Koku

Koku

Merdivenleri ikişer üçer çıkmıştım. Odaya girdim ve kapıyı kapatmadan cebimdeki zarfı çıkarıp içindeki paraları saydım. Bu iş tamam diye geçirdim içimden. On gündür her gece uykularımı kaçıran, gündüzleri ise işe yoğunlaşmamı engelleyen o kokulardan alacaktım öcümü…

Cezaevinden çıktığımda işsiz ve evsizdim. Eski bir arkadaşım vermişti şimdi yatıp kalktığım odayı. Depo olarak kullandığı bölümü temizletip, yatmam için kullanılmış bir kanepe bulup koydurmuş, bir de battaniye almıştı benim için. Mart ayı soğuk geçiyordu. Gündüz yanan kaloriferlerin ısıttığı bina pek soğuk olmuyordu geceleri. Bir de penceremin dibindeki taksi durağı olmasaydı… Duraktaki şoförlerin yüksek sesle konuşmaları ve çaldıkları arabesk şarkılar yüzünden uyuyamıyor; ziyaretime gelen küçük farelerle oyalanıyordum. Cezaevinde üzerime saldıran kedi büyüklüğünde lağım farelerinin yanında bunlar gerçekten pek sevimliydiler. Bozo, Miniş, Şirin gibi adlar takmıştım onlara…

Arkadaşımın yardım olarak verdiği parayla on gün geçirmiştim. Bu arada Askeri tutukevinin beğenmediğim yemeklerini de aramıyor değildim. Yine de yıllarca özlemini çektiğim sahanda yumurtaya kavuştuğum için mutluydum ve üstüne de cam bardakla çay içmenin keyfini çıkarıyordum. Son on günü peynir, makarna ve yumurtayla geçirmiştim.

Buraya ilk geldiğim günden beri bir tür işkence çekiyordum. Büronun altındaki kebapçıdan gelen kokular perişan ediyordu beni. Kebabın kokusunun bu denli güzel olduğunu hiç bilmezdim. Belki de biliyordum da unuttum; ya da kavuşamamanın kara sevdasıydı bu. Yıllarca kebap yiyememiştim; cezaevinde düşünü kurduğum kebap sofralarına kavuşmayı beklerken içinde bulunduğum bu durum gerçekten içler acısıydı. Her gece kebap görüyordum düşümde. İşte bugün beklediğim gün gelmişti, iki porsiyon kebap söyleyecektim ve rüyalarım gerçekleşecekti. Günlerdir kokuları dolarken bugün kendileri dolacaktı içime…

Elimden tutup bana yatacak yer ve şimdi çalıştığım işi bulan arkadaşımın gülen yüzü geldi gözlerimin önüne; bir göz kırpıp, “sağ ol” dedim yüksek sesle. Geleliden beri beni izleyen fare Miniş sesimden ürküp kaçtı. Yaptığım işi beğendiklerini söylemişler arkadaşıma, mutluydu. “Bu işi iyi, zaten biliyordum,” dedi. Yüzünü kara çıkarmamıştım arkadaşımın. Televizyona program yapan bir arkadaşıyla tanıştırmıştı beni. Kendisinin tek başına yapabileceği işin bir kısmını bana verdi tanıştırdığı arkadaşı. Bir tür yardımda bulunmuşlardı bana. Bir hafta çalıştıktan sonra da elime bir zarf tutuşturup teşekkür etti ve işimi beğendiğini, bundan sonra da birlikte çalışabileceğimizi söyledi.

Kebapçıya merdivenleri koşarak inerken çok mutluydum. Bu para geçinebilmem için yeterliydi. Hatta bu kadar parayla haftada iki kez, bir porsiyon olma koşuluyla, kebap da yiyebilirdim. Bugün ayrıcalıklı bir gün olduğu için iki porsiyon karışık ızgara yiyecektim…

Kebapçıya girdiğimde çocuklar gibi heyecanlıydım. Dipteki bir masaya oturup kebabımı ve ayranımı söyledim. Garson proteinsiz büyümüş kara kuru bir çocuktu. Siparişimi verirken heyecanımı anlamasın diye garsonun gözlerinin içine bakmamaya çalıştım. Her gün kebap yiyebilen kişiler gibi doğal görünmeye çalışıyordum. Çocuk yanımdan ayrılıncaya dek sabrettim, o arkasını dönüp giderken de yutkundum ve kebapçı kedileri gibi yalandım. Elimde olmadan yaptığım bu hareketimi kebapçının ilk müşterisi ben olduğum için kimse görmemişti…

Uzadıkça uzuyordu kebabın gelmesi. Benim kebabım için yeni bir kuzu kesiyorlardı sanki. Direncimin son sınırlarında dolaşıyordum ki, garson elinde büyükçe bir tabakla yanıma geldi. Önüme koyduğu tabaktaki nefis etlere bakıp son kez yutkundum. Hangisinden başlasam diye bakarken gözümün takılıp da bir türlü kurtulamadığı kuzu pirzolanın kemiğinden tutup var gücümle ısırdım. Off bee!.. Ne güzel şeymiş sana kavuşmak…

Karnımı doyurup kebapçıdan çıktığımda mutluluğumu perçinlemek istedim. Cezaevinde bıraktığım sigaraya başlamak istemiyordum ama, bu yemeğin üstüne sigara içmezsem, bir şeyler eksik kalacakmış gibi geliyordu bana. ‘Çok para adamı azdırır!’ diye boşuna dememişler? Bu kadarcığı bana bunları yaptırdıktan sonra…

Büfeden bir paket Maltepe sigarası alıp rıhtıma doğru yürüdüm. Midem, yıllardır görmediği böyle bir ziyafetin şaşkınlığıyla öne arkaya, sağa sola tuhaf devinimlerde bulunuyordu. Sanki kebapları eritmeyip onlarla oyun oynuyor, işin keyfini çıkarıyordu…

Lodosun etkisiyle sıcaktı bu akşam hava. Sersemleten bu etkisini sevmiştim lodosun. Hafif içkili gibiydim. Rıhtımda biraz yürüyüp midemi rahatlatmak istedim. Yürürken aklım iki yıldır içmediğim sigaradaydı. Sigaradan bir kaç derin nefes çekip iyice sarhoş olmak istiyordum. Tam bu sırada hıçkırık tuttu. İki adımda bir kavgacı horozlar gibi zıplıyordum hıçkırığın etkisiyle; bu yüzden de sigara yakamıyordum. Ay ışığının vurduğu suların akıntısına bakıp bir süre yürüdüm. Kaldığım bina Arnavutköy’de olduğu halde bu rıhtımda ilk kez yürüdüğümü düşündüm. Gemilerin kıyıya bu kadar yakın geçtiklerini ilk kez görüyordum. Şilepler gecenin karanlığında ne kadar da görkemliydiler…

Bebek’e kadar yürüyüp Arnavutköy’e döndüğümde hıçkırığım dinmişti. Banklardan birine oturup bir an önce sigaramı tellendirmek istiyordum. Yaşamın keyfine varıp özgürlüğün tadını iyice çıkaracaktım bu akşam. Çamların yeşili, denizin dalgaları daha bir başka geliyordu bu akşam. Tel örgülerle çevrili bahçelerde ya da daracık avlularda volta atmaktan yoruluncaya kadar yürüyebileceğin yolları, hele böyle bir rıhtımı çok özlemiştim…

Biraz önce minibüste ızgara yapanların yanından geçerken et kokuları hiç çekici gelmemişti. Bir akşam önce olsaydı o kokular kılcal damarlarıma kadar işler, ağzımın sularını akıtırdı. Onun için hiç çekinmeden minibüse yakın bir banka oturabilirdim. Yaktığım sigaradan aldığım ilk nefes başımı döndürdü. Lodos ve sigara, alkol almadan sarhoş etmişti beni. Hatta, üçüncü nefesten sonra Karadeniz yönünden gelen bir tankerin üzerime geldiğini sanıp oturduğum bankta geriye doğru kaykıldım. Yaptığımı gören var mı diye çevreme baktım. Çevrede kimseler yoktu. Gevrek gevrek güldüm kendi halime…

Bebek yönünden gelip Kuruçeşme’ye doğru gitmekte olan iki gence takıldı gözüm. Birbirlerine öylesine sarılmışlardı ki tek vücut olmuşlardı sanki. Önümden geçerlerken, “İyi akşamlar” dedim gençlere. Sesimi duyunca ürktüler; daha sonra da kendilerini toparlayıp, “iyi akşamlar” deyip yollarına devam ettiler. Hiç gereği yokken gençlere iyi akşamlar demenin saçmalığını düşündüm; onları tedirgin ettiğim için kendime kızdım. Niye böyle bir şey yapmıştım, gencin yerinde ben mi olmak istemiştim acaba?..

Durmadan akıyordu Boğaz’ın suları. Kuğu gibi bir yat, süzülürcesine geçiyordu biraz uzağımdan. Babamın balıkçı sandalını düşündüm yata baktıkça. İçine küçük bir motor koyduramadığı için yıllarca kürek çekmek zorunda kalmıştı babacım…

Ben, babamı ve bir gece patlayan bir lodosla parçalanan sandalını düşünürken yanımdaki banka esmer, bıyıklı boyu uzunla orta arası bir adam oturdu. Adama doğru döndüğümde onun da bana baktığını, ben bakınca da gözlerini kaçırıp başını aksi yöne doğru çevirdiğini gördüm. Sıkıntılı bir hali vardı sanki. Cebinden çıkardığı yassı bir şişeden büyükçe bir yudum aldı. Soğuk Mart akşamını ısıtan lodosu içime çekip Boğazın akıp giden sularını izlerken birden ürperdim. Lodos aniden karayele dönmüştü sanki. Tüm benliğim sarsılmış,yüreğim hızlı hızlı vurmaya başlamıştı. Bankta oturan adama yan gözle baktım. O olabilir miydi? Evet oydu. Aradan uzun yıllar geçmesine karşın o kokuyu anımsamıştım. Yanılmadığıma emindim; bu kokuydu o. Lodosun her esişinde aynı koku geliyordu burnuma. Koku burnumda kalmayıp beynime, belleğime doluyor ve elektrik akımı verilmiş gibi sarsıyordu bedenimi…

Ölüm ve acı dolu bir kokuydu bu. Bitmez tükenmez, çıldırtan sorulara karışan o kokuydu bu. Ölmüş anama orospu diye bağırıp onun kemiklerini sızlatan adamın kokusuydu bu. Kobra yılanları gibi bedenime dolanan elektrik tellerine akım yükleten adamın kokusuydu şu anda duyduğum. Yanılmam olanaksızdı, en az sesi kadar kokusu da kazınmıştı beynime…

Bir an saçmaladığımı düşündüm. Düşüncelerimden kurtulmak istedim. Her sakallıyı dedem sanmamalıydım. Koku aynı koku olabilirdi. Adamın aynı adam olduğunu nasıl düşünebilirdim ki? Herkes için özel koku üretmiyorlardı ki. Bu ülkede binlerce kişi olmalıydı aynı kokuyu kullanan…

Ya aynı adamsa? Günlerimi gecelerimi bana zindan eden adamsa? İçimdeki kuşku dayanılmaz hal almaya başlamıştı. Başka şeyler düşünmek için uğraşıyordum, ama başaramıyordum. Bir an kalkıp oradan uzaklaşmayı düşündüm. Boşuna… Görünmeyen bir el kalkmamam için bastırıyordu omuzlarımdan. Lodos her esişinde kulağıma fısıldıyordu sanki,” Anlamıyor musun aynı adam olduğunu?” Duymazlıktan geliyordum; beni rahatsız eden düşünceleri kovuyordum. Aynı anda görünmez bir el kovduğum düşünceleri toplayıp kafama yeniden sokuyordu…

Uzaklara bakıp gördüğüm bir martının kanadına oturdum ve oradan uzaklaşmak istedim. Martı bir süre Kandilli taraflarında dolaştırdıktan sonra her seferinde getirip aynı banka bırakıyordu. Her şeyi unutmak için Boğaz’ın akıntısına bırakıyordum kendimi. Bir süre sürüklüyordu sular beni. Tam uzaklaştım derken çığlık çığlığa gecelerin içine bırakıyordu sular beni. Yanımda oturan adamın sesini ve aynı kokuyu duyuyordum o gecelerde. Ah gözlerim bağlı olmasa? Biri gelip çözüverse şu göz bağlarımı? Görüversem adamın yüzünü? Anlayıversem yanımda oturan adamın aynı kişi olduğunu?.. Göremiyorum. İşin kötüsü uzaklaşamıyorum da oradan; kelepçenin biri bileğime diğeri de bir kalorifer borusuna takılı. Her zamanki gibi bağırıyor adam:

– Hepsini biliyorum,ama senin ağzından duymak istiyorum her şeyi, anladın mı orospu çocuğu ?

– Anlamıyor musun, aynı adam? Diye fısıldıyor bir yandan da lodos.

– Ya konuşacaksın, ya da yattığın yerde öleceksin?

– O adam işte, anla artık.

– Listeyi vereceksin bize.

– Kesin o adam, bu yana dönemiyor yüzünü görmüyor musun ?

– Senin gibi orospu çocuklarını çok gördük biz.

– Git yanına otur. Tepkisinden anlarsın aynı adam olduğunu.

– Nasıl olsa konuşacaksın.

– Konuşturabilirsen eğer, sesini duyar duymaz anlayacaksın o olduğunu.

Haydi, durma git yanına.

Lodosun bu fısıltısıyla kafamda şimşek çakmıştı sanki. Gerçekten anımsayabilirdim sesini. Haftalarca duymuştum o Orta Anadolu şivesini. Yılan ıslığı gibi ötüyordu sesi. Ne yapmalıydım? Nasıl konuşturabilirdim bu adamı?..

Konuşsa ne olacak ? Diyelim ki o, ne yapacaksın ? Gidip gırtlağına mı sarılacaksın adamın ? O ise eğer belinde silahı da vardır üstelik? Sende bir tırnak çakısı bile yok? Boş ver bu işleri. Yeni bir yaşama başladın, özgürsün, üstelik kebap da yiyebiliyorsun…

Yine aynı lodos, yine aynı fısıltı. Adama dönüyorum, gözlerimi dikiyorum üstüne, ilgilenmiyor benimle. Sigaramı yakmak için ateş istesem ? Ateşi verirken niye konuşsun ki ? Dostluk kurmaya kalksam ? Oysa eğer tanımıştır beni, yanaşmaz dostluk kurmaya…

Bir süre önce önümden sarmaş dolaş geçen gençler bu kez de aksi yöne doğru gidiyorlardı. Bir süre önce yaptığım yanlış davranışı yinelememek için başımı çevirip görmezlikten geldim onları. Gençleri düşünerek, daha doğrusu elimi omzuna atacağım bir sevgili düşünerek içinde bulunduğum durumdan kurtulmak istedim. Hatta bir gün önce vapurda yanıma oturan güzel kız geldi aklıma. Çok beğendiğim bu kızın omzuna elimi atıp Bebek’e doğru yürümeye başlamıştım ki, lodos yine fısıldadı: “Nereye? O halen burada, görmüyor musun?” Aynı anda görünmeyen bir el beni durdurup omuzlarımdan tutup adama doğru çevirdi. Gençler yanlarından geçerlerken onlarla hiç ilgilenmeyen adam, dudaklarında alaycı bir gülümsemeyle bakıyordu arkalarından. Adamı konuşturabilmek amacıyla gençleri gösterip, “Dünya umurlarında değil” dedim. Yanıt vermedi. “Birbirlerine çok yakışmışlar” diye sürdürdüm konuşmamı. Yine yanıt yok. Sağır dilsiz olabilir mi diye düşünürken ben, o, elindeki yassı şişenin kapağını kapatıp cebine koydu. Ayağa kalkıp arkasını bana döndü ve cebinden çıkardığı telsizle bir şeyler konuşmaya başladı. Lodos da tam zamanında kesilmişti. Adamın sesini duymaya çalıştım ama olmadı. Alçak sesle konuşuyordu adam. Telsizi cebine yerleştirip önümden geçerken beni tanımıyormuş gibi davranmaya çalışıyordu.

Adam, beynime burgu gibi sapladığı kokusunu bırakıp biraz önce önümüzden geçen gençleri izlemek için yürümeye başladığında midem aniden bulandı. Kendimi rıhtımın kenarına zor atabildim. Midemde ne varsa boğazın akıntılı sularına kapılıp giderken, karanlık sularda yolunu şaşırmış bir lodos balığı tüm sersemliğiyle gideceği yönü bulmaya çalışıyordu.