almanya ödüyor. Bir Arnavut ile evli. Soru işaretleri fazla doğrusu.

Kuzeye sürüyoruz. Bir saat kadar yolumuz var. Yeşil doğa artık sarıya çalmaya başlamış. Bir tepeden aşağıya inerken Carlos parmağıyla ileriyi gösterip “Priştine” diyor ve gülmeye başlıyor. Geç anlıyorum. Şehirde uzaktan ilk önce apartmanlar dikkat çekiyor. Fakat detaya inince Prizren’de kalabalık bir çanak anten ordusunu görüyorsunuz. Her balkonda en az bir tane çanak anteni var. Bahri de gülmesine rağmen bana açıklama yapma mecburiyetinde hissediyor kendisini.

– Burada eğlence azdır. Ayrıca, Sırp yönetimindeyken halk Sırp kanallarını seyretmiyordu. O yüzden ilgi hep Türk televizyon kanallarındadır. Türk kanalları sayesinde yeni nesil bizden daha iyi Türkçe konuşuyor.

Bahri biraz alaycı açıklıyor, ama bence birlikte güldüğümüz çanak antenleri şehrin simgesi. Tüm şehir tek bir ağızdan bas bas bağırıyor. Biz Türkiye’yi seyretmek ve duymak istiyoruz. Acaba Türkiye bu sesi duyabiliyor mu?

Prizren sokaklarında yaşlı kadınların konuşmalarına kulağım takılıyor. Türkçe konuşuyorlar. Makedonlar Slav kökenli, Bulgarca ve Rusça’ya yakın bir dilleri var. Arnavutların dili kendine has. Bahri İtalyanca’ya benzer diyor, fakat ben benzetemiyorum.

Priştine’de işimiz gereği önemli tüccarları ziyaret ediyoruz. Hepsi Türkiye aşığı. Çoğu Tekirdağ bölgesinde yazlıklar almış. İki yıl öncesine kadar ticaret tamamen Türk malları üzerineymiş şimdi ise ticaretin yarısından biraz fazlası Türk malları üzerine kurulmuş.

Doğrusu bu ya, ben Prizren’i daha çok sevdim. Dönüyoruz.

Prizren, Osmanlı, Türkiye, Geçmiş ve Gelecek

Kaldığım pansiyonun önünde Bahri’yi bekliyorum. Sabah oldukça erken kalktım, şehrin uyanışını gözlüyorum. Bahri’nin gelmesine iki saat kadar var.

Her şehrin uyanışı başkadır. Ben en çok İstanbul’un uyanışını severim. Zaten hiç tam olarak uyumaz ki İstanbul, tek gözü hep açık yatar. Prizren’e ne kadar küçük Türkiye desem de özlüyor insan yaşadığı şehri ve ailesini. Baksanıza size Prizren yerine İstanbul’u anlatmaya başladım.

Hafif yağmur yağmış, ama hava hala ılık. İnsanlar birer birer evlerinden çıkıyor. Hepsi son derece şık ve bakımlı. Avrupa’da bu kadar küçük nüfuslu bir şehirde bu kadar şık bir toplum hiç görmedim. Prizren’in araba ordusu harekete geçti bile. Prizren’de çocukların da arabası var deseler inanırım.

Pansiyonun sahibi Nevruz geldi. İsmi ilgimi çekti. 21 mart günü doğduğundan adını Nevruz koymuşlar. Prizren halkı Nevruz’un anlamını biliyormuş, fakat coşkulu kutlamalar yokmuş. Sadece “Nevruz’unuz kutlu olsun” diyerek bayramın anması yapılırmış. Kazakistan’da yaşadığım dönemdeki Türk halklarının yaptığı coşkulu Nevruz kutlamaları aklıma geldi, zaten isminin dikkatimi çekmesi de bu yüzden.

Elektrik kesildi. Nedenini soruyorum, Nevruz cevaplıyor.

– Savaş zamanı ne yaparsın…

– Savaş bitmedi mi?

– Biter mi hiç, daha üç gün önce iki kişi daha öldü.

Karşımızdaki binayı gösteriyor. Bina harabe halinde.

– Karşındaki bina bu haldeyken savaşın bittiğini nasıl söyleyebilirsin? Ortalık ancak bir iki yıla kadar durulur. Birleşmiş Milletler askerleri en az yirmi yıl daha kalır burada.

– Peki, Sırplar gitmedi mi?

– Çoğu gitti, ama askerler gitse burası nasıl karışır biliyor musun? İçeride fitil çok, sadece ateşlemeye bakıyor.

Nevruz savaşta Arnavutluk’a kaçmış. Arnavutluk sınırı Prizren’e on kilometre kadar uzaklıkta. Pansiyonu yağmalanmış, bütün kapılar kırılmış. Kanepeler, içlerinde para bulma umuduyla kesilmiş. Kanepelerin dikişlerini gösterip, “Ah Sırplar ah” diyor. Bu yazıda Sırp-Arnavut savaşına fazla girmek istemesem de bana her fırsatta bunu anlatıyorlar, yazmaktan başka çarem yok. Hiç Sırp görüşü koyamıyorum, çünkü konuşabileceğim ve görüşlerini aktarabileceğim hiç Sırp yok. Sayılabilen bin kadar Arnavut ölü varmış. Konuştuğum insanların çoğu yalnızca Sırpları suçlamıyor, esas suçladıkları sistem. Kendi coğrafyalarında yaşayan Arnavutların arasına Sırplar sokulmuş ve yönetim azınlık Sırplara verilmiş. Eski Sovyetler Birliği Ülkeleri’nin çoğunu gördüğüm için bu anlatılanlar bana hiç yabancı gelmiyor. Otorite, kontrolü elinde tutmak için hep karışıklığa elverişli bir ortam yaratmış. Bahri, eniştesini kaybetmiş savaşta. Bahri’nin ağabeyi İrfan ise hapisten kurtarılmış. İrfan’ın hapisten kurtulduğu günün ertesi onunla birlikte hapiste olanların hepsi dağlarda katledilmiş. İçim daraldı doğrusu. Bu sabahlık bu kadar yeter.

Akşam ufak bir restorantta Bahri’nin üç arkadaşı ile birlikte yemek yedik. Birinin adı Verim, hentbolcü. Türkiye’deki takımlarda da oynamış. Çok sevimli bir görünüşü var. İlk önce Ercan Bey, sonra Ercan ve sonra Ercancığım. Kaynaşıyoruz. Akıllı ve bilgili birisi. İlk önce Bulgaristan, Makedonya ve Yunanistan üçgenini anlatmaya başladı.

– Makedonya aslında coğrafyanın adı yani bu üç ülkenin topraklarının genel adı Makedonya’dır. Makedonya devletini ise “Tito” yarattı ve sınırlarını çizdi. Aslında şu anda kendilerine Makedon diyenler ikiye ayrılırlar. Büyük çoğunluğu Bulgar asıllıdır, zaten dilleri de Bulgarlarla aynıdır. Azınlık kısmı ise kendilerine Ege’nin Makedonu derler, Rum asıllıdırlar.

Verim böyle anlatıyor ama Makedonlar ise Alexander Makedonski’ye sahip çıkmışlar. Yani, bizler Büyük İskender’in torunlarıyız diyorlar. Oysa ki Rumlar buna şiddetle karşı çıkıp, Makedonski soyadının coğrafyadan türediğini ve Makedonluk’la alakası olmadığını söylüyorlar. Verim de aynı görüşte. Konumuzun coğrafyası Kosova, Makedonya ve Arnavutluk üçgenine geliyor.

– Arnavutlar herhangi bir yerden göç etmedi. Slavların durumu ise belli, kuzeyden göç etmişler bu bölgeye. Oysa Arnavutlar “İlirya” nın torunlarıdır. İlirya Devleti Arnavut’tur ve yaşadığımız bu coğrafyada yıllardan beri çoğunluk Arnavutlar’dır. Müslümanlığa gelelim. Müslümanlığı bize Osmanlı öğretmedi. Müslümanlık Osmanlı’dan önce geldi buralara. 12. Yüzyılda Bektaşiler geldi Müslümanlığı yaymaya. Bizim Müslümanlığımız Bektaşi Müslümanlığıdır.

Verim konuşurken anılarım geldi hatırıma. Kazakistan’ın Türkistan şehrinde, 1993 yılında, Hoca Ahmed Yesevi Türbesi’nin restorasyonunda çalışmıştım. O tarihlerde yazmaya başladığım ve 1995 yılında basılan ilk kitabım “Türkistan Özvatan”da yazmıştım bu konuyu. Türklere ilk Müslümanlığı öğreten Ahmed Yesevi, öğrencileri olan Bektaşi Veli ve Sarı Saltuk’u Anadolu (o tarihte diyar-ı Rum) ve Balkanlar’a Müslümanlığı yaymaya göndermişti. İşte kitaplardan okuyarak yazdığım bilgi karşımda capcanlı duruyordu.

Verim devam ediyor.

– Bizdeki Müslümanlık öz Türk kültüründedir, Osmanlı’nın bile gıpta ile baktığı Müslümanlıktır. Gerçi az ilerdeki kasabaya Şiiler de geldi. Fakat yenidir onların gelişleri. Orta Doğu’daki bazı ülkeler paralarıyla ihraç etmeye çalışıyor bize bu mezhebi. Ama işlemez buralarda, boşa uğraşları.

Laf Osmanlı’ya geliyor. Osmanlı’dan bahsederken her biri çok titizleniyor. Herhangi bir yanlış anlaşılacak söze alınabileceğimi düşünüyorlar besbelli. Ben kendimi Osmanlı’nın torunu gibi pek hissetmesem de, onlar beni Osmanlı görüyorlar.

– Osmanlı 1398 yılında gelmiş Prizren’e, yani İstanbul’un fethinden önce, 1912’de çekilmiş buradan. Giderken Arnavutlara bir teşekkür için bir sınır bile bırakamamış. Biliyorum sıkıntıları vardı Osmanlı’nın ama Arnavutların yıllarca süren bunca desteğine karşılık bir sınır çizseydi tüm Arnavutlara, belki de şu an yaşanan bir çok sıkıntı yaşanmayacaktı. Dağınık yaşıyoruz, ama şu anda bile varız sekiz veya dokuz milyon Arnavut bu coğrafyanın tümünde.

Kimse yanımda telaffuz etmese de hepsinin hoşuna gidiyor “Büyük Arnavutluk” fikri. Yani tüm Arnavutların tek bayrakta ve sınır içinde toplanması. Kosova’nın bayrağı ile Arnavutluk’un bayrağı aynı. Diğer yandan Yugoslavya altında dağınık yaşamış olan Arnavutlar kültürel olarak birbirlerine çok yakınlar. Fakat katı komünizm altında yaşamış Arnavutluk Arnavutları Kosova’daki veya Makedonya’daki Arnavutlardan kültürel olarak biraz uzaklaşmış durumda. Bir bakıma Türkiye ile Azerbaycan toplumları arasındaki kültürel fark gibi.

Saat on iki suları. Masamızdaki herkes yan masadaki konuşmalara kulak kesiliyor. Kendi aralarında bir süre Arnavutça konuşuyorlar. Sokağa çıkma yasağı sabah birde başlamasına rağmen bugünlük bir saat erken başlama, yani yasağın on ikide başlaması ihtimalinden bahsediyorlar. Yanımda oturan arkadaş hiç riske girmiyor ve özür dileyip bizden ayrılıyor. Ekibin kalan kısmı sohbete devam ediyor. Bahri açıklama getiriyor:

– Eğer yasak olan saatlerde sokakta yakalanırsak, elleri duvara yaslayıp bütün gece ayakta bekletiliyoruz. Yakalanmak pek sorun değil de biraz gurur kırıcı.

– Başka ülkelerin kontrolü canınızı sıkmıyor mu hiç?

– Sıkmaz mı? Bak nüfus kağıdıma, BM kartı var. Yani ben Birleşmiş Milletler vatandaşıyım. Paramız yok, Mark kullanıyoruz. Yılbaşından sonra Euro olacak.

– Peki, olaylar durulmuş, yakında seçimleriniz de var. Parlamento oluşunca gitmezler mi buradan?

– Bizim kaderimiz belli de biz bilmiyoruz ne olacağını. Fakat o kadar acı yaşandı ki, kimse yirmi yıl daha gitmesini istemez askerlerin. Gitmelerine hiç gerek yok.

– Nasıl belli kaderiniz?

Kader hikayesinden hepsinin hoşlandığı belli. Bu hikayeyi hepsi bir parçasını paylaşarak heyecanla anlatıyorlar. Savaştan önce şehre bir İngiliz gelmiş. Bahri, girişkenliğinden ve dış dünyaya açık olmasından dolayı hemen arkadaşlık kurmuş bu İngiliz’le. Tüm şehir sevmiş onu. Hatta Ramazanda onlarla birlikte oruç bile tutmuş. Üç dört ay sonra, şehirden ayrılacağını ve hatta kendilerinin de mümkünse kaçmalarını söylemiş. “Savaş başlayacak burada” demiş. Kendi aralarında toplanmışlar, ortalık biraz karışıkmış ama savaş çıkacak kadar kötü de değilmiş hani. Hiçbiri savaşın başlayacağına inanmamış. Kaçmak için bir neden yokmuş. İngiliz gider gitmez ortalık karışmış, sonrasında Birleşmiş Milletler güçleri gelmiş. Bu zaman içerisinde Bahri’nin sevimli oğlu bir rahatsızlık geçirmiş, ameliyat edilmesi lazım. Fakat ameliyat için ancak Sırbistan elverişli, oysa ki Sırplarla savaş var. Yardıma yine bu İngiliz yetişmiş. Birleşmiş Milletler’in askerleri gelmesiyle, Bahri’ye uzaktan bir asker el sallamış, üzerinde rütbe yok ama herkes ona karşı çok saygılı. Aynı İngiliz. Bahri ile oğlunu o kadar karışıklığın içinde Sırbistan’a güvenlik ekibi ile birlikte göndermiş ve oğlu ameliyat olmuş. Unutulur mu böyle iyilik! Sonra vedalaşmışlar yine ayrılmış Kosova’dan. Bir gün yine bulunduğumuz restorantta yanımdaki aynı kadro ile Bahri yemek yiyor. Televizyonda yine aynı İngiliz’i görüyorlar, yeni kılığı BBC kameramanı. Herhalde kameraman olarak Afganistan’a gitmiştir, ikiz kuleler vurulmadan önce. Yani diyorlar, bizim değiştirebileceğimiz pek bir şey yok.

– Savaşın olacağını bile biz göremedik, onlar gördü, nerelerin bombalanacağı bile aylar öncesinden belli idi. Eeee, herhalde bizim geleceğimizi bizden iyi görüyorlardır.

Hepsi gülüyor. Gitme vakti geldikçe konular biraz daha yumuşuyor. Türkiye’deki akrabalarını sayıyorlar. “Candan Erçetin, Hakan Şükür, Ali Şen, Tarık Akan,……”. Uzayıp gidiyor liste. Banu Alkan’ı da söylüyorlar. “Yok artık, o Boşnak” diyorum. Hemen cevabımı alıyorum.

– Konuşmayı daha uzatırsak sen de Arnavut çıkarsın ona göre.

Türkçe lehçelerinin niye Karadeniz yöremizin lehçesine benzediğini soruyorum. “Hatta bir çoğunuzun burun yapısı da aynı bizim Karadeniz uşaklarıyla aynı” diyorum. Hepsi gülüyor. Verim fikrime katılıyor:

– Karadenizliler “Kaçan cideysun” derler. Biz “açan cidersin” deriz.

“Kaçan” Kazakça’da da “Ne zaman” demek. Bahri giriyor araya.

– Nedenini bilmiyoruz ama tespitin doğru bizim ağzımız Karadeniz lehçesine çok yakın. Belki de Osmanlı zamanında buraya gelen askerler ve halk Karadeniz bölgesindendi.

Uzmanına ve vakti olana, enfes bir araştırma konusu.

Şu anda uçakta ve Türkiye’ye dönüş yolundayım. Övünüyoruz Osmanlı’yla, diğer yandan da genç Türkiye’nin Osmanlı’ya benzemesinden korkuyoruz. Kıbrıs’a çıkartma yapıp, götürülerine yıllarca katlanabiliyoruz da Avrupa’nın neredeyse ortasında kalmış kültür mirasımızı görmezlikten geliyoruz. İlgilenmiyoruz veya ilgilendirilmiyoruz. Yakın geçmişimizle değil uzak geçmişimizle bile barışık değiliz.

Yazımı bu akşam bilgisayara geçiriyorum. Öğlen, Bahri Fusha aradı. Bir tır mal siparişi veriyor. Siparişi söylemeden “Anlat herkese Kosova’yı” diyor.

Bu onun için her şeyden önemli, işten bile. Duyurmak istiyor Kosova’dan dilini, kültürünü, dinini, mutfağını, doğasını yani kimliğini tüm dünyaya ve özellikle Türkiye’ye.

Anlatıyorum sevgili Bahri, İslam, İrfan, Adnan, Recep, İsmet, Orhan, Muzaffer, Hacı ve tüm Kosovalı ve Makedonyalı dostlar. Her gördüğüme anlatıyorum, coğrafyanızın ne kadar görülesi, halkınızın ne kadar dost canlısı, Kosova’nın ve Makedonya’nın ne kadar ilgiye hasret olduğunu.