Deprem

Deprem

Görevli er, doktorun yanından çıkar çıkmaz yeniden taktı kelepçelerimi. Bana davranışlarından pek fena insan olmadığı anlaşılıyordu. Durumuma üzülür bir hali vardı sanki. Bazen göz göze geldiğimizde bakışlarından, “evinde oturup keyfine baksaydın ya be adam, ne işin var senin buralarda?” dediğini anlayabiliyordum. Kapının aralığından bakıp doktorun bana karşı düşmanca tavrı görüp üzüldüğünü de anlamıştım.

Yedek subay doktor, baştan güler yüzlü karşılamıştı beni . Yargılandığım davayı sorup öğrendikten sonra aniden değiştirmişti tavrını. Doktorun bu davranışına akıl erdiremeyip fraksiyon hastalığıdır herhalde deyip geçtim. Çok da umurumda değildi onun davranışları, öylesine onursuz davranışlar görüyorduk ki, doktorun davranışının üzerinde durmanın hiç bir anlamı yoktu. Verdiği bir torba kortizonlu hapın işe yarayıp yaramayacağını düşünüyordum…

Bekleyecektik. Tutukevinden birlikte geldiğimiz arkadaşlardan bazılarının işi uzun sürecekti. Herkesin işi bitinceye kadar bekleyeceğimiz yere görevli erle birlikte yürürken Ali’yi anımsamıştım. Bizi tutukevinden doldurup getirdikleri, diğer zamanlarda et taşıma işinde kullanılan araçta bileklerimizi bir birbirine kelepçeledikleri Ali’yi. Bir kendimin bir de onun durumuna bakıp gülmüştüm. Ali, “Ne gülüyorsun abi kendi kendine,” deyince de, “Senin bedenini benine benim kafamı taksalar çok güzel bir Notre-Dame kamburu çıkar ortaya,” demiştim. Bir süre yüzüme bakıp ondan sonra da kriz tutmuşçasına gülmeye başlamıştı Ali. Her ne kadar Başgardiyan hastaneye gitmek istiyorum dediğimde halime bakıp, “Yüz romatizması bu önemli değil.” deyip üç gün sonra doktora gitmeme neden olduysa da hastalığım yüz felciydi. Üç günde iyice sarkmıştı yüzüm; yanağım durmadan aşağıya çekiyordu sağ gözümü. Ali, belindeki hastalığından dolayı iyice kamburlaşmış çayırdan ot yolar gibi yürüyordu. Gerçekten ikimizin karışımından çok iyi bir Quasimodo çıkabilirdi…

Diğer arkadaşları bekleyeceğimiz yere geldiğimizde yanımdaki görevli bankı gösterip, “Oturabilirsin,” dedi. O da yanıma oturup süngülü tüfeğini bacaklarının arasına aldı. Sigara içmek istediğimi söyleyip cebimdeki paketten bir sigara vermesini rica ettim. Er, paketimden bir sigara verip kendi çakmağıyla yaktı. Kendisine önerdiğim sigarayı kabul etmedi.

Hastanenin geniş penceresinden dışarıdaki at kestanesi ağacını seyredip sigaramı içiyordum. İki küçük kuşun at kestanesinin ince bir dalında bir birlerine yaptıkları kur izlenmeye değerdi. Seslerini duyamıyordum ama, erkeğin dişiye neler söylediğini anlayabiliyordum. Yüzünü üç haftada bir tel örgülerin arkasından gördüğüm karımı anımsadım kuşların bu halini görünce. Bir yılı geçmişti karımın eline dokunmayalı. Onun yumuşak ve düzgün elleri geldi gözlerimin önüne; daha uzun süre tutup öpemeyecektim o beyaz elleri…

Oturduğumuz koridorda bizden başkaları da vardı. Koridordakilerin çoğu sağlık denetimine gelmiş hastalar ve onların yakınlarıydı. Göz ucuyla bana baktıklarını görüyordum. Bazısı acıyarak, bazısı ise öfkeyle bakıyordu. Beni ne sanıyorlardır kim bilir?.. Banklar dolu olduğu için ayakta kalmış olan kadının yanında beş-altı yaşlarında bir kız çocuğu vardı. Hasta olan annesiydi sanırım, kız çok sağlıklı görünüyordu. Bu güzel kız geleliden beri gözlerini ayıramamıştı benden. Ben de ona bakıp gülümseyince annesinin eteğini kendisine siper yapıp saklandı. Biraz sonra yine bakıp benim durumumu inceliyordu. Ben baktıkça kendisinin eteğini yüzüne tutup saklanan kızın durumunu fark eden kadın, doğru durmasını bana bakmaması için uyardı onu.

Küçük kız merakını yenemeyince beni gösterip annesinin kulağına bir şeyler söyledi. Annesi de bana bakmamaya çalışarak ona bizı açıklamalarda bulundu. Kız başını çevirip benimle ilgisini kesince ben de dışarıdaki ağaçlara bakıp, sürekli beton görmekten grileşmeye başlayan gözlerimi yeşilin dinlendiriciliğine ve serinliğine bıraktım. Kuşlar yine oradaydılar; üstelik işi iyice pişirip hafif hafif gagalamaya başlamışlardı…

Küçük kız dayanamamış yine bakmaya başlamıştı. İkisi de oğlan olan olan çocuklarımı anımsatmıştı bu küçük kız bana. Çocuklarım ben tutuklandıktan sonra kötü günler geçirmişlerdi, biliyordum bunu. Ancak, görüşmeye geldiklerinde tel örgülerin ardından onların küçücük yüreklerindeki direnci ve gözlerindeki sevgiyi görüp biraz olsun avunuyordum. Demek suçlu değildim onların gözünde. Küçücük yaşlarına karşın bazı şeylerin farkındaydılar. Hele kendisi de çocuk sayılabilecek yaşta olan büyük oğlum, kendisinden üç buçuk yaş küçük olan kardeşini kanatlarının altına nasıl aldığını gördükçe kıvanıyordum…

“Nerelisin amca ?” diye sordu yanımdaki görevli er. Çocuklarımı düşünürken duygulandığımı yüzümden anlamıştı sanırım. Nereli olduğumu söyledim. Daha sonra da ben ona sordum nereli olduğunu. Sıvas’ın bir köyündenmiş. Suçumu sordu, suçsuz olduğumu söyledim. Ülkenin ve bizim içinde bulunduğumuz durumları anlatmaya çalıştım, söylediğim şeylere aklının ermediğini söyleyip, “Allah kurtarsın,” dedi ve konuşmayı kesmek istercesine başını diğer yana çevirdi…

Halen sevişiyorlardı ağaçtaki kuşlar. Yanlarındaki dala bir kuş daha konmuş onları izliyordu. Üçüncü kuşun yaptığının düpedüz röntgencilik olduğunu düşündüm. Sonra da bunu düşündüğüm için güldüm;ben de üçüncü kuşun yaptığını yapıyordum. Dalgın dalgın kuşları izlerken önümden beyaz önlüğüyle geçen hemşireye takıldı gözlerim. Gerçekten güzel kadındı. Düzgün kalçalarını iskele sancak sallayarak yürüyordu. Tavrından erkeklerin ağızlarının sularını akıtarak kendisini izlediklerini bildiği anlaşılıyordu. Yanımdaki er de hemşireye baktığından benim pervasızca kadına baktığımı göremiyordu. Tüm erkekler benimle aynı kadına baktıklarını için kıskanmıştım onlardan hemşireyi. Bu kısa sürede sahiplenmiştim kadını. Hemşire uzun koridorun sonundan dönüp kaybolunca, görevli er yaptığımı görmesin, ayıp olur diye ondan önce başımı çevirerek dışarıdaki ağaçlara bakmaya başladım…

Küçük kızla annesi boşalan banklardan birine oturmuşlardı. Beni görebilmek için ara sıra oturduğu yerden kalkıp bir iki adım öne çıkıyordu küçük kız. Annesi onu kolundan tutup yerine oturtuyor, o aynı şeyi yapmak için direniyordu. Bir ara yanımıza kadar geldi küçük kız. Er, saçlarını okşayıp sevdi onu. Beni yakından incelemek uğruna erin kendisini sevip okşamasına ses çıkarmadı. Hatta er küçük kızın adını da öğrendi; Mine’ymiş adı. Bir de kendisinden iki yaş küçük, Funda adında kız kardeşi varmış. Mine ere beni gösterip sordu: “Bu adam ne yapmış amca?” Annesi gelip onu sürüklercesine götürürken o yanıt alma umuduyla halen ere bakıyordu…

“Benim de bunun yaşında bir kızım var,” dedi görevli er. Bir süre de onun kızından ve üç yaş küçük oğlundan söz ettik. Bana çocuklarının fotoğraflarını gösterirken çok duygulanmıştı. Çok erken evlendirmiş babası; askere de biraz geç geldiğini söyledi. Er konuşurken yanımızdan geçen bir astsubayı görüp sustu. Astsubay uzaklaşınca da kelepçelerimin bileklerimi sıkıp sıkmadığını sordu. “Sıkıyorsa gevşetebilirim?” dedi. Rahatsız olmadığımı söyledim ona.

Vakit ilerledikçe gelip geçenler çoğalmaya, koridor iyice kalabalıklaşmaya başlamıştı. Hastaneye birlikte geldiğimiz arkadaşlardan da yanımıza gelen olmamıştı henüz. Ne kadar geç gelirlerse o kadar iyi diye düşünüyordum. Değişik insanlar görmek, ağaçlara bakıp kuşları izlemek içinde bulunduğum sıkıcı durumu unutturuyordu. Pencereden dışarıya bakarken bir anda dalıp gitmişim. Binanın dışındaydım şimdi. Ne bileklerim kelepçeli ne de yüzüm felçliydi. Hastaneden uzaklaşarak sokaklarda dolaşmaya başladım. Gölcük’e daha önce de geldiğimden tanıyordum bu sokakları. Buralı arkadaşlardan biriyle rakı içtiğimiz deniz kıyısındaki balık lokantalardan birine doğru gidiyordum. Daha önceki gibi lüfer ızgara yiyecektim. Lüfer yoksa tekir tava yemeye karar verdim.

Rüzgar ılık ılık esiyordu keşişlemeden. Birbirleriyle cilveleşip sevişen dalgalara bakarak daha önce arkadaşımla oturduğum lokantayı buldum ve denize yakın masalardan birine oturdum. Çok geçmeden biraz önce hastane koridorunda gördüğüm güzel hemşire girdi lokantadan içeriye, masama gelip geciktiği için özür dileyerek oturdu. Bu kadar kibar ve görgülü olacağını düşünmemiştim onun. Ona umduğumdan daha çabuk aşık olabileceğimi düşündüm… Garson masamıza geldiğinde ona balık çeşitlerini sordum. Gidip, elinde balık çeşitlerinin dolu olduğu bir tepsiyle geri döndü. Levrek çok tazeydi. Lüfer yemekten vazgeçip levrek buğulama söyledim. Yanında bol yeşillik, zeytinyağlı enginar, karides söğüş ve tulum peyniri istedim garsondan. İçki olarak arkadaşım beyaz şarap istemişti, ben ise çoktandır burnumda tüten rakı içmek istiyordum…

Kadın, deniz ve rakıyla çıkarıyordum özgürlüğün tadını. İçtikçe içeceğim geliyordu. Arkadaşım da küçük şişe şarabını bitirmişti; ikinci şişeyi söyledim onun için. Halden anlıyordu garson; arkadaşımla rahat konuşabilmemiz için hep uzakta duruyor, çağırmadan gelmiyordu yanımıza. Balık gerçekten tazeydi. Garson içtiğim nefis içkinin Tekirdağ rakısı olduğunu söyledi. Ben de tadından anlamıştım rakının nereli olduğunu…

Kırk yıllık dost gibiydik kadın arkadaşımla. Bir birimizden çok hoşlanmıştık. Gözlerime baygın baygın bakıp beni çok yakışıklı bulduğunu söylediğinde çok sevindiğimi anlamasın diye bir baş hareketi yaparak gözlerimi denize çevirdim. Masanın altından uzanıp elini sıktım; tepkisi olumluydu. Oluyordu bu iş. Böylesine güzel başlayan arkadaşlığımız mutluluğun doruğuna doğru hızla tırmanıyordu…

Evde yalnız oturduğunu öğrendim. Üstelik bunu ben sormadan söyledi. Bunun bir tür davet olduğunu düşündüm. Her şey istediğim gibi gelişiyordu. Kahveleri onun evinde içebileceğimizi söylediğimde hiç duraksamadan kabul etti. Bunun için bir tek koşulu vardı; eve hava karardıktan sonra gidecektik. Vakit geçirmek için birer şişe daha içki getirmesini söyledim garsona. Garson içkileri getirmeye gittiğinde gözlerinin içine baktım sevgilimin. Geldiğimizde böylesine mavi değildi, deniz vurdukça mavileşiyordu gözleri…

Beğeniyle döşenmiş, dinlendirici küçük bir evi vardı. Kahveyi daha sonraya bırakıp bir kadeh içki isteyip istemediğimi sordu. Bir kadeh içkinin iyi gideceğini söyledim ona. Buraya kadar çok güzel gelişen arkadaşlığımız daha da güzelleşeceğe benziyordu. İçkimi vermeden izin isteyip rahatlamak için giydiği göğüslerinin yarısını dışarıda bırakan bluz ortamı daha da güzelleştirip ısıtmıştı. İçkimi getirirken pikaba koyduğu slov bir dans müziği, daha sonra da beni dansa kaldırması içimdeki yangının başlamasına neden olmuştu. Çok güzel dans eden sarışın bir aleve benziyordu sevgilim…

Bir süre sonra üstümüzdeki giysiler fazla gelmeye başlamıştı. Ben bluzunu çıkarırken o hiç direnmedi. Biraz sonra ikimiz de dünyaya ilk geldiğimiz haldeydik. “Seni seviyorum, beni sakın bırakma,” dediğinde gözleri kapalıydı. Daha başka şeyler de söylemeye hazırlanıyordu, söyleyemedi. Ya da o söyledi de ben duyamadım. Yerin çok derinlerinden yukarıya doğru “Güm” diye bir ses geldi. Herkes bağırıp çağırarak koşmaya başlamıştı. Düşlerimdeki çıplak kadından kopmak istemiyordum ama gerçek öylesine çıplak ve korkunçtu ki…

Koskoca hastane binası elek gibi sallanıyordu. Hastalar kaçıp kurtulabilmek için güçlerini sonuna dek kullanıyorlardı. Annesi küçük kızın elinden tutmuş bir yandan dışarıya doğru koşarken bir yandan da ayağının altından kayan zeminde düşmemek için çalışıyordu. Bu durumda yanımdaki erle bizim de kendimizi dışarıya atıp kurtulmamızdan doğal bir şey olamazdı. Ben ayağa fırlar fırlamaz er de fırladı. Kapıyı dönüp ilk adımı atmaya kalkıştığımda erin buyurgan ve kararlı sesiyle kalakaldım. “Dur, kıpırdama,” deyip süngüyü göğsüme dayadığında erin gözlerinin içine baktım. Çok kararlıydı ve ben bu durumda kıpırdayamazdım. Koridor çok çabuk boşalmıştı. Yalnız ben ve depremin etkisiyle süngüyle bana doğru gelip giden er kalmıştık koridorda. Süngü göğsüme deyip sonra da geri gidiyordu. Ölümün soluğunu tepemde duyar gibi olmuştum…

Deprem bitip yerimize oturduğumda gözüm dışarıdaki at kestanesine takıldı. İki kuş ordaydılar halen ve benden habersiz sevişiyorlardı…