Onu Sevdiğim Zamanlar / Kemal Varol

Kemal Varol’un Ekim 2025’te Doğan Kitap’tan çıkan romanının adı Onu Sevdiğim Zamanlar. Editörlüğünü Aslı Güneş’in yaptığı kitabın kapak tasarımı Cüneyt Çomoğlu’na, sayfa uygulaması ise Yasemin Çatal’a ait.

İlk baskısı 50 bin adet yapılan Onu Sevdiğim Zamanlar’ın kapağında romanda sıkça geçen masa saatinin çizimi yer alıyor. Kitabın adıyla uyumlu bir tasarım olsa da kapak bana biraz karmaşık geldi.

Akıcı dili, ilgi çekici olay örgüsüyle 302 sayfalık Onu Sevdiğim Zamanlar, başladıktan kısa süre sonra bitiyor.

Çoksatar Kurgularındaki Çoklu Hikâyeler
Son dönemde çoklu hikâyeye sahip kurguların sayısı arttı. Bu kurgunun genel yapısı şöyle: Başta birbirinden bağımsız gibi duran, farklı zamanlara, farklı coğrafyalara ait hikâyeler birbirine yaklaşarak romanın sonunda buluşuyor. Bir bölüm o hikâyeden, bir bölüm bu hikâyeden okuyorsunuz. Kitap daha akıcı oluyor. Okur bir yandan hikâyelerin ortak yanlarını buluşturmaya çalışırken diğer yandan merak içinde bölümden bölüme atlıyor. Sanırım 300 sayfalık uzun bir romandansa 100 sayfalık üç uzun hikâye yazmak roman yazarına da bir kolaylık sağlıyor. Elbette özellikle modern romanda bunun benzeri çok örnek var. Ancak bu söylediğim kurgu türünde, Yüzyıllık Yalnızlık’taki gibi bir sarmaşığın dallarına benzer biçimde birbirine dolanmış hikâyelerdense, birbirinden neredeyse tümüyle ayrı hikâyeler yer alıyor. Tarihsel olarak dönemler farklı olsa bile hikâyeler genellikle doğrusal bir zaman çizgisine sahip. Bu tür kurguda hikâyeler gerçek anlamda birbirine eklenip ortak bir yapı içinde derinleşmiyorlar. Bir kitapta üç kısa roman okumuş hissine kapılıyorsunuz. Son dönemde gördüğüm kadarıyla özellikle çoksatar yazarlar, bir sipariş almış gibi bu tür çoklu hikâyeye sahip kurguları benimsiyorlar.

Onu Sevdiğim Zamanlar da birbirinden bağımsız iki farklı hikâyeyi barındırıyor. Birinci hikâye Diyarbakır’daki yazarın hayali memleketinde geçiyor. Yoksul bir Kürt ailesinin, evin küçük çocuğu Kenan’ın gözünden anlatıldığı hikâye romanın çekirdeğini oluşturuyor. İkinci hikâye ise birincisinden yaklaşık 30 yıl sonra Fransa’da geçiyor. İlk hikâyedeki karakterlerden biri ikinci hikâyede yer alsa da ikinci hikâyenin odağında Avrupa’daki kaçak göçmenler var. Bildiğiniz gibi göçmen hikâyeleri de çoksatarların gözdesi.

İki Hikâye Arasında Sallanan Sahicilik Duygusu
Roman, bir bölüm Fransa’dan bir bölüm Diyarbakır’dan şeklinde ilerliyor. Hikâye, Kemal Varol’un bildiği yere, Diyarbakır’a geldiğinde taşlar yerine oturuyor, Fransa’ya geçtiğinde ise bu doğallık, içtenlik yitiyor.

Kemal Varol, 1980’lerden 90’lara uzanan dönemde Diyarbakır’daki bir Kürt ailesini çok güzel betimlemiş. Yöredeki asker baskısı, anadil yasakları, ekonomik güçlükler, tutuklanmalar, beyaz toroslar, geceyi bölen silah sesleri, faili meçhul cinayetler… Devlet ile PKK arasında kalan halkın üstüne bir de Hizbullahçılar çökünce insanlar soluk alamaz hale gelmiş. Kitabı okurken küçük bir çocuğun yaşadığı korkuyu hissedebiliyoruz.

Hikâye Paris’teki Geri Gönderme Merkezi’ne geldiğindeyse okurla yazar arasındaki mesafe açılıyor. Artık ne olaylara ne de karakterlere içinden bakabiliyoruz. Ayrıntıları törpülenmiş, renkleri solmuş, daha yüzeysel, daha ortalama bir hikâye ile karşı karşıya kalıyoruz.

Diyarbakır’da banyo tavanına asılı Şavak tulumu, sac ekmeği, kavrulmuş karpuz çekirdeği, boğazkere üzümü, bayram çöreği, mahlep kokusu var.

Paris’teyse salyangoz, şarap, portakallı ördek.

Roman İçinde Roman
Romanın bazı yerlerinde Kemal Varol dayanamayıp roman yazımıyla ilgili görüşlerini de kitaba sıkıştırmış. Kitabın içindeki iki ana karakter Kemal Varol’un roman yazarlığı ile ilgili düşüncelerini şöyle açıklıyorlar:

  • Ne kadar bilgili olursa olsun bir roman yazmak için insana büyük bir dert lazımdı. Evde esaslı bir derdi olan tek kişi belki de bendim.
  • O gece şarabımı yudumlarken başucumda sürünerek ilerleyen, beni içine alamayan bir romanı okumaya çalıştım. Yazarının sahici bir derdi olmadığını, bu yüzden beni sarmadığını düşündüm…

Buradan anlıyoruz ki Kemal Varol, romancının esaslı bir derdi olması gerektiğine inanıyor. Onu Sevdiğim Zamanlar’ın içinde pek çok “esaslı dert” var ancak bunların hemen yanında yer alan bir başka dert, çoksatar olma derdi ne yazık ki kitabı gölgeliyor, sahicilik hissini azaltıyor.

Kaçaklar, Göçmenler, Azınlıklar
Kemal Varol hem Türkiye’de hem de Fransa’da eleştirel bir gözle ırkçılığı eleştirirken renklerden yararlanıyor. Beyaza yaklaşmak temizliği, dolayısıyla iyi bir ırkı vurgularken sarı, siyah gibi kiri anlatan renkler kaçaklarla azınlıkların üyesi oldukları aşağı ırkları simgeliyor. Romandaki kaçakların dişleri hep sarı. Kendini beyazlatmak isteyen esmer Kürt çocuğu da -biraz abartılı bir örnek olsa da- akıllarda yer eden başka bir örnek.

Babası Ermeni, annesi Fransız olup kendisini bir Fransız olarak gören Elêonore, Paris’teki Geri Gönderme Merkezi’nin Yöneticisi olarak çalışıyor. Kaçakların toplanıp ülkelerine gönderildiği merkezde çalışan Elêonore, Suriyeli kaçak sayısından yakınıyor. (O dönemde Fransa’daki Suriyeli sayısı Türkiye’dekinin %1’i kadar.) Kaçak göçmenlere pek hoş bir gözle bakmayan Elêonore her nasılsa kökenleri Fransa dışında olan kişilerle sevgili olmayı yeğliyor. Belki de bu ilişkiler zamanla onun göçmenlere olan bakışını yumuşatıyor.

Kaydolmak
Romanın doruklarından biri Kenan’ın “kayıt” korkusunun anlatıldığı bölüm. Varol, devletin otoriter gücünü mizahi bir dille alaya alırken ezilen bireylerin ruhuna da bir ayna tutuyor. Abisinin kandırdığı Kenan’ın ağzından kayıt korkusu:

Kayıt diye bir şey vardı üstelik. Ondan yapıyorlardı okulda. Harun Abim anlatmıştı. Ellerine zincirden kelepçe takıp seni zorla okula götürüyorlardı.

Kemal Varol’un Kenan’ın gözünden anlattığı okul tam anlamıyla bir hapishane. Bu bölümü okurken Michel Foucault’un hapishaneler ile okullar, kışlalar, hastaneler arasındaki yapısal benzerlikleri vurgulaması geldi aklıma. Benim ortaokul ve liseyi okuduğum Ankara Atatürk Anadolu Lisesi’nin bir bölümü de eskiden kadınlar hapishanesi olarak kullanılmış ki ben okurken bazı geçiş noktalarında demir parmaklıklar hâlâ duruyordu. Bu yüzden Kemal Varol’un yazdıkları bana hiç yabancı gelmedi. Bizim dönemimizde bir okula kaydolmak, askerliği yapmak için teslim olmak ya da hastaneye yatmak neredeyse herkeste benzer çağrışımlar uyandırır.

Ahmet Kaya
Kitapta pek çok müzisyene göndermeler var ancak Ahmet Kaya, şarkı sözleri, albümleri, mezarlık ziyaretleri ile hepsinden ön planda. Adları geçmese de romanda alıntılanan şarkıların sözleri Yusuf Hayaloğlu ile Hasan Hüseyin’e ait. Özellikle Yusuf Hayaloğlu’na ait dizeler zamanın arabesk-devrimci ruhunu yansıtan, kötü şiirin en iyi örneklerinden:

Susamıştır tebessümün seyrine
Saçları hiçbir gün okşanmamıştır
Bir ihtilal kadar yalnız
Ah, vefanız kadar yanlış
Mümkünse farz edin yaşamamıştır.

Ayrıca kitabın sonunda yer alan müzik listesi türünden bir şeye daha önce rastlamamıştım. Ben listeyi beğendim ancak bu uygulama umarım yaygınlaşmaz. Maazallah, ileride şu kitabı bu müzik eşliğinde okuyunuz gibi önerilerle karşılaşabiliriz. Dinlediğimiz müzikten kaynaklanan duyguyu romandaki ile karıştırırsak işler karman çorman olur.

Özlü Sözlerle Sözcük Tercihleri Üzerine Notlar
Romanda Elêonore, babaannesini anlatırken 1915 olayları için “Büyük Felaket” diyor. Babası Ermeni olup Fransa’da yaşayan bir kişinin 1915 olaylarını böyle tanımlaması biraz tuhaf. Eğer parlamentoda kabul edilen teklif Anayasa Konseyi tarafından iptal edilmeyip yasalaşsaydı Fransa’da “Ermeni Soykırımı’nın varlığının inkâr edilmesi, aşağılanması ve önemsizleştirilmesi gibi davranışlarda bulunanların 1 yıl hapis ve/veya 45 bin avro para cezası ile mahkûm edilmesine” hükmedilecekti. Yani neredeyse “soykırım” demeyenlerin ceza göreceği bir ülkede hem de Ermeni kökleri olan biri neden “soykırım” yerine “büyük felaket” der anlamak güç.

244’le 249. sayfalar arasında bolca “tekinsiz” sözcüğü var: Tekinsizleşen banliyö trenleri, tekinsiz koku, tekinsiz semt, tekinsiz apartmanlar…

Hay bin tekinsiz! Bu “tekinsiz” sözcüğü yokken yazarlar ne yapıyordu bilmiyorum.

Ayrıca kitapta buram buram “edebiyat” kokan bolca özlü söz de var:

  • Eski sevgililer bazen kalbimizin en dar en kılcal damarlarından sızar; yılların tuzuyla birleşen gözyaşı kanallarına, içimizde bıraktıkları o boşluğa yerleşirlerdi. Adına özlemek denilen, unutturmayan o ıslaklık… Ne kadar istesek çekip gitmezdi.
  • Gözlerimin altındaki torbalar eski bir aşkın kederle yüklenmiş bavulları gibiydi.
  • Elimde peçeteler, ıslak mendillerle etrafı silip duruyor, kimseye dokunmuyordum. Çünkü asıl kir, içimdeydi.
  • Çok sonra anladım: Bazı aşklar unutarak değil, hatırlayarak biterdi belki de.

Absürt Mizah
Onu Sevdiğim Zamanlar’da Kemal Varol’un absürt mizah anlayışına tanık oluyoruz: Ölüm döşeğinde son isteği olarak kola isteyen, dört şişe kolayı içtikten sonra cuma günü Hakka yürüyen Büyük Ana; yeryüzüne sadece tulum peyniri yapmak için gelmiş küçük ve yoksul Şavak aşireti; halay çekip göle girdikten sonra gelen ölümü bir aile destanına yakışmayan dede; bütün çocuklarına Celal, Cevdet, Kenan gibi cumhurbaşkanlarının adını verirken kandırılarak ortanca oğluna bir anarşistin (Harun Karadeniz) adını veren baba…

Kemal Varol’un kalemi mizaha yatkın ancak kitaptaki mizah anlayışının romanın genel havasının dışında olduğunu söylemek gerek. Kitaptaki kara mizah biraz Tolga Karaçelik filmlerini anımsatıyor. Ya da Ertem Eğilmez’in, senaryosu Gani Müjde’ye ait Arabesk filmini.

Kurgudaki Abartılı Bölümler
Askerde hasta eşine gitmesi için izin alamayıp ölmeden önce eşini son bir kez göremeyen Harun’un hikâyesi Türkiye için sıradan bir hikâye. Ancak düne kadar öldürdüğü düşmanlar nedeniyle askeriye tarafından ödüllendirilen Harun’un tepki olarak eşkıyalık için dağa çıkması, tek başına hem askere hem PKK’ya düşman olup modern çağın Robin Hood’una dönüşmesi inandırıcı değil: “Senin bu eşkıya oğlun sadece devlete, teröriste bulaşsa iyi. Silah kaçakçılarının villalarına, dağlardan mal geçiren uyuşturucu tüccarlarının malikânelerine, insan tacirlerine, sigara-mazot kaçakçılarına, savaşı fırsat bilip oy toplayan siyasetçilere, domuzbağcılara, koruculara… Kısacası savaşın sürmesinden nemalanan kim varsa hepsine saldırıyormuş deli mayın!

Bir başka zorlama ise finale hazırlıkla ilgili. Elêonore, Suskun-84’ün muskasındaki hikâyeyi okuyor ancak nedense son bölümünü okumuyor. Belki işine yarayacak önemli bir bilgi var son bölümde, neden okumuyor bilemiyoruz:

  • Ona son bölüm hariç hikâyesini ondan habersiz zaten okuduğumu … söyleyemedim elbette.
  • Sonunu bile isteye okumadığım roman dosyasını onlarca yayınevine gönderip heyecanla beklemeye başladım.
  • … Faris, dosyayı hazırlarken birkaç kez ısrarla Kenan’ın kitabına bakmanı, her şeyi yanlış anlamış olabileceğimi, son sayfada bir tuhaflık olduğunu söyledi. Kabul etmedim.
  • Kitabın son sayfası hariç tamamını okumuştum gerçi ama yine de içimde yeni bir şeyle karşılaşacak olmanın, bir sırra yaklaşmanın sıkıntısı vardı.

Roman bitince bunun kurgudaki çarpıcı final için gerekli olduğunu anlıyoruz ancak “Az sonra ekranlarda” türünden bir pazarlama ile okuru sürekli kitabın sonundaki finale hazırlayan kurgu, okur açısından rahatsız edici.

Roman şaşırtıcı bir finalle bitiyor. Aslında Kemal Varol, “havaya yazı yazan adam” ayrıntısının izini süren okur için bazı ipuçları bırakıyor ancak bunu herkesin yakalaması güç. Bense kitabın ilk sayfasından önce son sayfasını okumaya meraklı bir “sabırsız” olarak ne yazık ki finaldeki sürprizin etkisini yaşayamadım.

Veli Toplantısı
Romanın unutulması en güç bölümü ise Veli Toplantısı. Yalnızlığı öylesine duru biçimde anlatıyor ki bu bölüm, okurken bir yumruk yemiş gibi oluyorsunuz. Kenan “Nasıl durumum? İyi mi?” diye sorunca her şey susuyor. Öğretmen de zaten durakalıyor Kenan’ın karşısında. Yalnızca bu bölüm için bile bu romanı okumanızı öneririm.

Kemal Varol keşke bu bölümü yazarken Kenan’a “Ben kendi kendimin velisiyim.” dedirtmeseymiş. Biz okur olarak olanın bitenin farkındayız. Bu kadarcık da okura bırakılsa daha iyi değil mi?

Kemal Varol’un Onu Sevdiğim Zamanlar kitabı çok güzel ayrıntılara sahip, okumaya değer bir roman. Arka planında Kürtlerin 80’li yıllardaki zorlu yaşamı ile kaçak göçmenler var. Kemal Varol kendi yurdunda evrensel bir sese sahip. Dünyaya açılmak için çoksatarlara özenmesine ya da Arkanya’dan Fransa’ya gitmesine gerek yok.

— 0 —

Kitaptaki Yazım Hataları ve Anlatım Bozuklukları

  • “Kimi zaman erkenden uyuma isteği kimi zaman bir türlü uyku tutmamalar, bazen tıka basa yiyip bazen bütün günü tek bir lokma yemeden geçirmeler, eskisi gibi hiçbir şeye dikkat kesilmemeler, yanı başında akan dünyayla temas etmekten kaçınmalar, doyunca gülememeler, doyunca ağlamamalar, doyunca yaşamamalar…”-Sayfa 23: “Doyunca yaşamamalar” derken yemek yiyip doyunca yaşamamaktan mı söz ediliyor yoksa doyasıya yaşamamak mı kastediliyor anlayamadım.
  • “Kederli bir piyanodan yayılan ezgiler kulaklarıma hücum etti.”-Sayfa 29: Kederli olan piyano mu yoksa ezgiler mi?
  • “Bir süre, kadın yolcuların yansımalarda beliren kombinlerini inceledim gizlice.”-Sayfa 35: “Kombinlerini” yerine “giysilerini” daha güzel değil mi?
  • “Sanki yastık yetmiyormuş gibi..”-Sayfa 181: “Sanki” ile “gibi”den biri fazla. Kitapta aynı kullanım başka yerlerde de var.
  • “Peronlardan otobüslerebinen”-Sayfa 200: “boşluk unutulmuş”.
  • “… sanki içinde onu dinleyen biri varmışçasına,”-Sayfa 223: “Varmışçasına” ile aynı anlama geldiğinden baştaki “sanki” gereksiz.
  • “… birinin yapacağı tek bir ihbarda yolu önce göçmen kampına, oradan da tekrar Geri Gönderme Merkezi’ne düşecekti.-Sayfa 239: “Yapacağı ihbar” kulağa güzel gelmiyor. “Birinin ihbar etmesiyle” veya “tek bir ihbarla” daha iyi.
  • “Önce ben geçtim detektörden, sonra o. İkimiz de ötmedik.”-Sayfa 276: Yaygın olarak kullanılsa da doğru kullanım detektörden geçen kişilerin değil cihazın ötmesi şeklinde olmalı.
  • “… düşmesiya da…”-Sayfa 279: “…düşmesi ya da…” olacak.
  • “… tıpkı onun gibi benim de kendi hikâyemi sonlandırmam, bir nihayete vardırmam gerektiğini kabul etmem gerekiyordu…”-Sayfa-286: Bu cümlede gereksiz bir laf kalabalığı var. “Sonlandırmak”la “nihayete vardırmak” aynı anlamlı. “… tıpkı onun gibi benim de hikâyemi sonlandırmam gerekiyordu…” daha güzel değil mi?
  • “Temizlik süpürgesinin o berbat sesi evi doldururken…”-Sayfa 287: “Temizlik süpürgesi” yerine “elektrik süpürgesi” olmalı sanırım.
Burak Kaya hakkında 162 makale
Müzisyen, yazar.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.