Saat altıdan beri bekliyordum, ne gelen vardı ne giden. Düşünüp taşındım, düştüm yola, balık tutarken suya düştüğüm gibi geldim yanına. Görünce sevindin, özlemek değil de başka bir şey. Evet, şaşkınlık ama korkuya yakın: Değirmi bir yüzün içinden fırlamış yalabık gözler. Şimdi eski bir lokantanın köşe masasında aynı şaşkın bakışlar. Parlak kumaştan düz, sarı bir örtünün üzerinde büyük beyaz tabaklar. Sofrada semizotu, rakı, maydanoz salatası. Kadehlerimiz ince, soluk külbeyazına dönüyor ağzımıza götürünce. Katranköpükleri: Konuşurken çocuklar doğuyor elimize. Yan masalar rahatsız olmuş gülmemizden. Beş dakika susarız o zaman. Daha fazlası zarar. Aynı alacalı hüzün, yıllar sonra yüzündeki. Hiçbir sözcüğün yapamadığı, sessizlikle kısalan bir yol var aramızda. Öyle zamanlarda gözüme çarpıyor bacakların. Henüz sihirli sözcüğü söylemedik ikimiz de: Değişmemişsin hiç. Bir ıskarmoz kayışının içinde dönüp duruyoruz ki değişen sadece yol, arkamızda uzayan.
Eskiden bahçenin içinde salıncak varmış, biz kaldırdık. Bir de suladıktan sonra yürüyebilmek için, mermerden kare taşlar dizdik, açık kumru tüyü. Gelip görsen şaşarsın, binlerce çiçek varmış gibi rengarenk ve kokulu. Oysa, bahçede ne çiçek var ne de ağaç, biliyorsun. Suladığımız da yok zaten, yalnızca sözcükler…
Sen karşı apartmanın üçüncü katındaydın. Küçüktük, saatlerce oynardık sokakta. Akşam olup da anneler çocuklarını yemeğe çağırınca herkesin yüzü asılır, dışarıdaki bağırış yerini sokak sokak dolaşan gece satıcılarına bırakırdı. Kararan havayla evlerin perdeleri kapanır, karşı duvardaki gölgeleri uyandıran sarı ışıklar yanardı. Akşamlar belli belirsiz bir fotoğraf gibi. Evde ne yapardık, uyurken ne düşünürdük, kabusumuzda ne görürdük, yataktan nasıl kalkardık, anımsamıyorum. Sokaktaki görüntümüz ise arkadaşlardan tut da oynadığımız oyunlara kadar dün görmüşüm gibi açık ve berrak. Zamanımızın çoğu top peşinde geçiyor: Top dışındaki oyunlarımız ise yaz aylarında bisikletle kaykay, kışları ise tahta üzerinde kayak. Oyunlar daha da çeşitlendiğinde ne yazık ki bizim, sokakta oyun yaşımız geçmişti. Onları ancak bir izleyicinin öğrenebileceği kadar biliyorum.
O zamanlar, evin önündeki yokuşu çıkarken sağ yanında uzanan genişçe bir arsa vardı. Dikenli telle çevrilmiş olsa da çocuklar telleri genişletip içeri giriyor, apartmanların arasında kalmış, çatal çalılarla kaplı, derin çukurları olan bu engebeli arsada taş oynuyorlardı. Taş oynamak deyince, beş taş, dokuz taş ya da miskete benzer bir alet oyunu değil. Oyunun özü, tarafların siperlere girip arada bir başlarını çıkartarak karşı tarafa taş fırlatmasına dayanıyor. Karşı takımdan herhangi bir kişiye taş isabet ettiren taraf bir puan alıyor. Oyunun en zorlu bölümü siperden başını çıkartıp karşı tarafa göz atmak. Ancak taş sağanağını bitti sanıp başını dışarı çıkartan çocuk o anda gelecek bir taş ile oyunu gerçekten bitirebilir. Bu nedenle başını doğru zamanda çıkartmak çok önemli. Deneyimli olanlar ise başını hiç çıkartmadan taşı atıp karşı taraftan gelen seslere göre de hedefi vurup vurmadığını anlayabiliyor. Taşlar badem şekerinden biraz büyük ve yuvarlak olsalar da oyun mutlaka eczanede bitiyor. Oyunun sonunda topluca eczaneye gidilip, “bisikletten düştü”, “karşı mahallenin çocukları dövmüş”, “top oynarken düştü” gibi yalanlar söyleniyor. Eğer dikiş gerekmiyorsa ufak bir temizleme ve tentürdiyot sonrasında herkes evine dönüyor. Evde ya da büyüklerin olduğu başka bir yerde oyundan söz etmek yasak. Alınan önlemler işe yaradı ve oyun oldukça uzun bir süre, kimseye fark ettirilmeden mahallede oynandı. Ancak oyunun sıklaşması ile öğleden sonraları yinelenen yaralanma ziyaretleri mahallenin yaşlı eczacısının kuşkulanmasına neden oldu. Eczacı, kanıtlara ulaşmak için birkaç yanıltıcı soru sorup önündeki kağıda not aldıktan sonra, sesini yükselterek:
– Karşıdaki inşaatta oynuyorsunuz değil mi?
– Hayır, orada taş yok…
– Taşla ne yapıyorsunuz ki?
Eczacının aradığı yanıta ulaşması için kaşı açılan çocuğun kulağını hafifçe bükmesi yeterli oldu. Çocuk, uzayan kulağıyla birlikte, kendi buldukları oyunun kurallarını övünerek anlatmaya başladı. Eczacı, çocukları teker teker ailelerine teslim ederken az önce kulağını büktüğü çocuk gibi hem oyunu abartıyor hem de oyunun kurallarını ballandıra ballandıra anlatıyordu. Her gittiği yerde, az sonra kapanacak kapıyla birlikte çocukların sopa yemesi içinden elinden gelen çabayı gösteren eczacı, sesini de eski bir masal anlatır gibi bir alçaltıp bir yükseltiyordu:
– Yumruk kadar taşlarla her gün birbirlerinin kafalarını yarıyorlar. Bir de ad bulmuşlar: Taşlama…
Aileler taş oyununu duyunca mahallede kıyamet koptu. En büyüğü sekiz yaşında olan çocukların yüzlerindeki façaların nedenini öğrenen anneler suçu, çocuklarını baştan çıkarttığına inandığı komşu çocuklarına yükleyip kendilerini temize çıkarttılar. Çocuklar ise en çok eczacıya kızdı: Oyunu bitirdiği için değil, kendi buldukları taş oyununa, kafasından uydurarak, yemek adını çağrıştıran başka bir ad verdiği için.
Dinlemenden seziyorum, arsayı da çocukları da anımsamadın. Yorulduk. Artık anlattıklarını duymuyorum. Gece yarısını geçiyor saat. Demek, birazdan yolluklarımız gelecek. Anılar da bizimle birlikte, giderek sararan renkleriyle dönecekler evlerine.
Salıncağı kaldırdık. Birer metre arayla, kare taşlar dizdik. Bir şey ekmedik toprağa solar diye. Zaten, yer kalmadı sözcüklerden…