Yürüyerek geçtim. Bir genç kızın denizkıyısından. Saçının kıvrımları savruldu kirpiklerimin arasına bir esintiyle. Bir esintiyle değişti her şey. Yüzünün biçimi uzaklaştı, kızıla çaldı sular, ıslandı ayak bilekleri. Özgürleştirmek istedim. Bakışları yalnızlıktan şimdi, bir harf hatasının eğimi var yüzünde. Beni süzüyor bir yandan, bir yandan çeki düzen veriyor sokağa. Işıkları topluyor yerden, biriktiriyor yüzünde, asfalta düşürüyor topuklarından çıkan sesleri. Arka sokaklar çekiliyor içinden, gemiler ufuk çizgisini dolayarak ilerliyor, kıyıdaki yeşil balıkçılların tüylerine. Kumsalda günün renklerini diziyorlar ipe, kurusunlar, solsunlar diye iyice. Sabaha kadar uyumadan durabilirsek, tutabilirsek kendimizi, gün doğarken yeşil bir dokunuş başlayacakmış, toprağın beş parmak üstünden. Akacakmış, yatağını boyayarak sular. Biz ortada bir yerde durduğumuzdan göremeyeceğiz gerçi suyun başını. Zaten ne doğduğu yeri ne de varacağı yeri biliyoruz. Önümüzden geçerken gülerek, “şırıl şırıl” diyeceğiz yalnızca birbirimize. Bizi görmeden, “evet” der gibi başını sallayacak ön sıradan biri. Arada bir düzelteceğiz sözlerimizi. Arkasını dönen olursa dürteceğiz: “Bak bak, sakın, kaçırma”. Arkadaki çocuklardan birisi aradan sıyrılıp elini uzatacak akıntıya, parmaklarından süzülürken damlalar, gülecek. Durup durup gülecek. Eğer uyumazsak, uyumadan sabahı edebilirsek yani, hepsini göreceğiz.
Beni de seçmişlerdir diye karanlıkta çıkıp geldim işte, gökyüzünde bir kat turuncu, herkes yalınayak. Burasıymış deyince çömeldim, aklımdan geçen ses, suya değdi ucundan. Adım adım. Kıyıydım ben, taş biriktirirdim cebimde. Yolculuklar yapardım tek başıma. Kendi kendimin hem arkadaşı hem düşmanı. Bir fular dolardım, pencerenin aralığından boynuma. Dalgayım ya şimdi körfeze giren. Öğretmenler, elleri şırıngalı, ucu iğneli doktorlardı peşimizde. Dışarıda oynardı çocuklar. Çalılar, dağın yamacında büklüm büklüm, ince bir şeritle bağlıydı günler günlere. Hep uslu, gebe hayvanların çığlıkları çarpardı kırık otların ucuna. Sonra gençtik, öyle delikanlı falan değil bildiğin sivilce suratlı. Kare, ahşap bir masada oturmuş içiyorduk. Salı akşamını cumartesi öğlenine bağlayan garip bir ikindiydi zaman. Uzunca bir süre baktık öylece. Sular, döne dolana aştı boyumuzu. Kesik başların rengine soldu, koştuk, kıyısı sarıya uzandı bir sesin, kayısının kabuğunu yalayıp, kızıl bir düğüm attı çiçeğin içine. Düğünçiçeğine. Duyan muyan yok. Anası ne görsün, evden çıktığı mı var kadının. Nereden bileyim ben senin garip düşlerini. Olsa olsa genç kızların arısıdır seni sokan, onların seks telleri dolanan ayağına. Bütün bu kırmızılar, morlar, ipek gibi akan turuncu. Nereden çıktı bunlar? Sen biraz dinlensen. Sazlıklar eğik dolunayda. Bak göle yansıyor korkusu. Kan içinde uzanmış yüzükoyun gölgesi, yatıyor bir kayın ağacının dibinde. Yaz akşamı mıymış neymiş, ak bir kuğunun boynundaki eğimden düşmüş tepetaklak. Sonrasını ben anlatayım: Öyle duru, yalın, acısız. Söylediğin doğru, ölürken bir batında dördüz doğurdu karısı. Öldükten az sonra yeniden sancılandı, inanmazsın. Kendi gözlerimle gördüm çırpınan ölü kasları. Gene de akşam akşamdır, hele ki yaz akşamı. Mavilik taşar gökyüzünden çimenliğe, karışır gök, yeşil otların arasından toprağa. Bildiği bir şarkı varmış da, o da bir boka benzemiyormuş. Niye ayıp olsun, kendi söyledi. Kendi eliyle kaldırdı hep vitrindeki resimleri. Gitti sonra arkasına bakmadan. Bana sorarsan, ne eksik ne fazla, yalnızca soylu bir at. Ölüşü bana, kırdan dönüşü anımsatıyor. Şimbi bile. Saçları kırık, mor kırlangıçlar var gibi ölüsünün başında. Kum yığınına döner yelkovan. Biz geldiğimizde yaşıyordu, daha ölüşünün başındaydı zaman. Sağ avcunun içinde, titrek üçlemelerle biten bir piyano sonatı. Acısı uzaklaşan, yiterken solukları yırtılan bir ciğerin.
Günlerce yürüdük sonra. Soranlara kızdık. Görmüyor musun, tabanlarımız ne hale gelmiş? Biraz dinlenip sonra gene yürüdük, kızılcıklar çıktı bu sefer önümüze, kırmızı bir tülle kestiler yolumuzu. Bir öğlen, herkes dinlenirken ben de bunları yazdım işte: Sözüm kuytu bir yer kağıtta, yani senin sözlerin gibi, bazen yanlış, bazen doğru. Ben hepsi doğru olsun istiyorum ama üzerine düştükçe, hesapladıkça işler daha kötüye gidiyor. Ayıkladıkça istemediklerim kalıyor bana. Biraz düşünsem, söylemek istemediğim ne varsa koşup geliyor dilimin ucuna. Neyse ki yol uzun, biraz tozlu. Uzun yolculuklarda yitiyor zaman, bulutların içinde. Artık daha az konuşsak. Biliyorsun, dışa savruluyor dönemeçlerden. En şatafatlı sözler bile.