
Zülfü Livaneli’nin Eylül 2025’te Can Yayınları’ndan çıkan son romanının adı Bekle Beni. Kitabın editörü Cem Akaş. Düzeltide Aylin Samancı Elmasdağ, Mert Tokur ve Melis Oflas’ın adı var. Mizanpaj Bahar Kuru Yerek’e ait. Kitabın yer aldığı Can Çağdaş dizisinin editörü ise Abdullah Ezik.
Utku Lomlu’nun kapak tasarımı, kitabın adından ilham alınarak kotarılmış gibi duruyor ancak içerik ile çok uyumlu olduğunu söylemek güç. Kapak bir mahkûmu beklemekten ziyade işleri nedeniyle ayrılmak zorunda kalan iki sevgiliyi çağrıştırıyor. Kitaba yeni bir boyut ekleyen çok daha yaratıcı kapakları var Lomlu’nun.
Kitabın ilk baskısı 150 bin adet ve geçenlerde ikinci baskısının da yapıldığını okudum. Livaneli’nin hem Türkiye’de hem de dünyada ciddi bir okurunun olduğu çok açık. Umarım sağlıkla, daha uzun yıllar yazmaya devam eder.
Biyografi
Kitabın başında yazar için şu açıklama yer alıyor: “Zülfü Livaneli UNESCO tarafından ‘zamanımızın en önemli entelektüellerinden biri’ olarak tanımlanmaktadır.” Açıkçası bu açıklama bana biraz tuhaf geldi. Kitabın başka dillere çevirisinde bu tanıtım uygun olabilir ama Türkçe baskıda UNESCO’nun ağzından Zülfü Livaneli’nin entelektüel olduğunu duymaya gerek var mı acaba? Üzerinde sağcısının da solcusunun da birleşebildiği nadir adlardan biri Zülfü Livaneli. Bazı sanatçılar dünyada ünlüdür ülkesinde değer görmez ya da ülkesinde sevilir ancak dünyada bilinmez. Livaneli gibi hem içeride hem dışarıda tanınıp saygı duyulan kişilere daha sade özgeçmişler yakışıyor.
Roman Karakterleri
Livaneli, Bekle Beni’nin otobiyografik bir roman olmadığını ancak kendi yaşamından izler taşıdığını söylüyor. Bu cümle romanla ilgili çok önemli bir ipucu veriyor bize. Yazar yaşamını hatasıyla savabıyla açığa dökmek istemiyor olabilir. Ancak karakterlerin kendisiyle ilişkilendirilebilir olması romandaki karakterlerin kısır kalmasına yol açmış. Livaneli ne romandaki karakterleri özgürce genişletebilmiş ne de kendi yaşamını tümüyle romana aktarmış. Roman karakterleri siyasi bir piyesin oyuncularına dönüşmüşler. Yazarı ve çevresini yansıtan karakterler hiç falso vermeden repliklerini okuyup köşelerine çekiliyorlar. Romanın başında Leyla’nın parmakları Selim’in eline dokunuyor. Ben romanda bundan başka bir yakınlaşma görmedim. Sevişme sahnesini geçtim ancak bir tensel yakınlaşma sahnesi bile yok. Bir aşk ve direniş romanı düşünün ki pastanede buluşma sonrasında Gençlik Parkı’nda kürek çekiliyor, sonra da evliliğe geçiliyor. Bu arada “Bizim başlıca derdimiz ne biliyor musun yavrum? Birbirimizi çok sevmemiz.” tarzında beylik laflar ve felsefi sözlerden de bolca var tabii ki.
Romanın dokuzuncu sayfasında aşk ve direniş meyvesini veriyor ve Selim kızını kucağına korkuyor. Çünkü yeni doğmuş kızı da doğum yaparken aynı acıyı çekecekmiş. Selim’in dertleri bununla da bitmiyor. Kızının ilerideki aybaşı ağrılarını düşünerek içi sıkılıyor. Ayrıca kucağında yeni doğmuş kızına bakarken çapkınlığın erkekte marifet kadında ise ahlaksızlık sayılmasına isyan ediyor. Ben kızı oldu diye üzülen insanlar gördüm ama bugüne kadar hiçbir babanın yeni doğmuş kızının ilerideki aybaşı sancılarını dert ettiğini görmedim. Bu durum babaların genel olarak duyarsız insanlar olmalarından kaynaklanmıyor. Sorun Selim’de. Aslında o paragrafta konuşan Selim değil, Livaneli. Selim yazarın duyarlılık manifestosunu okuyan bir aracı. Gerçek bir karakter değil.
Askerlik ve Darbe
Kızının doğumunun ardından askerliğini yapmak üzere Sivas’a giden Selim askerde vicdani ret seçeneğinin olmamasından dolayı devlete sitem ediyor. Sivas’ta Madımak Otel’de nedenini bilemediği huzursuz bir gece geçiriyor. Net bir tarih verilmese de 1970’den önce olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Selim askerliğini bitirip İstanbul’a taşındıktan uzunca bir süre sonra 12 Mart 1971 darbesi oluyor. Türkiye Turizm Ansiklopedisi’ne göre Madımak Otel 1970’lerin başında inşa edilerek otel olarak hizmet vermeye başlıyor. 1987’de ise turizm işletme belgesi alarak iki yıldızlı otel oluyor. Yani Selim Sivas’a gittiğinde henüz Madımak Oteli’nin inşaatına başlanmamış olmalı.
Askerde eksi otuz derecede 1.00 – 3.00 nöbeti tutan Selim donarak ölmekten kıl payı kurtuluyor. (Ben de soğuk yerde yaptım askerliğimi. Hava eksi on derecenin altına düştüğünde nöbet süresi on beş dakikaya kadar inerdi. Koğuşta kimse yatmaz, herkes sırayla nöbete giderdi.)
Askerde devletin baskıcı yüzüyle tanışan Selim’in düşünce dünyası ilk kez okurun önüne açılmaya başlıyor. Nazım, Marks, Lenin okuyan 68 kuşağının sosyalistlerinden daha farklı bir yerde duran Selim’in ilgisini Camus, Sartre, Robert Frost çekiyor. Bu arada Zülfü Livaneli’nin romanında yer verdiği Robert Frost şiiri ne kadar güzel. Ancak şiiri okuyunca Frost’un “Şiir, çeviride kaybolan şeydir.” sözü geldi aklıma. Sonra şiirin o güzelim son dizesi de eksik.
On iki günlük istirahat alan Selim, Sivas’tan trenle İstanbul’a gitmeye karar verir. Kitapta “Günlerce gidecek ama İstanbul’a varacaklardı.” yazıyor ama 70’li yıllarda Sivas’tan İstanbul’a Ankara üzerinden trenle taş çatlasın 24 saatte gidilebilmesi gerek.
Sivas Temeltepe’deki askerliği baskı ve zulüm olarak gören Selim istirahat alarak İstanbul’a gider. Cehennemden kurtulmuştur ama nedense geride bıraktığı asker arkadaşlarından hiç söz etmez. Daha sonra bir torpil ayarlayarak Ankara’daki Mevki Hastanesi’nde yazıcı olur. Sonunda askerlik biter.
Askerlik zamanı Selim ile Leyla sürekli mektuplaşırlar. Selim askerden dönünce de mektuplaşma devam eder. Livaneli bu tuhaf durumu şöyle açıklıyor: “Bu arada evli olmalarına, aynı evde yaşamalarına rağmen mektup yazma alışkanlığını sürdürüyor, gündüz yazdıkları mektupları akşam birbirlerine veriyorlardı.” Hatta Leyla mektupları aksattığı için Selim’e sitem bile ediyor. Hiç böyle bir şey duymamıştım. İnsan aynı evde yaşadığı kişiye mektup yazar mı?
Mutlu günler çok uzun sürmez. 12 Mart 1971’de askeri darbe olur ve tutuklamalar başlar. Polisler gelip evi didik didik ettikten sonra Selim’i alıp götürürler.
Neden Yıldırım?
Selim gözaltına alındıktan sonra ünlü “Yıldırım Bölge”ye getirilir. Livaneli şöyle yazıyor: “Ordunun bütün kitap okuyanları düşman gibi gördüğü bir yerde, kendilerine öğretilen harp taktikleri uyarınca onları -yani düşmanı- korkutma amacı, koydukları isimlerde bile apaçık belli. “Yıldırım Bölge” ne demekti mesela? Neden yıldırım? Kime karşıydı bu isim? Hitler’in Sturmabteilung ya da Sturmbannführer adlarını hatırlatan bu kelime kimi yıldırmak, kimi korkutmak içindi? Daha içeri girmeden dirençlerini kırmayı mı amaçlıyorlardı?”
Dışkapı’daki “Yıldırım Bölge” adını Yıldırım Beyazıt Hastanesi ile aynı bölgede olmasından alıyor. Yani durum Livaneli’nin düşündüğü gibi değil. Yıldırım Beyazıt’ın yıldırımı da “yıldırmaktan” değil savaştaki ani kararlarından ve atılganlığından ötürü bir doğa olayı olarak kendisine yakıştırılmıştır.
Neden Kazıkiçi?
Livaneli tespitlerine devam ediyor: “Garnizonun kurulduğu bölgenin adı bile dehşet vericiydi: “Kazıkiçi Bostanları” Ne kazığıydı bu, hangi kazık? Onları Kazıklı Voyvoda gibi kazığa mı oturtacaklardı?”
Emniyet birimlerini savunur gibi bir duruma düşmek istemem ama burada paranoyak bir yaklaşım var gibi. Kazıkiçi Bostanları çok eskiden beri Ankara’nın sebze gereksinimini karşılayan bostanlık alana verilen ad. Tarihi bir yer. Buradaki kazıklar da büyük olasılıkla bostanların sınırları belirten veya tarımsal faaliyet sırasında kullanılan kazıklar. Kazıklı Voyvoda ile nasıl bir ilgisi olabilir Ankara’daki sebze bahçelerinin?
Hapishane Mektupları
Selim artık hapishaneden mektup yazmaktadır ve mektupların üstünde “GÖRÜLMÜŞTÜR” ibaresi yer almaktadır. Hapishaneden gönderdiği ilk mektupta sık sık voleybol oynadıklarını ve koğuşta çok eğlendiklerini yazar Selim. Ancak sonrasında günlüğüne “Sana yalan söylüyorum sevgilim” yazarak karısını rahatlatmak için mutlu göründüğünü okurun gözünün içine sokar. Günlük için yazılan ve alıcısına gönderilmeyen mektuplar okurun her şeyi doğru anlamasını sağlama almak için yazılmış. Biz gerçek mektuba dönelim. Selim karısına yazdığı ilk mektupta şu satırlara yer veriyor: “Birlikte satır altlarını çize çize okuduğumuz İlyada yarım kaldı. Yakında bitiririz, söz. Belki bu kez de okurken tartışırız, sen yine bana karşı çıkarsın, ben yine inatla savunurum fikirlerimi. İkimizin de benimsediği Camus ya da Kierkegaard’da uzlaşırız.”
Öncelikle iki yetişkin insanın birlikte aynı kitabı okuyabildiğini bilmiyordum. İkincisi bir insan hapishaneden karısına yazdığı ilk mektupta bu kadar entelektüel olmak zorunda değil. Ben bu tür bir mektupta yedek don, yün çorap, beyaz fanila veya yemekte çıkan mercimek pilavı gibi konular beklerdim.
Bekle Beni‘nin ilerleyen bölümlerinde yurtdışına giden Selim Leyla’ya yazdığı mektupta şöyle diyor: “Kusura bakma sevgilim, sana neler çektirdim ama iyi ki bunları çektirenin ben değil bu rejim olduğunu bilecek kadar analitik zekâya sahip kültürlü bir kadınsın.”
İnsan mektupta karısına böyle mi iltifat eder? Bir insan karısına “Analitik zekâya sahip kültürlü bir kadınsın” dediğinde alacağı cevap en iyi ihtimalle “Sorun ne, başka biri mi var?” olabilir.
Mekânlar
Bekle Beni‘de mekânlarla ilgili de bir sorun var. Kitap Ankara’da başlıyor ve genç çift ilk evlerini Ankara’da tutuyorlar. Askerdeyken istirahat alan Selim’in Ankara yerine İstanbul’a gitmesinden, Leyla’nın kızıyla birlikte İstanbul’a annesinin yanına gittiğini anlıyoruz. Daha sonra Selim askerliğine Ankara’da devam ediyor ancak askerlik sonrası tekrar İstanbul’a taşınıyorlar. Selim hapse girince Leyla parasız kalıyor ve Ankara’daki evi boşaltmaya kadar veriyor. Leyla zaten İstanbul’da değil miydi? Okur Ankara-İstanbul arasında bocalarken Livaneli, hapisteki Selim’in defterine şöyle yazdırıyor: “Bedenim bu dört duvar arasında ama aklım Ege’nin tuzunda, o mavi denizde. Ormanda yürüdüğümüz günler, gülüşlerimizin gökyüzünü ısıttığı, gün batarken el ele tutuşup denizin dalgalarına karşı yüzdüğümüz anlar.”
Okur olarak “Ege de nereden çıktı şimdi?” diye düşünmeden edemiyoruz. Ayrıca iki insan, çok iyi sevgili olsa bile dalgalı denizde el ele tutuşarak yüzmemeli.
Klişeler
Koğuşta devrimcilerin dayanışmasını da şöyle anlatıyor Livaneli: “’Bir gün çıkacağız,’ dedi arkadaşlarına ‘ve hayat daha güzel olacak. Hayat, bu duvarların ötesinde bizi bekliyor.’
İrfan, ‘Evet, hayat bekliyor diye onayladı. ‘Ama o hayata ulaşmak için birlikte savaşmalıyız.’ Barış, ‘Düşüncelerimizle, hayallerimizle,’ dedi. Murat, “Ve unutmamalıyız ki; hayatta kalmanın en güzel yolu, bir arada durmaktır,’ diye ekledi.
Koğuştaki bu konuşmalar çocuklar için yazılmış bir piyes gibi. Elbette çarpıcı tanıklıklar da var romanda. Örneğin beyin ameliyatı geçiren kişiye yapılan işkencenin anlatıldığı satırlar insanı dehşete düşürüyor. İlerleyen sayfalarda mahkûmların mektuplarını kendisinin okuduğunu söyleyen binbaşının Melih’e “Karınızla daha detaylı yazışabilirsiniz, sorun olmaz” demesi ne kadar ince bir ayrıntı. Binbaşı röntgenciliğe göz kırparken bizler de faşizmin gerçek ahlakına tanık oluyoruz.
Erdal Eren Konusu
Zülfü Livaneli, Selim’in rüyasına bir sonraki darbenin diktatörünü sokarak kurgunun sınırlarını zorluyor. Tüm darbeleri bir kitaba sığdırma sevdası sonunda Selim rüyasında kendisini geleceğin diktatörü Kenan Evren’e fırça atarken buluyor: “Yasalarımıza göre 18 yaşından küçük kimse idam edilemez… Ama siz, general, mahkeme kararıyla o çocuğun yaşını 18 yaptınız. Sahte evraklarla, yozlaşmış tanıklarla. Sırf onu asabilmek için. Sizin düzeniniz çocukları bile öldürüyor.”
Zülfü Livaneli’nin söz ettiği kişi, 12 Eylül darbesinden önce işlediği bir cinayet sonrasında 13 Aralık 1980 tarihinde asılan Erdal Eren. Erdal Eren, cinayeti işlediğinde 18 yaşını geçmiş. Sırtından vurularak öldürülen kişi 19 yaşındaki Giresunlu bir jandarma eri olan Zekeriya Önge. Uğur Mumcu bu cinayeti şöyle kınıyor: “Bu saldırı ve cinayetler, devrimcilik, solculuk, ilericilik gibi etiketler altında yapılıyorsa, bunları en ağır biçimde kınamak ilerici basın olarak bizim görevimizdir. Yoksul bekçilere, inzibat erlerine, devlet polisine, jandarmasına kurşun sıkmak, alçakça işlenmiş cinayetlerdir hem de ayrıca bu tür eylemler, devrimciliğe, solculuğa, sosyalistliğe ihanettir.”
Erdal Eren’in avukatı Eren’i kurtarmak için ortaya bir iddia atıyor ve Erdal Eren’i babasının nüfusa erken yazdırdığını (Normalde tersi olmaz mı?), aslında Erdal Eren’in kimliğindeki yaşından daha küçük olduğunu söylüyor. Avukatın amacı Erdal Eren’in cinayeti işlediğinde 17 yaşında olduğu gerekçesiyle cezayı hafifletmek. Ancak nüfusa erken kaydettiren kişinin (babası) bu durumdan haberi olmasa gerek ki aynı dönemde Erdal Eren için Kenan Evren’e yazdığı mektupta oğlunun suçu işlediğinde 18 yaşını yeni doldurduğu, eğer bu cinayeti üç ay önce işleseydi cezasında indirim olacağını söylüyor. Avukatı ise Erdal Eren’in kemik yaşının belirlenmesini talep ediyor ancak kemik yaşı incelemesinden de zaten net bir tarih çıkması mümkün değil.
Uzun sözün kısası Livaneli’nin romanda yer verdiği mahkeme kararı ve sahte evrakla Erdal Eren’in yaşının 18 yapıldığı iddiası gerçek değil. Livaneli’nin yaptığıyla (çarpıtma) ölüm cezasına -suçlunun kim olduğundan bakmaksızın- karşı çıkmak farklı iki tutum.
Şunu da sormak gerek: Sivas’ta soğukta askerlik yapmaya dayanamayıp 12 gün istirahat aldıktan sonra torpille askeri hastanede yazıcı olan Selim, on dokuz yaşında askerliğini yaparken bir çatışmaya gönderilip katledilen jandarma eri Zekeriya Önge’ye ne söyleyebilir?
Çağına Tanıklık
Açıkçası ben kitaptan çok daha farklı düzeyde bir “çağına tanıklık” beklerken karşıma çıkan klişelerden pek tatmin olmadım. Bekle Beni‘de sıklıkla yinelenen “Kitap okuduğumuz için hapse atıldık” görüşü de başka bir klişe. Düşünce olarak doğru olsa da daha derin bir analiz, hesaplaşma, özeleştiri bekleyen okurun karşısına bu kadar yüzeysel bir saptamayla çıkmak biraz düş kırıklığı yaratıyor. Oysa 12 Mart ve 12 Eylül dönemi hâlâ pek çok giz barındırıyor. Karşıt görüşlerden onlarca eylem, yüzlerce militan var romanlara konu olabilecek. Örneğin Asala’nın kanlı Esenboğa Katliamını gerçekleştiren iki militandan biri olan Levon Ekmekçiyan. Bazılarının masum insanların katledildiği bombalamayı bile devrimci bir eylem olarak görebilmesi. Başka bir grubun katledilen kişilerin polis kurşunuyla öldüklerini iddia etmesi. Ekmekçiyan’ın bir Ermeni olarak cezaevinde diğer sosyalistler tarafından dışlanarak yalnız bırakılması. Ekmekçiyan’ın işkence ve metin yazarlığında görev bilincini abartan sorguculara Asala üyelerinden “Asala’nın köpekleri” diye söz edip “Ben gerçek sevgiyi devletimde buldum” demeye varan “sözde” itirafları. Kenan Evren’in Ekmekçiyan için “Asmayalım da besleyelim mi?” demesi. Ekmekçiyan’ın idam sehpasını kendisi itmeden önce son sözleri olarak “Ben anamı, uğruna idama gittiğim halkım kadar çok seviyorum.” demesi.
Bu karanlık dönemler söz konusu olduğunda -hiç yorum yapılmadan işlense bile- bir romana konu olabilecek nice benzer olay var. Çağına tanıklık eden bir aydının görevi elbette öncelikle “en güçlü olan” devleti eleştirmek, ancak bu yeterli değil. Militanlar nasıl koşullarda büyüdü, nasıl hayaller kurdular, nasıl eylemler yaptılar, bunların araştırılması da gerekmiyor mu? Romanda yalan söyleyen devrimciler, işkencede arkadaşının adını verenler de olsa daha iyi olmaz mı?
Dört bölümden oluşan kitabın ilk bölümü “Bir Sevdanın Tarihçesi”, ikinci bölümü “Direniş”, üçüncü bölümü “Bekleyiş”, dördüncü bölümü ise “Aile”. “Direniş” bölümünde, işkenceye götürülmek için adı okunan Selim, daha önceden kendisini ölümün kıyısına getiren bir alerji ilacını içerek işkencehane yoluna çıkıyor. Selim ilacın etkisiyle yolda soluksuz kalıyor. Vardığındaysa “işkenceciler “Bu elimizde kalacak” diyerek Selim’i geri koğuşa gönderiyorlar. Oldukça çarpıcı bir bölüm ancak bir insanın bu şekilde kendi bedenini tehlikeye atması da devrimci bir eylem olarak düşünülebilir mi, bu tartışılır. Ölüm oruçları gibi. Bana nedense, seni öldürmek isteyen kişiye kolaylık sağlamak gibi geliyor bu tür eylemler. Direnişle birlikte teslimiyeti de çağrıştırıyor bu eylemler.
Livaneli’nin Bekle Beni romanı, ancak 150. sayfadan, yani Selim Türkiye’den kaçtıktan sonra bir romana benzemeye başlıyor. “Bekleyiş” bölümü önceki iki bölümden daha gerçekçi. Öncesinde ise yazarın ağzıyla konuşup mektup yazan yapay karakterler var.
Süslü sözleri sevenler için romanda “Eşyaları az ama sevgileri sonsuzdu.”, “O çay, sadece bir içecek değil, bir anlık huzurun, bir anlık direncin simgesiydi. Tadı, bir hayatın özü gibiydi, acı ve tatlı karışık, damakta kalan bir tecrübe gibi.” türü “edebiyat yapma” örneklerinden de bolca var.
Zülfü Livaneli’nin Bekle Beni romanı, üzerinde uzun süre tartışılacak ilginç bir roman. Belki beklentilerim farklı olduğundan beni düş kırıklığına uğratmış olabilir. Dönemle ilgili okurların beğenebileceğini düşünüyorum.
—– O —–
Kitaptaki Yazım Hataları ve Anlatım Bozuklukları
- “… kadim bir büyünün sihri vardı.” Sayfa 13: “Büyü” ile “sihir” eşanlamlı olduğundan bu şekilde art arda kullanılması doğru değil.
- “… bu teslimiyet bir yenilgi değil, bilakis varoluşsal bir zorunluluk, derin bir kabullenişti.” Sayfa 13: “Bilakis” iki karşıt anlamlı cümleyi bağlamak için kullanılmalı. Buradaki cümlede ise “bu yenilgi değil bilakis (tam tersine) bir kabullenişti” gibi bir anlam ortaya çıkıyor ancak “yenilgi” ile kabulleniş” karşıt anlamlı değil.
- “… (aşkın) varlığını yok sayıyordu.” Sayfa 14: Bir şeyin “varlığını yok saymak” kulağa hoş gelmiyor. “Yokluğunu varsaymak” da öyle. Varlığını kabul etmemek, var olmadığını düşünmek, yok saymak gibi seçenekler daha uygun.
- “Selim onu soru dolu gözlerle süzdü.” Sayfa 15: “Soru dolu gözler” kulağa hoş gelmiyor.
- “Sanki hiçbir şey olmamış gibiydi.” Sayfa 16: “Sanki” ile “gibi” aynı anlama geldiğinden ikisinden biri fazla. Kitap boyunca çok sayıda “sanki” gibi” kullanımı var.
- “Selim, o bakışla tüm dünyasının değiştiğini hissetti. Dünya yeniden kurulmuş, renklenmişti. O gece tahmin edileceği gibi, heyecandan içi içini yiyerek sokakta, bahçe duvarının üstünde oturdu.” Sayfa 17: Leyla arkasını dönüp Selim’e bakıyor ve Selim’in bu bakışla dünyası değişiyor. Ancak hoşlandığı kız Selim’e baktı diye Selim’in bütün gece bahçe duvarının üstünde oturacağını biz nereden tahmin edelim? Elbette ikinci okumada “Selim’in tahmin edileceği gibi heyecandan içi içini yemesi”nden söz edildiğini anlıyoruz ancak bu ifade yanlış anlaşılmaya çok uygun.
- “Gitarını aldı, tellerden çıkan akorlar, içindeki karmaşayı yansıtıyordu.” Sayfa 17: “Tellerden çıkan akorlar” kulağa iyi gelmiyor. Bir telden bir ses çıkacağı için “tellerden gelen sesler” çok daha iyi. “Akor”dan söz edilecekse, “bastığı (çaldığı) akorlar” daha iyi olurmuş.
- “Bir şarkı çaldı, sözsüz, sadece notalarla.” Sayfa 17: Zülfü Livaneli gibi bir müzisyenin böyle bir cümle kurması çok ilginç. Öncelikle, bir parça sözlü de olsa sözsüz de olsa notalarla çalınır. İkincisi ise “şarkı” bir sözlü beste formudur. Eğer çalınan eser sözsüzse ona şarkı denmez.
- “Birbirlerini tamamlıyorlardı, sanki bir bütünün iki parçası gibiydiler, eksik kalmış parçalar, şimdi tamamlanmıştı.” Sayfa 18: Bu üç cümle de aynı anlama geliyor. Biri olsa yeterli değil mi?
- “Denizi olmayan o şehirde, merkezin kalbinde, beton yığınlarının arasında bir nefes alma vahası gibi parlayan Gençlik Parkı adeta şehrin nabzıydı, atan bir kalp gibi, canlı, hayat dolu.” Sayfa 19: Bu cümleyi neresinden tutsanız elinizde kalıyor. “Nefes alma vahası gibi parlamak” ne demek ben çözemedim. “Nabız” zaten kalp atışının bilekteki veya boyundaki duyumu değil mi? “Nabız” dedikten sonra “atan bir kalp gibi” demeye gerek var mı?
- “Zaman sanki bir noktada donmuş gibi; ne ileri gidiyor ne de geri.” Sayfa 42: “… ne ileri gidiyor ne de geri geliyor” daha güzel değil mi? Bu haliyle “ne ileri gidiyor ne geri gidiyor” gibi olmuş.
- “Sahte evraklarla, yozlaşmış tanıklarla.” Sayfa 119: “Evrak” zaten çoğul olduğundan “evraklar” demeye gerek yok.
- “Mızmızlananlara sabır tükenir, akıl öğreten ukalalara kulaklar tıkanırdı.” Sayfa 125: “Mızmızlananlara sabır tükenir” ifadesi kulak tırmalıyor. “Mızmızlananlara sabır gösterilmez, ukalalara kulak tıkanırdı.” gibi olsa daha iyi olurdu.
- “… çehresi ne güzelliği yücelten ne de çirkinliği yargılayan bir dengeyle donatılmıştı;” Sayfa 155: İki yokluğun dengesi kulağa hoş gelmiyor.
İlk yorum yapan olun