O Yıl / Ahmet Altan

Ahmet Altan’ın Kasım 2025’te Everest Yayınları tarafından yayımlanan romanının adı O Yıl. Kapak tasarımı Hamdi Akçay’a, sayfa tasarımı Simge Sunar’a ait olan romanda düzeltmen olarak Beyza Erten ile Yılmaz Akan yer alıyor.

Kapakta Odilon Redon’un “Beatrice” adlı tablosu kullanılmış. Orijinal tabloda bir kemerin içinde dağılarak form değiştiren yüz, kitabın kapağında belli olmuyor. Hem baskının tonlarının orijinal tabloya göre koyu olması hem de yüzün yazının altında kalması nedeniyle tablo ne yazık ki anlamını yitirerek fonda kullanılan bir renk cümbüşüne dönüşmüş.

Çanakkale Savaşı’ndan Ermeni Tehciri’ne
Ahmet Altan’ın O Yıl’ı 1915’te geçiyor. 1915, Türkiye tarihi açısından çok önemli iki olayı içeriyor: Çanakkale Savaşı ile Ermeni Tehciri. Ahmet Altan bu iki olayı hem kurgusal hem de tarihsel olarak birbirine bağlıyor. Hükümetin Çanakkale Zaferi ile hem içeride hem dışarıda büyük bir itibar kazandığını, bu itibarın sağladığı gücü de Ermenileri Suriye çöllerine sürebilmek için kullandığını düşünüyor. Çanakkale Zaferi, Talat Paşa’nın zaten aklında olan bir uygulamayı tetiklemiş midir bilinmez ancak tarihteki pek çok örneğe bakarak zafer kutlamalarının kirli işler için uygun bir ortam yarattığını söyleyebiliriz.

Altan‘ın daha önce üç kitabı yayımlananan Osmanlı Dörtlüsü‘nün son kitabı olan 407 sayfalık O Yıl, sürükleyici bir roman. Ben aralıklarla okuyarak iki gün içinde bitirebildim.

O Yıl’da yer alan olaylar iki ana karakterin, Ragıp ile Efronya’nın çevresinde gerçekleşiyor. Ragıp Bey yaşadığı aşk acısının ardından cepheye gider, savaştan ölümcül bir yarayla döner. Ağır yaralı subay, komadan çıkınca karşısında hemşire Efronya’yı görür. Efronya’nın eski kocası ise gerici ayaklanmasında öldürülen bir subaydır. Kocasını çok seven Efronya bu kaybın ardından yaşama küsmüştür.

Romanın girişi Ernest Hemingway’in Silahlara Veda’sını çağrıştırıyor: Savaşta yaralanan Frederic Henry ile hastanede ona bakan İngiliz hemşire Catherine Barkley. Anımsarsanız, Silahlara Veda’da ölen nişanlısının acısını yaşayan Catherine ile Frederic arasında bir aşk filizlenir. Hemingway’in bu aşktan savaş karşıtı bir roman çıkardığı gibi Ahmet Altan da hem iktidar eleştirisi hem de bir zulüm tablosu çıkarıyor Ragıp ile Efronya’nın aşkından.

Çanakkale Savaşı
Ahmet Altan’ın Çanakkale Savaşı’nı anlatırken romana aldığı Albay Ragıp Bey dışındaki karakterlerin tümü gerçek. Bu nedenle romanda özellikle Mustafa Kemal’in yer aldığı bazı bölümler, çok tartışılacaktır diye tahmin ediyorum. Benim gördüğüm kadarıyla Ahmet Altan eleştirilerinden vazgeçmiyor ancak Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki rütbesinin kahramanlıkları için yeterli olmadığını içeren karşı görüşün tuzağına da düşmüyor. Romandan kısaltılmış bir bölüm:

27. Alay zorlanmaya başladı, Anzaklar dalgalar halinde saldırıyordu. Şefik Albay var gücüyle savaşıyordu ama elindeki güç tükenmek üzereydi.

O sırada savaşlarda pek sık görülmeyen bir başka mucize gerçekleşti. Arkadaki ihtiyat birliklerinin komutanı Albay Mustafa Kemal, kendisine kimse emir vermediği, görevi cephe gerisini korumak olduğu halde cepheden gelen haberlerin iç karartıcı olduğunu görerek karakterine çok uygun bir gözü karalıkla, emrindeki 57. Alay’a hareket emri verdi.
….
Çıkarmanın başlamasından altı saat sonra, Osmanlı birliklerinin gücü tükenirken Albay Mustafa Kemal, askerleriyle Conkbayırı’na ulaştı.

Biraz ilerledikten sonra 27. Alay’ın askerlerine rastladılar, askerler çok kalabalık gelen Anzakların karşısında geri çekiliyordu.

Mustafa Kemal, “Niye çekiliyorsunuz?” dedi.

“Cephanemiz bitti komutanım.”

“Süngünüz de mi yok?”

Sert bir sesle, “Süngü tak,” dedi, askerler durup süngü taktılar, “Yatın, siper alın.”

Süngü takan askerler yere yatıp siper aldılar, Osmanlı askerleriyle subaylarının neyi neden yaptığını anlayamayan Anzaklar da yere yattılar. Karşılıklı beklerken Alay’ın diğer askerleri bölgeye yetişti.

Mustafa Kemal Albay, büyük bir cesaret ve kararlılıkla “hücum” emri verdi, 27. Alay’ın sağ kalanlarıyla 57. Alay hücuma kalktı. Anzakların da artık gücü tükenmişti, geri çekilmeye başladılar. Akşama doğru bütün bölge yeniden Osmanlı ordusunun hâkimiyetine geçmiş, Anzaklar kıyı bölgelerine çekilmişti.

Yukarıda birkaç paragrafını alıntıladığım üçüncü bölümle “Albay Mustafa Kemal Bey, 30 Nisan günü.” diye başlayan beşinci bölümde Mustafa Kemal’in rütbesi yanlış yazılmış. Çanakkale Savaşı’nın başında yarbay olan Mustafa Kemal, 1 Haziran 1915’te albaylığa terfi etmişti.

19 Mayıs 1915
Ahmet Altan, O Yıl’da Çanakkale Savaşı’nın en önemli günlerinden birine, 19 Mayıs 1915’e de ışık tutuyor. 19 Mayıs 1915 Çanakkale Savaşı’nın en acı günlerinden biri. Enver Paşa ile Liman Von Sanders büyük bir taarruz ile düşmanı denize dökmek istemektedir. Bu plana en güçlü itiraz Kazım İnanç’tan gelir. Kazım İnanç bölgenin coğrafi yapısının saldırana değil savunma hattında kalana avantaj sağladığını görmüştür, böyle bir saldırının hatalı olacağını vurgular. Mustafa Kemal ise taarruz ile düşmanın kıyılardan tümüyle sökülmesinin doğru bir hamle olduğu yönünde görüş bildirerek taarruza destek verir.

19.Tümen komutanı olarak Yarbay Mustafa Kemal’in de katıldığı taarruz, 19 Mayıs sabahı plana uygun biçimde başlar. Ancak sessiz bir baskın biçiminde gerçekleştirilmesi gereken taarruz planlandığı gibi başlamaz. Ayrıca kısa süre içinde düşman hattının saldırıyı önceden haber alıp hazırlık yaptığı belli olur. Osmanlı ordusu düşman mitralyözünün önünde yığınlar halinde ölür. Taarruzun sürdürülmesi konusundaki ısrar sürünce beş altı saat içinde on bine yakın asker makineli tüfek ateşleri ile öldürülür. Çanakkale’deki ordunun neredeyse dörtte biri yok olmuştur. 948 bin makineli tüfek mermisi harcayan Anzakların kaybı ise yalnızca 168’dir.

Ahmet Altan, O Yıl’da 19 Mayıs taarruzunu Mustafa Kemal hazırlamış gibi bir hava yaratıyor. Romanda “Esat Paşa’ya bir rapor gönderip derhal taarruz için harekete geçilmesini isteyeceğim” diyen Mustafa Kemal’den sonra Albay Kazım Bey ise kendisinin ve Liman Paşa’nın taarruzdan yana olmadığını belirtiyor.

Mustafa Kemal, taarruz istemeyenleri ayıplayarak “Bizim askerimiz onların üç misli. Biz neden çekiniyoruz, ben taarruzu bizzat komuta etmeye talibim, onları denize dökeceğimize eminim.” diyor. Ahmet Altan, romandaki Mustafa Kemal’e şunları da söyletiyor:

Korkarak askerlik de olmaz, komutanlık da olmaz. Bir komutanın önce kendi maneviyatı yüksek olacak ki askerinin maneviyatı da yüksek olsun.

Mustafa Kemal’in yukarıdaki cümlesinin başı gerçeğe uygun ancak sonu değil. Mustafa Kemal askerimizin karşı tarafın üç misli olduğunu ve taarruz edilmesine destek verdiğini söylüyor ancak daha fazlasını değil. Mustafa Kemal bu görüşlerini kendiliğinden söylemiyor. Enver Paşa’nın taarruz hakkındaki düşünceleri ortaya çıktıktan sonra söylüyor. Liman Von Sanders ise romanda yazıldığının aksine karşı çıkmak bir yana bu taarruzu bizzat planlayan kişi. Zaten Liman Von Sanders, taarruzun başarısızlığı sonrasında sorumluluğu üstlenip düşmanı küçümsemekten kaynaklanan hatasını kabul ediyor. Sanders, günlüğüne taarruzun başarısızlığının bir diğer nedeninin eksik olan topçu desteği olduğunu yazmıştır.”

Romanda taarruz fikrini ortaya attığı iddia edilen Mustafa Kemal’in taarruz öncesinde Enver Paşa’ya verdiği rapor ise şu şekildedir: “Arıburnu’ndaki düşman bir an önce denize dökülmelidir. Bunun için Arıburnu’ndaki kuvvetler taze bir tümenle ve ağır topçuyla takviye edilmeli, ayrıca Boğaz’ın güvenilir bir şekilde korunduğundan emin olmak için düşmanın getirebileceği tahmin edilen takviye kuvvetlerine karşılık Maydos’ta kuvvetli bir ordu ve genel ihtiyat bulundurulmalıdır. Arz ettiğim şekilde hareket edilmediği takdirde başarı şansa bırakılmış olur.”

Görüldüğü gibi Yarbay Mustafa Kemal, taarruzu yöneten Liman Von Sanders’in en sonda gördüğünü taarruz başında görerek Enver Paşa’yı uyarmıştır. Topçu desteği olmadan başlayan taarruz bir felaketle sonuçlanmıştır.

19 Mayıs 1915 taarruzunun ana sorumluluğu Liman Von Sanders ve Enver Paşa’ya aittir. Taarruza katılan 19.Tümen komutanı Yarbay Mustafa Kemal’in sorumluluğu ise plana koşullu destek vermesi ile sınırlıdır ki zaten bu koşul da yerine getirilmemiştir.

Enver Paşa ile Mustafa Kemal
Ahmet Altan’ın romandaki karaktere söylettiği bir diğer görüş de benzer şekilde hata içeriyor: “Enver Paşa ile Mustafa Kemal Bey de taarruz için yan yana geldiğinde her zaman hayırlı bir netice çıkmıyor. Bolayır’da olanları unutma…

Çanakkale söz konusu olduğunda her şeyden önce Yarbay Mustafa Kemal ile Genelkurmay Başkanı Enver Paşa’nın iki eşit ortak gibi belirtilmesi gerçekçi değil. Enver Paşa ile Mustafa Kemal’in gözü pek, korkusuz birer asker oldukları kuşkusuz ancak Enver Paşa bir hayalperest, Mustafa Kemal ise gerçekçiydi. Birinin hayali Osmanlı benzeri uçsuz bucaksız yeni bir imparatorlukken, Mustafa Kemal’in hayali bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’ydi. Mustafa Kemal, elbette en başta Enver Paşa’nın başarılı olmasını istemiştir ancak kısa süre içinde onun hayallerinin ülkenin başına bir felaket açabileceğini fark etmiştir. İkisinin de ittihatçı olması Enver Paşa’nın hatalarının Mustafa Kemal’e yazılmasına neden olmamalı.

Bolayır konusuna gelince… Osmanlı ordusu, 1913’teki Bolayır Muharebesi’nde Bulgarların yüz on dört ölüsüne karşı altı binden fazla askerini kaybetti. Bolayır Muharebesi’nde iki koldan yapılacak saldırıyla Bulgar ordusunun sıkıştırılması planlanmıştı. Bolayır’daki Mürettep Kuvvetlerin Komutanı Fahri Paşa, Kurmay Ali Fethi ve Hareket Şube Müdürü Mustafa Kemal’di. Şarköy’den çıkarma yapacak Onuncu Kolordu’nun ise Komutanı Hurşit Paşa, Kurmayı Enver Paşa idi. Mürettep Kuvvetler Kumandanlığı, Kurmay Binbaşı Tevfik Bey ile görüşerek Şarköy’deki çıkarma harekâtında hiçbir aksamanın olmayacağını ve planlanan saatte Onuncu Kolordu’nun Bolayır taarruzuna katılacağını öğrenerek 8 Şubat sabahı taarruza geçti. Ancak gemi ile Şarköy’e gitmesi planlanan Onuncu Kolordu, hava koşullarından ötürü gecikti. Bu nedenle Mustafa Kemal’in Hareket Müdürü olduğu Mürettep Kuvvetler, Bulgarların önünde zora düşerek Şarköy üzerinden gelen Bulgar hattı karşısında bozguna uğradı. Bu bozgunun en büyük nedeni Enver Paşa’nın hatalı planından kaynaklandı. Şarköy’den çıkarma yapacak hattın gecikebileceği hiç düşünülmemişti. İki koldan yapılacak eş zamanlı bir saldırıdaki olası koordinasyon hataları öngörülebilseydi Mürettep Kuvvetler’in taarruzu başlatması engellenebilirdi.

Bozgundan sonra Enver Paşa, Bolayır’a gelerek durumun aslında o kadar kötü olmadığını söyleyip tüm kayıplara rağmen Şarköy’den taarruz yapmak için yeniden ısrar edince Fahri Paşa, Ali Fethi ve Mustafa Kemal buna karşı çıkmıştı. Bu anlaşmazlıklar giderek büyüdü, Mustafa Kemal ile Ali Fethi istifasını verdiler ancak istifaları kabul edilmedi.

Görüldüğü gibi Bolayır’da Enver Paşa ile Mustafa Kemal’in ortaklığından söz etmek pek olası değil. Hatta karşıt düşüncelerden dolayı ittihatçıların artasında anlaşmazlıklar olduğu ortaya çıkmış, taraflardan biri istifa noktasına gelmiştir. Altı binden fazla askerin ölmesinin ana sorumlusu taarruz planındaki ana kollardan birinin gecikmesini hesaplayamayan Enver Paşa’ya ait olsa da elbette Mürettep Kuvvetler Komutanı Fahri Paşa, Kurmay Ali Fethi ile Hareket Şube Müdürü Mustafa Kemal’in de sorumluluğu vardır. Zaten Mustafa Kemal de bu sorumluluk duygusu ile savaş sonrasında istifasını vermiştir.

Mustafa Kemal’in Anafartalar Grup Komutanı olarak başarı kazanmasının ardından Enver Paşa’nın cepheye ziyaret için gelip Mustafa Kemal’e uğramaması üzerine Mustafa Kemal bir kez daha istifasını verir. Araya giren Liman Von Sanders, o sırada hastalanan Mustafa Kemal’in ikna edilmesi için Enver Paşa’ya bir mektup yazar. Enver Paşa bunun üzerine Mustafa Kemal’e zoraki bir geçmiş olsun telgrafı göndererek kendisini ziyaret etmek istediğini ancak cepheyi gezerken zaman kalmadığını söyler. Sorun böyle çözülür. Görülebileceği gibi Enver Paşa ile Mustafa Kemal’in arası Ahmet Altan’ın romanda söz ettiği gibi değil.

Siperlerin Üstünün Kapatılması Korkunç Ölümlere Neden Oldu
Romanda araştırmaya muhtaç bir iddia daha var. Ahmet Altan’ın yazdığına göre ağustos başındaki kanlı çarpışmalar öncesinde Mustafa Kemal, kuzey cephesindeki bütün siperlerin üstünün kapanması için emir veriyor. 27. Alay ile 18. Alay bu emre uymuyor, 57. Alay ise siperlerin üstünü örtüyor. Altan’ın anlattığına göre 6 Ağustos’taki savaşta 57. Alay askerleri siperlerin içinde sıkışan gazdan baygın düşüp yanan kalasların altında korkunç bir biçimde öldüler.

6 Ağustos’ta başlayan çıkarma sonrasında 57. Alay’ın kayıp verdiği bilgisi doğru ancak bu kayıp 57. Alay’ın siperlerinde gerçekleşmiyor. Düşman Kanlısırt’taki 47’nci Alay’ın savunduğu siperlere saldırarak siperleri ele geçiriyor. Bunun üzerine Esat Paşa, Kanlısırt’a destek kuvvet olarak 57’nci Alay’ın asker göndermesini emrediyor. 57. Alay’ın Kanlısırt’a gönderdiği bir tabur askerin ise ancak yarısı geri dönebiliyor. Dolayısıyla Altan’ın buradaki iddiası da doğru görünmüyor.

Ahmet Altan’ın Tarihsel Değerlendirmeleri
O Yıl’ın geneline baktığımızda Ahmet Altan, Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki rolünü küçümsemek bir yana neredeyse zaferi onun atılganlığına bağlıyor:

Anafartalar’da Mustafa Kemal büyük iş başardı diyorlar… sen oradaydın değil mi?

Oradaydım… Hakikaten orada komutanlığını gösterdi, çabuk karar verdi, Liman Paşa o kadar çabuk harekete geçmezdi belki. Mustafa Kemal’in atılganlığı orada çok işe yaradı, zaten bana sorarsan savaş da orada bitti, zaten birkaç ay daha oyalanıp gittiler.

Tüm bunları yazdıktan sonra romanın tarihsel bilgilerle uyuşmayan yönleri nedeniyle Ahmet Altan’ı suçlamanın doğru olmadığını düşünüyorum. Kurgu yazarlarının bir tarihçi titizliğiyle çalışmaları beklenmemeli. Aristo, Poetika’da “Tarihçi ile ozan arasındaki fark, birinin ölçülü diğerinin ölçüsüz yazması değil, birinin olmuş şeyleri, diğerinin olabilecek şeyleri anlatmasıdır.” der. Sanırım tarihsel bir kurmaca için bu ikisinin arasında bir yerde durmak gerek. Yazar yalnızca “olmuş”larla yetinirse roman yazamaz. Ayrıca, neden-sonuç bağlamında bazı hatalar içerse bile eğer bir yazar savaşta ölen binlerce askeri gündeme getirme sorumluluğunu alıyorsa buna saygı duymak gerek.

Tanrı’ya İsyan
O Yıl’da romanın geneline yayılmış bir Tanrı’ya isyan duygusu var. Ahmet Altan bu isyanla bize insanların umarsızlığını anlatıyor. Tanrı’dan başka kimsesi olmayan insanlar başlarına gelen acılar karşısında Tanrı’yı da sorgulamaya başlıyorlar. Bir süre sonra anlıyorlar ki yalnızca insanlar değil, aslında onları gözeten bir Tanrı da yok.

Romanın başında Osman, insanları kötü, hain yarattığı için Tanrı’nın büyük bir günah işlediğini söyleyerek düşüncelerini şöyle açıklıyor: “Dünyayı yoktan var eden bu Tanrı’yı yaratan bir başka Tanrı olsaydı, insanları böyle yarattığı için onu kendi cehenneminde yakardı.

Bir yangında çocuklarını kaybeden Anya ise Tanrı’ya şöyle isyan ediyor: “Ben bir dindardım, öyle büyütüldüm, evet, bir günah işledim, büyük bir günah… Bunun cezasını ödemeye razıydım. Ama çocuklarım? Onların bir günahı yoktu. Beni cezalandırmak için mi çocuklarımı öldürdü? Eğer öyleyse, bu bir ceza değil, bu bir intikam… Günah işlediğim için beni cezalandırmadı, benden intikam aldı. Böyle intikamcı bir Tanrı’ya inanmıyorum.

Bu yakarışlar, umarsızlığın yanı sıra isyan edecek bir hükümet yetkilisi, bir komşu, bir dost da olmadığını gösteriyor. Çünkü eğer Tanrı olsa, dünyaya bu duruma müdahale edecek, “dur” diyecek, “olmaz” diyecek insanlar gönderirdi. Romandaki Tanrı’ya kızgınlığın altında yatan ana neden diğer insanların duyarsızlığı. İnsanlar, seslerini duyan kimse olmadığında, karşı karşıya oldukları yalnızlığın hesabını yaratıcıdan soruyorlar.

Ancak Anya’nın intikamcı Tanrı tiplemesi Ermenilerin yaşadığı acıyla farklı bir benzerlik taşıyor. Eğer bir günah varsa, bir yanlış varsa bunun hesabı çocuklardan sorulmamalı. Bu da kitaptaki temel meselelerden biri. Altan’ın kitaba yayılan ana yaklaşımı “Ermeni çetelerinin ihanetinin hesabı bu çetelerden sorulmalıydı, çocuklardan değil.” Sanırım Ahmet Altan’ın bu düşüncesine herkes katılır. Herhalde hiçbir toplum “Bunların çocukları da büyüyünce bunlar gibi olur.” diyerek çocukları cezalandırmayı kendine hak göremez.

Kitaptaki insanların Tanrı’ya isyanı bana Danilo Kiš’in Ölüler Ansiklopedisi kitabında yer alan “Kâhin Simon” öyküsünü anımsattı. Simon, insanlara şöyle sesleniyordu: “Ey Samiriye halkı, bu kindar daha geçenlerde evlerinizi yakmadı mı? Tarlalarınıza kuraklıkla çekirgeleri salmadı mı? Köylerinize cüzamı yollamadı mı? Daha bir yıl bile olmadı, korkunç bir veba salgınıyla yuvalarınızı yerle bir etmedi mi? Bu ne biçim Tanrı?

Efronya ise daha ölüm yürüyüşüne çıkmadan önce Tanrı’dan umudunu kesmiştir. Hem kocasının ölümü hem de çevresinde tanık olduğu acılar karşısında son kez gittiği kilisenin ön tarafına yürüyerek Tanrı’ya “Seni asla affetmeyeceğim.” demişti ki o zaman Tanrı’yı henüz yeterince tanımıyordu bile. Ermenilerin her gün eksilerek sürdürdükleri ölüm yürüyüşünde Efronya, çamurların içine çökmüş yaşlı bir kadın görür:

Kadın gökyüzüne bakarak yumruğunu kaldırmış, Tanrısına öfkeyle ve sitemle bağırıyordu:
Kör müsün? Görmüyor musun?

Burada bir anekdot için yer açayım. Ameliyat sonrası bir yakınımı, hastanede oda kalmadığından bulunması gerekenden farklı bir kata almışlardı. Kısa sürede bu katın kanser hastası çocuklara ait olduğunu öğrendim. Her gün büyük bir acıya sahne oluyordu hastane koridorları. Doktor arkadaşıma buna nasıl katlanabildiklerini sorduğumda bir meslek hastalığından söz eder gibi “Mecburen alıştık.” demişti. “Bu katın diğer ismi ne biliyor musun? Tanrı’nın Uğramadığı Kat.”

Ne yazık ki Ermenilerin ölüm yolculuğu da öyle: Ne Tanrı’nın ne insanların uğradığı bir yolculuk.

Ermenilerin Ölüm Yolculuğu
Çanakkale Savaşı’nın ardından roman asıl odaklandığı konuya, Ermenilerin tabi tutulduğu zorunlu göçe kayıyor. Bu göç, 1915 bahar aylarında önce söylentilerle başlıyor. Sonra baskınlar, trenler, kamplar, Ermenilerin kadın-erkek, yaşlı-çocuk demeden yurtlarından sürülmesi ile sürüyor.

Eğer tek amaç Ermenileri başka bir yere yerleştirmek olsaydı Osmanlı bunu yapabilecek yeteneğe sahip bir imparatorluktu. İyi bir hazırlıkla insanlar sağ salim başka bir yere gönderilir, biz de buna “tehcir” derdik. Ancak kitapta anlatıldığı gibi bu yolculuk bir yere varmaktan ziyade yolda insanları kırmayı amaçlamış gibi. Hastalık, açlık, susuzluk, yağmur, soğuk… Yaşlılar, çocuklar, hastalar böyle bir yolculuğa nasıl dayanabilir?

Romanın en çarpıcı bölümleri Efronya’nın da gönüllü olarak katıldığı Ermenilerin ölüm yolculuğunu anlatan bölümler. Önce birer birer, sonra onar onar azalan Ermeniler en sonunda köpeklerin ölüleri yediği, anne babaların çocuklarını sattığı kamplarda yaşam mücadelesi veriyorlar.

Ben 2014’te “Der Zor Çöllerinde Naneler Biter” türküsünü amatörce söyleyip kaydetmiş, ilk duyduğumda aşağıdaki dizelere tam anlam verememiştim:

Der Zor çöllerinde bayıldım kaldım
Harçlığım tükendi, evladım sattım
.”

Daha sonra araştırdığımda romanda da anlatılan “çocuk satma”nın ne demek olduğunu anladım. Sözü romana bırakayım:

Şişman bir Arap kadınla kocasının bir çadırının önünde, yedi yaşındaki bir kız için pazarlık ettiklerini duydular. Küçük kız, onun için pazarlık edilirken sessizce duruyordu.

Şişman kadın “Siz zaten öleceksiniz,” dedi, “bari çocuk kurtulsun. Ölmezseniz gelin, çocuk sizin çocuğunuz, size geri veririz.” Çocuğun annesiyle babası kararsız duruyordu, baba, “Verelim,” dedi, “o, kurtulsun.” Annenin ağladığını gördüler, “Ondan ayrılmak istemiyorum.”

Sizinle birlikte ölsün mü?” dedi Arap kadın.

Bunu çok soğukkanlı bir şekilde, çok basit bir gerçeği açıklar gibi söylüyordu.

“Yirmi mecidiye veririz.”

Arabaya giderken arkasından baktılar. Çocuk da dönüp arabanın arka penceresinden onlara baktı.

Ahmet Altan bu sahneleri daha da fazla acıya bulamadan, sömürmeden anlatıyor. Tıpkı bir fotoğrafçı gibi. O fotoğrafa bakarken yüzyıl öncesinden bir kız çocuğu gözümüzün önünde canlanıp arabaya doğru yürümeye başlıyor. Arabanın içinden dönüp bize bakıyor.

Ana Karakterler: Efronya Hanım ile Ragıp Bey
Romandaki ana karakterler, Ragıp Bey ile Efronya Hanım. İkisi de gerçek karakter değil. O Yıl, ne kadar etkileyici bir hikâyeye sahip olursa olsun ana karakterlerinin ete kemiğe bürünmesini sağlayamıyor. Çünkü Ahmet Altan, dört yüz sayfa boyunca Efronya’nın ne Ragıp Bey’in üzerine en ufak bir toz konduruyor.

Efronya, masumiyeti, iyiliği, onuru, asaleti simgeliyor. Tehcir listesinde olmamasına karşın dostlarını bırakmıyor. Ölüm yolculuğu sırasında sürgünden kurtulma şansı tekrar karşısına gelince Efronya yeniden reddediyor. Bir insan olarak Efronya’nın kıskançlığı, intikam duygusu ya da herhangi bir konuda zaafı yok.

Ragıp Bey ise romanın başından sonuna kadar Ahmet Altan’ın sözcüsü gibi. Ahmet Altan, önce yaşanan acının fotoğrafını çekiyor, arkasından bu fotoğrafı Ragıp Bey’e yorumlatıyor. Ragıp Bey bazen hayat, bazen tarih, bazen insanlık dersi veriyor ancak kendine ayrılan süre içinde mutlaka bir ders veriyor. Örnekler:

  • Bir de kalkmış, ‘vatan için’ diyorlar. Ben sana bir şey diyeyim mi, Fikret? Bir Şey ahlaka karşıysa vatanın menfaatine de karşıdır. Vatan, ahlaksızlıkla korunacak bir şey değil.
  • Talat’la Enver ‘vatan için’ diye bir laf bulmuşlar, öldürdükçe öldürüyorlar. Vatan için düşmanla savaşmayı anlarım, düşmanla savaşıp ölmeyi öldürmeyi anlarım ama bunlar düşmanlardan çok bu memleketin evlatlarını öldürüyorlar. Kadınlara dokunulur mu ağabey, çocuklara dokunulur mu…
  • Koskoca Osmanlı akbabaların eline mi kaldı? Ölü soyguncusu mu olduk? Cihan imparatorluğunun geldiği yer burası mı, Nevzat? Bunun için mi savaştık yıllarca, onca arkadaşımızı cephelerde mezar soyguncusu olmak için mi gömdük biz?
  • Anadolu’yu çetelere teslim eden, çeteleri kontrol edemeyen bir devlet nasıl ayakta kalacak, ağabey? Talat, o çetelerin bu devlet için kadınlarla çocuklardan daha büyük bir tehlike olduğunu fark edemiyor mu? Ağabey, siz daha iyi bilirsiniz ama dizginleri çetelere kaptırmış hangi devlet ayakta kalmış tarihte? Var mı timsali bunun? Yarın bu itlerin Türklere zarar vermeyeceğinin bir teminatı bulunuyor mu? (…) Ben olsam Ermeni, Türk demem, bütün çeteleri ezer geçerim. Bir tanesini sağ bırakmam. Verin bana bir tümen, ben bütün Anadolu’yu çetelerin hepsinden temizleyeyim.

Okur olarak Talat Paşa’nın çarpık bakış açısının arka planında Ermenilerin ülkeyi felakete sürükleyeceklerine yönelik bir paranoya mı, yoksa güçsüz insanlar üzerinde gücünü kanıtlama isteği mi var bilemiyoruz, çünkü Ahmet Altan karşı görüşün altında yatan psikolojik, sosyolojik nedenleri yeterince sorgulamıyor. Böyle olunca, insanların bir bölümü doğuştan gelen bir “iyilik”le donatılmış, karşı tarafın hamuru ise saf bir kötülükle yoğrulmuş gibi oluyor.

Ahmet Altan, Ermenilerin ölüm yolculuğunu yazmakla yetinseydi, tıpkı Yılmaz GüneyŞerif Gören’in “Yol” filmindeki Seyit Ali’nin hikâyesi gibi duru bir edebiyat metni çıkacaktı karşımıza. Okur, Altan’ın hamasetle doldurduğu bölümleri belki çok daha sert bir yorumla kendisi dolduracaktı. Ancak Ahmet Altan işini şansa bırakmayıp konunun anlaşılıp anlaşılmadığından emin olana kadar ders verdikten sonra suçlu bulduklarına haddini bildirmeye kalkınca elimizdeki kitap da giderek bir roman olmaktan uzaklaşıyor.

Altan’ın İyi Dindar Yaklaşımı
Ahmet Altan, askerlik ile siyasette sözcü olarak Ragıp Bey’i kullandığı gibi dini konularda söyleyeceklerini de Şeyh Yusuf Efendi’ye söyletiyor:

İbadet şeytana karşı en büyük silahtır, derler doğrudur, ibadet bizim inancımızı, itaatkârlığımızı gösterir lakin müminin şeytana karşı en büyük silahı utancıdır. Ne yaparsanız yapın, ne günah işlerseniz işleyin ama utanmayı kaybetmeyin, utanç sizi tövbe etmeye ve günahı tekrarlamaya götürecek, size doğru yolu gösterecektir.

Bir başka yerde ise ırka dayalı ayrımcılığa karşı çıkıyor: “Ben, bizim arkadaşlara söylüyorum, dini, kavmin önünde tutmak lazım. Lakin anlatamıyorum… Türk kavmini dinin önünde görüyorlar veyahut da siyaseti öyle yapıyorlar.

“Dindarlar”ın iktidarında uzun yıllar hapis yatmış bir yazar olarak Ahmet Altan’ın hâlâ bu kadar iyimser olması ilginç. Eğer hukuka dayalı laik, demokratik bir yönetim yerine dindarların utanma kapasitesine bel bağlamak gibi bir seçeneğe güvenebiliyorsa ileride yeni bir hayal kırıklığına uğraması mümkün olabilir. Milliyetçilikten kurtulmanın yolu da ümmetçilik olmasa gerek. Ümmeti Müslümanın yarın dünyanın başka bir yerinde karşımıza çıkabilecek “Gavur Kırımı”na nasıl ses vereceği hiç belli olmaz. Gazze’yi görür ama yanı başında Ezidi Katliamı yapıp kadınları seks kölesi olarak pazarlarda satan IŞİD’i görmez.

Yahudi Soykırımı – Ermeni Soykırımı
Romandaki bazı cümlelerde Yahudi Soykırımı ile Ermeni Soykırımı arasında benzerlik kuruluyor. Örnekler:

  • “… ben bütün realiteyi büyükelçiye anlatıyorum, Berlin de vaziyetin farkında. Bu konuda bir mesele çıkmayacağına sizi temin ederim. Müsterih olunuz, siz lazım geleni yapınız… Bu konularda Almanya’nın da sizden öğreneceği çok şey var, bunu sonunda herkes anlayacaktır.”
  • “Paşa bu Almanlar bizden bu konuda çok şey öğreniyorlar. Hep söylüyorum, emniyet edebileceğin bir devlet kurmak istiyorsan tek ırk, tek din olacak.”
  • “Ama ben bir askerim, madam. Ben vatanım için icap ettiğinde ölmek üzere yetiştirildim, korkmamak benim vazifem. (…) Ayrıca bazen büyükelçilikteki insanların öyle laflar söylediğini duyuyorum ki onların bu yapılanlara duydukları hayranlık beni kendi vatanımın geleceği için endişelendiriyor.”

Ahmet Altan’ın kurduğu bu benzerlik Osmanlı Hükümeti için adil bir eleştiri içermiyor. Yahudi Soykırımı ile Ermeni Soykırımı arasında benzerlik kurmak insanların dikkatini Ermenilerin üzerine çekmek için yapılıyorsa bile Yahudi Soykırımı’nı bir devletin tehcir politikaları ile aynı duruma düşürerek önemsizleştirmek gibi sonuçlar doğurabilecek hatalı bir karşılaştırma. Bir fabrika hattı gibi işleyen ölüm merkezleri ile Osmanlı’nın tehcir politikasını birbirinin benzeri gibi ele almak ancak Nazilerin öldürdüğü altı milyon Yahudi’nin anısına bir saygısızlık olarak düşünülebilir. Eğer romanda söylendiği gibi Almanlar kendilerine Talat Paşa’yı örnek alsalardı, ölüm merkezleri yerine Yahudilerin sürgünlerine tanık olurduk. Bu kadar çok olmasa da insanlar gene ölürdü. Gene bir insanlık suçu işlenmiş olurdu ancak en azından insanlık tarihinde Auschwitz gibi bir kara leke olmazdı.

Son Söz
O Yıl, Ermenilerin ölüm yolculuğu hakkında yazılmış nadir romanlardan biri olarak çektiği fotoğraflarla belleklere kazınacak sahnelere sahip. Birçok sayfada insan, gözyaşlarını tutmakta zorlanıyor. Ahmet Altan, sahici karakterlerle Ermeni tehcirinin gerçek fotoğraflarını yansıtan bir hikâye anlatmaktansa kendi yorumlarını da katarak Ermeni meselesini bir roman olarak ele almayı tercih etmiş. Kitapta Ermenilerin çektiği acıların yanında bir yazarın vicdanını da görüyoruz. Tarihimizden karanlık bir sayfa üzerine sürükleyici, ilgi çekici bir kitap. Herkesin okumasını öneririm.

— 0 —

Kitaptaki Yazım Hataları, Anlatım Bozuklukları ve Notlar

  • “Ölülerin kesin gerçekler arasında ‘yaşamaları’…”-Sayfa 9: Bu cümledeki “kesin gerçekler” kulak tırmalıyor. Gerçek, anlamı gereği zaten bir kesinlik taşıyor. Eğer bu kesinlik kuşkuluysa “gerçeğe yakın” denebilir ancak değilse “kesin gerçek” diye vurgulamaya gerek yok.
  • “…ağaçlar sanki ilk kez böyle bir mucize gerçekleştiriyormuş gibi…”-Sayfa 13: “Sanki” ile “gibi” aynı anlama geldiğinden başta yer alan “sanki” gereksiz.
  • Sayfa 13-14: Ahmet Altan, nisan ayında İstanbul’u anlatırken “Firezyaların, şebboyların, zakkumların kokuları birbirine karışıyordu, güller nazenin bir kırılganlıkla hafif bir rüzgârla salınıyordu.” diyor. Nisan sonunda açan bazı güller olabilir ancak zakkumların açması için havanın biraz daha ısınması gerek. Nisan ayında, İstanbul’da bu çiçeklerin kokularının karışması pek mümkün değil.
  • “… kendi günahlarını asla affetmez ama başkalarının günahlarını bağışlar,”-Sayfa 15: “Affetmek” Arapça kökenli bir sözcük, bağışlamak ile eşanlamlı. Eşanlamlı iki sözcüğün aynı cümlede kullanılması karışıklık yaratıyor.
  • “… çünkü onda bütün insanların istediği bir şey vardı: içten gelen, samimi bir ilgi.”-Sayfa 19: “İçten gelen” ile “samimi” benzer anlamlar içerdiğinden “içten gelen” dedikten sonra, “samimi” yazmaya gerek yok.
  • “… o zaman Dilara Hanım o alaycı gülümsemesiyle gülümsemiş,”-Sayfa 168: “Gülümsemeyle gülümsemek” kulağa hoş gelmiyor.
  • Mustafa Kemal’in atılganlığı orada çok işe yaradı, zaten bana sorarsan savaş da orada bitti, zaten birkaç ay daha oyalanıp gittiler.”-Sayfa 192: İkinci “zaten” gereksiz.
  • Sayfa 230: Romanda Adana Valisi Cemal Bey’in Talat Paşa’nın emirlerine karşı direnerek “Ben bu vilayetin valisiyim, celladı değilim” dediği öne sürülüyor. Burada bir hata olmalı. Çünkü o dönemde Adana Valisi Cemal Bey diye biri yok. Burada söz edilen Talat Paşa’nın emirlerine direnen Halep Valisi Mehmed Celal Bey olabilir mi? Ya da “Ben valiyim, eşkıya değilim” diyerek Talat Paşa’nın emirlerini uygulamayı reddeden Ankara Valisi Ali Mazhar Bey olabilir.
  • “O kuruyan ruh, genç ve bencil bir erkeğin varlığıyla filizlenmiş, kuvvetle inkâr etmeye çalışmasına rağmen bir hayatiyet belirtisi göstermişti.”-Sayfa 251: “Hayatiyet belirtisi” kulak tırmalıyor. “Hayatiyet göstermişti” veya “hayat belirtisi göstermişti” olsa daha iyi değil mi?
  • “Efonya’yı misafir odasına yatırdılar.”- Sayfa 404: “Efronya” yerine “Efonya” yazılmış.
Burak Kaya hakkında 164 makale
Müzisyen, yazar.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.