Devletimizin, 1950’li yılların başlarına kadar köylülerden aldığı, daha doğrusu almak için büyük uğraşlar verdiği bir vergi vardı. Resmi kayıtlarda bu verginin adı neydi anımsayamıyorum. Bizde bu verginin adı “Mal (hayvan) vergisi” idi. Yörede büyük baş hayvanların tümüne “mal” denir. Köylünün sahip olduğu koyun, keçi, sığır, at, eşek gibi tüm hayvanların sayısı üzerinden toplanıyordu bu vergi. Tavuklar, kazlar, hindiler, kedi ve köpeklerden alınmıyordu.
Genelde köylünün parası olmadığından bu verginin ödenmesinde çok büyük sıkıntılar, bunun sonucunda da garip durumlar ortaya çıkıyordu. Köyde kimse hayvanlarının gerçek sayısını resmi görevlilere bildirmek istemezdi. Köylü yetkililere karşı, olabildiğince az hayvana sahipmiş izlenimi vermek için her yolu denerdi. Mecbur kalmadıkça kimse malının gerçek sayısını bildirmezdi.
Sayım memurları, yanlarında yeteri kadar jandarmayla, beklenmedik bir zamanda köyün meralarında bitiveriyorlardı. Köye de, köylüye de görünmeden dere, tepe dolaşır, sürüleri bulur, tek tek sayarlardı. Sonra da köye inerek muhtara; ” Köyde şu kadar koyun, keçi, bu kadar da sığır, manda, at, eşek var. Köyün vergisi şu kadar. Sen kimin ne kadar malı (hayvanı) olduğunu bilirsin. Hayvan sayısına göre bu vergiyi köylüye pay et. Herkes borcunu, harcını bilsin ve de tahsilât zamanı geldiğinde tedarikli bulunsun.” Talimatını verirlerdi. Atları yemlenip sulanır, köyün varlıklı evlerinden birinde hazırlanan nefis bir sofrada karınları doyurulur, hürmette kusur edilmişse bağışlanması dilek ve temennileri ile uğurlanırlardı.
Köylü önceden önlem almamışsa, olanlar karşısında biraz da gururları kırılmış olarak (Çünkü komşu köyler, onların, hayvanlarını saklayamama beceriksizliği ile yıllarca alay ederlerdi.) yas’a oturur, birbirlerini suçlayarak günlerce olayı tartışırlardı.
Devlete bu vergiyi vermemek, vermek zorunda kaldıklarında da en düşük bir düzeye indirerek vermek köylünün en temel bir göreviydi sanki. Bu yüzden de köyde mevcut davar ve sığırların, hiç olmazsa yarısını, bir biçimde buharlaştırmak kaçınılmaz bir zorunluluktu. Bu, sanki bir Tanrı buyruğuydu. Başarılsa da, başarılamasa da en azından ciddi şekilde denenmesi, bu şansın kullanılması gerekirdi. Gelen sayımcılar da köylünün bu niyetini çok iyi bildiğinden, saklanıldığını bildikleri sürülerin büyük bir kısmını ele geçirmekte, dere tepe at koşturarak çobanlarla köşe kapmaca oynamak pahasına da olsa, yeteneklerine çok güvenirlerdi. Öyle ki bu durum köylülerle sayımcılar arasında bir taktik, bir üstünlük savaşına dönüşmüştü. El mi yaman bey mi yaman, özdeyişinin tam bir uygulamasına dönüşüyordu köylü ile sayımcıların inatlaşması. Her iki taraf da görevi başarmak için gerek bireysel, gerekse topluca yöntemler, kurnazlıklar üretir, uygulamağa koyarlardı. Örneğin, geçen yıl köyün garibanlarından Sarı Mahmut, üç koyunu ile tek keçisini sayımdan kurtarmak için Hasan dayıların arpalıktaki kör kuyuya urganlara bağlayıp indirmiş. Sayım memurlarının elinden kurtarmış. Sayımcılar köyden ayrıldıktan sonra büyük bir sevinç ve gururla hayvanları kuyudan yukarı çekmişler. Çekmişler çekmesine de hayvanlar cansız çıkmış. Havasızlıktan dördü de ölmüş kuyuda. Sarı Mahmut’un karısı Gulige (Gülizar dı adı, ama herkes ona Gulige diyordu) olaydan sonra birazcık aklını oynatmış. Kimin yanına varsa, Köyümüzün tek tescilli aşığı Yanık Hamza’nın yakmış olduğu ağıtı söyleyerek başlıyordu ağlamağa;
Mor goyunlarımı kör guyu yutdu
Ciğerim ataşda gavrıldı bitdi
Gahbe felek gucün bize mi yetdi
Hasim bildin gulügeyi, Mahmıdı……
Arada bir, ” Keşgem Fadişim öleydi, Halilim öleydi de goyunnarım galaydı gonşular.” Diyerek koyunlarının kendisi için değerini vurgulamak istiyordu. Bu arada Fatişin, Guligenin on bir yaşındaki kızı, Halilin de altı yaşındaki oğlu olduğunu söylemeliyim.
Aynı yıl komşu Saraycıkta köylü, sığırlarının hemen tamamını, kaba inşaatını tamamladıkları, ama henüz içini döşeyemedikleri camiye doldurmuşlar. Böylece mallarını sayımcılardan saklamayı başarmışlar. Vergisinden de kurtulmuşlar. Kurtulmuşlar kurtulmasına da cami de camilikten çıkmış. Defalarca yıkayıp temizlemişler, kokular serpmişler, tütsüler yakmışlar, dayamışlar, döşemişler, ne çare ki ahır gibi kokmasını önleyememişler. İbadet için camiye kimseler girmemiş. Bu camide namaz kılmanın caiz olup olmadığı hararetli ve yoğun biçimde tartışılmağa başlanmış. Zaman zaman önemli hasarlara yol açan kavgalar çıkmış. Sonunda müftüye başvurarak görüşünü sormuşlar. Müftü de olumsuz yanıt verince camiyi yıkmışlar. Daha sonraları başka bir yere yeni bir cami yaptılar. Harcadıkları para ve emek, devlete ödemekten kaçındıklarının yüz katını bulmuş.
Önceki yıllarda, yine böyle bir sayım arifesinde, Çolak Ali’nin başına gelenleri Sağır Sultan bile duymuştu: Çolak, yüz kadar koyun ve keçiden oluşan sürüsünü otlatırken oradan geçen birinin, sayımcıları gördüğünü, tepenin öteki yamacında sürü yakaladıklarını söylemesi üzerine büyük bir korkuya ve telaşa kapılmış. Sürüsünü, zaten hemen sınır boylarında otlattığı, komşu köyün arazisine sürmüş. Aklınca, “Bizim köyün sayımcıları nasılsa bugün bu komşu köyü saymağa gelmezler. Ben de sayılmaktan gurtulurum böylece” diye hesaplamış. Oysaki sayım zaten bu komşu köyde yapılıyormuş. Çolak bunu kestirememiş. Kısa bir süre sonra sayımcıları karşısında bulunca da ne diyeceğini şaşırmış. Sürünün, arazilerinde bulunduğu köyden Yılan Osman’a ait olduğunu söyleyivermiş. O an o köyden başka birinin adı aklına gelmemiş. Sayımcılar sürüyü sayıp, Osman Dölek adına kaydederek başka sürüler yakalamak üzere oradan ayrılmışlar. Ancak olay anında yılan Osman’ın kulağına gitmiş. Duyar duymaz da Yılan oğullarını ve yeğenlerini alıp, daha çolak bizim köyün arazisine geçemeden Ona erişmiş.
Çolağın direnmesi, yalvarıp yakarması, sonuçta feci bir dayak yemesinin ötesinde durumu değiştirmemiş. Yılan sürüyü önüne katıp keyifle kendi ağılına sürmüş.
Panik içinde köye dönen Çolak Ali bir muhtara, bir dedeme, oradan köyün diğer yaşlı başlı, sözü dinlenir kişilerine koşuyor, yalvarıyor, yırtınıyor, yandım Allah diyor da başka bir şey demiyor. “Bohunu yeyim Zeynel ağam, Çoluk, çocuğunun gulu kolesi oluyum. Ocağım söndü. Davarımı gurtarırsan bi sen gurtarırsın bu irezil, soysuz Yılanın elinden.”
Dedem olayı dinleyip, Çolağı yatıştırdıktan sonra; ” Bak Çolaali. Sen çok yanış bir iş dutmuşsun. Hökümatda goyunnar kimin üzerine gayıtlıysa onun demekdir. Ganun o ırafazıdan yana. Sen şindicik O ırzı gırığı muğakgemiye versen hakim’e ne diyeceen? “Hakim beyim, ben sürümü sayım memurlarından gaçırmak uçun gomşu koyün arazısına geçirmiş idim. Ve de o gun o koyde sayım yok sanarak davarımı Osman ağanın dediydim.” Dersen, hâkim sana demezmi ki; “Demek sen dövletimizden vergi gaçırıyon. Sen bir vergi gacakcısı, vatan hayınısın. Atın şu dövlet duşmanını godese.” demez mi? Senin işin zor Çolak. Çok zor. İki ucu boklu deynek. Niyandan dutsan eline bulaşır.
O yıllarda Yılan Osman’ın köyü Recepler ile bizim köy arasında mera anlaşmazlıkları ve mezhep ayrılığı yüzünden bir husumet, bir gerginlik olmasa belki sorun kolay çözümlenecek. Bu olumsuz ortam, görüşme ve anlaşma olanağını çok zor bir konuma taşıyor. Üstüne üstlük, Yılan, Recepler köyünün en çamur, en berbat, en zalim adamı. Rezil mi rezil. Çirkef mi çirkef. Bizim köyün, köylünün ezeli düşmanı. Böyle bir fırsat eline geçmişken.
Dedem, ” Pekâlâ çolak, sen Yılana varıp ben bi gusur etdim, bağışlayasın ağam. Dinime, kitabıma bi daha olmaz böyle bi şey. Ver davarımı gideyim. dedin mi ?”
“Demez olur muyum kolesi olduğum Zeynel ağam. Yavlardım, yakardım. Eline, ayağına gapandım. Garşılık olarak eyice bi zopa atdılar. Her bi yerimi haşat etdiler. Az galsın öldürüyolarıdı. İmana, insafa gelen bigaç koylü beni yezit sürüsünün elinden zor gurtardı.
-Bi daha buralara adımını atarsan senin koylüler üleşini Çanak deredeki ahlat ağacında sallanırken bulurlar. Hadi şindi get. Bi derdin varısa hökümete şikayet et.- dediler.”
Hökümete gidemiyeceğemi onlar benden daha eyi biliyolar zahar. Şindicik ben ne ediyim? Kime gediyim gurban olduğum Zeynel ağam? Sende akıl, feraset, siyaset çoktur. Elin, golun her yere uzanır. Bana bi akıl ver, bi yol gosder. Ayaklarıyın tozu oluyum. Bu engerek yılanının zehirinden bizi goru. Ocağamı batırmasına duyarsız galma.
Dedem olayı jandarma komutanına aktarıp yardımını istemiş. Dört gün sonra Çolak en iyisinden iki koyununu kaybetmiş olarak sürüsüne kavuşmuş. Komutan için hazırlanan davet sofrasına meze olarak kesilen bir başka koyununu daha saymazsak Çolak Ali olayı tatlıya bağlanıp kapatıldı.
Sayımcıların hangi köye, ne zaman gidecekleri çok gizli tutulurdu. Buna karşın bizim köye ne zaman gelecekleri, bir iki gün öncesinden, öğreniliyordu bir şekilde. Bu öğrenildikten sonra hayvan sahipleri onları gizleyecek planlar, projeler üreterek aradaki bu bir iki günü en iyi bir biçimde değerlendirmenin telaşına düşüyorlardı.
Köylü bazen sürüleri gizlemek için ortak, toplu projeler üzerinde tartışırdı. O yıl en hararetli tartışılan plan, sığırların geçen yıl Saraylıda uygulanmış ve başarısı kanıtlanmış olan ‘ Camide saklaması ‘ planı oldu. Bu fikre sıcak bakanların sayısı az değildi. Neredeyse köylünün yarısı bu fikri Saraylının kendilerine bir armağanıymış gibi algılıyorlardı. Özellikle, cami ile arası pek de sargın olmayan bir düzüne köylü, bu fikre karşı çıkan dedem, büyük amcam, İriza (Rıza) emmi gibi inançlı büyükleri yumuşatmak için kırk dereden su getiriyorlardı. Tırıs Apdi: “Yıllardır cami delisi oldunuz, beş vakıda beş daha gatacağanız elinizden gelse. Sonuçda ne oluyo ki? Yenimiz bi arpa boyu uzuyo mu? Yokarıdaki gurban olduğumun bize sahaplandığı mı var? Koyümüzde elli yıldır ne değeşdi? Bıldır da sürünüyoduk, on yıl önce de sürünüyoduk, aha bu yıl da sürünüyok. Hayvannarımız da sürünüyo. Dağ daş çorak, ot yok, yem yok. Açlıkdan gırılmaları yetmiyo, yüce ırabbıma laf ağnadamıyok bi de dövlete laf ağnat bakalım. Bana sorarsanız Cami eyi fikir derim. Mallarımızı orda bulamazlar. Ora sayımcıların aklına gelmez.” Şenlik (Mustafa Şen, köylü Ona şenlik derdi): ” Yavu millet ben diyomki yani belli de olmaz, camide heç bi marızatımızı gurban olduğum ırabbıma duyuramadık bugune kadar. Huzuruna bi kerede hayvannarımızı çıkarsak ne çıkar bundan? Belkim onnarı duyar da onnarın yüzü gozü hörmetine bizi de hatirine getirir ha, ne dersiniz ağalar?
Şenliğin bu sözleri bir kısım köylüyü güldürürken bir kısım da ” Eyice gudurdu, domuzun Şenliği, tövbe, tövbe. Allah başımıza daşlar yağdırmıyosa şaşmamalı. Emme senin gibiler yüzünden vallah, billah o da olur.” diye homurdandı. Sonunda bizim köy Komşu Saraylıdan daha inançlı olduğunu ortaya koyarak caminin bu işte kullanılmasının hem Tanrıya, hem de inanan insanlara saygısızlık olacağı görüşünü benimsedi, tartışma bitti.
Sayım zamanları mal, davar saklama endişe ve telaşını ta can evinde yaşayan ailelerden birisi de bizdik. O gün ortalık ışımadan uyandırıldım. Hasan ağamın,150 kadar davar ile beni beklediği dedemgilin koruluğun yolunu tuttum. İki gündür babamın tekrarlatıp durduğu talimatlarını ezberlemiştim. Güneş yükselince sürüyü korulukta, çalıların yoğun olduğu Sıklık denilen yerde toplayacağım. Sıcakta birbirlerine sokularak kümelenen sürünün çevresine ve aralara, Hasan ağamın derenin söğütlerinden keserek hazırlamış olduğu yeşil dalları dikeceğiz. Çalılarla aynı renkte olan söğüt dalları uzaktan asla dikkat çekmeyecek. Yazıcılar sürünün tam da üzerine varmadıkça fark etmeleri olanaksız. Harika bir plan bu. Kimse böylesini düşünemez. “Babam çok akıllı valla… Sayımcıların böyle bi şey dünyada akıllarına gelmez. Sayımdan sonra bütün köylü babamın ferasetine şaşıp galacak, yaşasın…”
Dedemgilin koru sıkı bir yürüyüşle köye kırk, kırkbeş dakika çeker. Köyün kuzeyindeki tepelerin arkasında, çoğunlukla çalılık olan iki bin, üç bin dönümlük bir arazi. Patika yollardan gidilir. Anamın elime tutuşturduğu ballı dürümü iştahsızca ısırarak, uykulu gözlerle yola koyuldum. Bizim oraların en güzel baharı mayıs ayında gelir. Kırlar renk renk çiçeğe keser. Tüm kuşlar, börtü, böcek yani canlı namına ne varsa eşleşir, aileler kurulur, yuvalar yapılır, yumurtalar kuluçkaya kümelenir, insanlar yeni umutlarla bir başka türlü sarılır yaşam savaşına.
Koruluğa vardığımda güneş tüm canlılar için yaşam pınarı olan ışıklarını Güllük köyü tepelerinden her yana akıtmağa başlamıştı. Mayıs ayının bu olağanüstü güzel gününde doğa adeta herkese, özel olarak ta bana gülümsüyor, içimde tanımsız keyifler, coşkular ve kıpırtılar uyandırıyordu. Çevrede vızıldaşan böceklerin, çiçekten çiçeğe koşan arıların, kelebeklerin, ağaçtan ağaca, en güzel melodileri ile birbirlerini etkilemeğe çalışan, birbirine kur yapan çeşit çeşit kuşların, Şarlak şelalesinin şırıltısı ile tamamlanan armonisi beni hayal dünyama doğru inanılmaz bir güçle çekiyordu adeta. Güneşin, ışıklarının arasında yakıcı sıcaklığını henüz üflemediği dakikalardı bu anlar. Tüm canlıların günlük yaşam uğraşına girişmeden önce birbirlerini selamladıkları, moral verdikleri, moral depoladıkları dakikalar.
Çimenlerin üzerine, bir duygu selinin sarhoşluğu ile sırtüstü uzandım. Sürünün yanına biraz geç varsam da önemi yok. Nasılsa Hasan ağam var, sürüyü iyice doyursun. Doyursun ki dinlenmeğe çekildiklerinde açlık akıllarına gelmesin. Babam, Hasan ağama gece boyunca sürüyü yatırmamasını, sürekli otlatarak iyice doyurmasını sıkıca tembihlemişti zaten. Gün boyu hareketsiz, dinlenmede kalmaları için bu birinci şart. Sayımcıların aslında ne kadar aptal olduklarını düşündüm bir an ve keyifle güldüm. Arkası gelmeyen gülüşüm şarlak kanyonunda yankılanan kahkahalarla sürdü. Yakınımdaki bir çalının içinden fırlayıp havalanan bir tarla kuşunun tanıdık seremonisi ve henüz başladığı gösterisi ilgi odağıma yerleşti. Gösterisini kim bilir kaçıncı kez izlediğim, ama hiç yakından görmediğim bu kuş tanıdığım, tanımadığım bütün kuşların sesini haykıra haykıra, gökyüzünde daireler çizerek yükseldi, yükseldi… Onu görebildiğim yere kadar izledim. Artık görünmez olduğunda da ötüşünü sürdürmesinden yükselişini de sürdürdüğünü biliyordum. Neden sonra sesini duyamaz oldum. O zaman onun bir yıldıza konarak dinlenmekte olduğunu düşündüm.
Gerçek dünyaya yeniden döndüğümde güneş hayli yükselmiş, yakıcı yüzünü sergilemeğe başlamıştı. Sürünün yanına gitme zamanıydı. Kalkıp yürüdüm. Kısa bir süre sonra da sürüyü olması gereken yerde buldum. Kümeleşmeye başlamış olmaları, karınlarının tok olduğunu işaret ediyordu. Sürüyü koruluğun eteğinden yukarıdaki sık çalılığa sürdük. Beş on dakika içinde de gizleneceğimiz yerdeydik. Önceden belirlediğimiz yerde sürüyü topladık.
Hasan ağam, sabahın erken saatlerinde söğütlerden kestiği dalları, solmasınlar diye gölet’e doldurmuştu. Yemyeşil dalları birkaç sefer yaparak sıklığa taşıdık. Saplarını sivrilterek, fidan diker gibi sürünün çevresine ve aralara diktik. Sürüyü tümden gizleyen küçük bir orman görüntüsü yarattık. Önemli bir görevi yerine getirmenin gönül rahatlığı içinde, üç yüz adım kadar aşağıdaki pınarın yanına indik. Az sayıda davarı da bölüp beraberimizde getirdik. Sayımcılar gelirse davarımızın sadece bu olduğunu söyleyerek onları uyutacağız. Yani bu koyunlar bir bakıma yemlik.
Bir süre sonra, başka işlerine bakmak üzere Hasan ağam oradan ayrıldı. Ben ise, uçarken çeşmenin duvarına çarparak su dolu oluğa düşen irice bir böceğin, kurtulmak için verdiği uğraşı izlemeğe dalıp gittim sanırım. Ne kadar zaman sonraydı bilmiyorum, yukarıdan beri çeşmeye kadar ulaşan bir sesle irkildim. Ses, aç bir sürünün gece sessizliğinde bir mısır tarlasına doluşarak yemyeşil sürgünlere saldırmaları sırasında çıkardıkları sesi andırıyordu. Önce bir anlam veremedim, sesin devam etmesi, hatta giderek artması üzerine meraklandım ve yukarı doğru yürüdüm. Sürüyü görecek konuma geldiğimde şaşkınlıktan donup kaldım adeta. Tok olduklarını düşündüğüm sürü sıcağa aldırmaksızın kalkıp, kıtlıktan çıkmış gibi diktiğimiz söğüt dallarına saldırmışlardı. Yarattığımız küçük yapay ormanımızın yerinde şimdiden yeller esiyordu neredeyse. Yanlarına eriştiğimde, hepsini çekip yere indirdikleri dallarda kalan son yaprakları da bitirmek üzereydiler. Birkaç dakikanın içinde sürü kabak gibi ortaya çıkıvermişti.
Büyük bir panik yaşıyordum o an. Sürünün yaptığı densizliğin cezasını, rastgele önüme çıkan birkaç koyunu sopalayarak vermeğe çalıştımsa da bunun nafile bir çaba olduğu açıktı. Deli gibi o yana, bu yana koşuşturuyor, boşuna bir çözüm arıyordum. Sürüyü çalılığın en sık yerinde kendi kaderine bıraktım sonunda. Yapabileceğim bir şey yoktu. Varsa da aklıma gelmedi.
O gün sayımcılar hiç görünmediler. Ama tedirginliğim, korkum gün boyu sürdü. Ayrıca babamın bu olağanüstü planının, sayımcılarca değil de koyunlar tarafından etkisiz kılınması birazcık kanıma da dokunmuştu doğrusu.
Ertesi gün sürüyü gizleme görevini, halamın oğlu Mıstık’la (Mustafa) birlikte üslendim. Planımız çok basitti. Sürüyü Çatal Arkaç denen, dere yatakları ile yarılmış yarım düzüne tepeciklerin bulunduğu bir mevkide toplayacaktık. Mıstık yüksekçe bir yerde kendini gizleyerek gözetleme yapacak. Sayımcıları gördüğünde Onun vereceği işarete göre sürüyü ne yana süreceğime karar vereceğim.
Sabah erkenden Mıstık’la buluştuk. Hasan ağamdan sürüyü teslim alacağımız Gölyazının yolunu tuttuk. Yol boyunca anlaşmamızı sağlayacak el, kol işaretlerini belirledik. Her biri farklı bir anlam içeren bu işaretlerin tekrar, tekrar provalarını yaptık. İkimiz de kendimizden emin sürüyü Çatal Arkaca doğru yönlendirdik.
Öyle vakti yaklaştı, Mıstık’da bir hareket yok. O ana kadar göründüğü de yok, kendini çok iyi gizlemiş olmalı. Bir çalının gölgesinde yatıp uyuyakalmış da olabilir. Konunun önemini kavradığından pek emin değilim. Olayı benim kadar ciddiye almasını beklemiyorum zaten. Güneşin sıcağı yüzünü iyiden iyiye göstermeğe başladı. Sürüyü, Kurt İni dediğimiz kayaların günbatısına topladım. Heyecan içinde ve tetikte Mısdık’dan gelecek işareti bekliyorum. Ondan gelecek işarete göre sürüye yön vereceğim.
Huzursuzluğumun artmağa başladığı bir sırada ilk işaret geldi. Mıstığın yaptığı hareketler anlaştığımız işaretlere pek uymasa da bir şeyler olduğu kesindi. Hareketlerine, kendimce bir anlam vererek sürüyü batı yanımızdaki dereye yönlendirdim. Sürü dizi, dizi sıralar oluşturarak dereye akmağa başladı. Bu arada Mıstık el, kol hareketlerini artırarak sürdürüyordu. Az sonra ise küçük bir alanda koşup zıplamağa, anlaşmamızda olmayan hareketler yapmağa başladı. Mıstığın bu yeni mesajından bir şey anlamamış olmakla birlikte, bir terslikle karşı karşıya olduğumu kavramıştım. Sürünün önüne geçip geriye çevirmeğe davrandım. Kısa bir debelenmeden sonra, kan ter içinde bunu sağladım. Geriye dönmüş olmamız Mıstığın tepinme ve zıp zıp zıplama krizini bitirdi, onu sakinleştirdi. Bu durumdan, işlerin yoluna girdiği sonucu çıkartarak ben de biraz rahatladım. Ama Mıstığın anlamsız işaretleri son bulmuş değildi. Bütün dikkatime karşın şifreyi çözümleyemiyordum. Durmadan karşıt anlamlı işaretler yapıyordu. Bir süre sonra da, “Geri zekâlı, geri zekâlı” diye söylenerek ben tepinmeğe başlamıştım.
Sonunda Mısdık’tan umudu kestim. Sürüyü karşı tepecikten aşırıp Kızılyar denilen, sürüyü gizlemeye en uygun olan, dereye götürmeye karar verdim. Bu arada Mıstık da olduğu yerde küçük daireler çizerek dönüp duruyordu. Gözüm hala ondaydı. Her iki turda bir duruyor, bir anlam veremediğim el kol hareketlerinden sonra yeniden dönmeğe başlıyordu. Bu işaretlerin hiç biri anlaşmamızda yoktu. “Bu manyak ne anlatmak istiyo, annamıyom ki. Yerimde durmamam gerekdiği belli, belli olmasına da, geri çevir mi diyor !… Dolan bakalım sohu beygiri gibi beceriksiz ganara. Sana güvenende suç zaten. Bunun hesabını sana sormam mı? Dağın başında buğalek (sığırları sokarak hop hop hoplatan iri bir sinek) dutmuş danalar gibi hopla, zıpla bakalım sen. Köye varınca görürsün gününü.”
Bir yandan kendi kendime söyleniyor, bir yandan da göz ucuyla, kafayı yediğini düşünmeğe başladığım Mıstığı izliyorum. Bir at kişnemesi ile irkildim, yüreğim cız etti. Geriye döndüm, sayımcılar sürünün önünde bitivermişlerdi. Korku ve şaşkınlıktan gövdem buz kesti, dizlerimin bağı çözüldü. Atlarından indiler:
– Kimin bu davar yiğenim?
– Bizim…
– Sen kimin oğlusun? Babanın adını soyadını söyle bakıyım.
– Memet çavışın oğluyum. Soyadımız…
– Aferin aslan yiğenim. Sen eyi bir türk evladısın. Devletini, milletini, hökümetini Seviyon değel mi? Bazı dövlet, millet duşmannarı var. Sürülerini saklıyarakdan dövletimize vergisini vermek isdemiyolar. Herkes vergisini vermezse dövlet bu cennet vatanımızı nasıl goruyacak? Nasıl pavlikeler (Fabrikalar) guracak? Nasıl yol, koplü (köprü), mekdep, hasdaane yapacak? Vatanımızı nasıl galhındıracak değil mi ama ?” İkinci sayımcı araya girdi: “Buralarda başga mal, davar sürüsü vardır zahar. Ne yandalar? Sen onnarı gormüşündür. Yerlerini söyle, sana vali paşamızdan gahramanlık madalyası çıkartdırıyım. Koyünüzde gahraman çocuk olursun valla.
– O dediğin ne ki ?
– Harpde en önde, en eyi savaşannara gahramannık madalyası verildiğini heç duymadın mı sen?
– Duydum.
– İşde bu da onun gibi bişey. Çok böyük dağari vardır.
Gerçekten ben de bir harbin içindeydim ve harbi kaybederek madalya kazanan ilk kahraman olabilirdim.
– Emme ben başga davar, sığır gormedim ki. Gorsem söylemem mi?
İkisi cantalarından ayrı ayrı çıkardıkları defterlere birşeyler yazarken üçüncüsü sürünün üst başına dolandı. Çevreye hâkim bir noktaya erişince de eliyle işaret ederek, “Şu depenin hemen yanında garip hareketler yapan biri var. Neyin nesidir o? Ne işi var orda tek başına? Ne yapıyor, bize bi şey mi ağnatmak isdiyo acep?” Mıstığı görmüş olmalı.
– O mu? O delidir. Bizim köyün delisi. Aklına esdikce çıkar öyle dere, depe gezer, hoplar, zıplar, gendi gendine gonuşur. Zararsızdır.
– Vah yavrım vah. Cinlere garışmış zahar.
O yıl koyunlarımız hükumetimizin kayıtlarına geçti. Saklamayı becerememiştik. Köyün, köylünün yüz karası olacağımızı düşünerek kendi kendimi yiyordum. “Kimsenin yüzüne bakamıyacağız. Herkes bizimle alay edecek. Avanak, angıt, salak Mıstık….
Sürüyü sayımcılara yakalattığımızı kimselere söylemedik. Bizimkiler başta olmak üzere tüm köylü sürüyü saklamayı başardığımızı sanıyordu. Babamın bu konudaki feraseti öteden beri zaten biliniyordu. Olay, vergi ödeme çağrısı babamın eline geçinceye kadar Mıstık’la aramızda bir sır olarak kaldı.
Ben kira alıyorum. Kendi evim kendi isletmem var hala gecinemezken bu ülkede asgari ücretle nasıl geciniyorlar he gecinemiyorlarasa neden ses cikartmiyorlar anlamıyorum