Deniz diyordum. Dalgalı. Sonrasında ıhlamur kaynattığın gecelerden biriydi. Issız bir lokantadayız, bütün masalarının ayırtılıp kimsenin gelmediği. Saat dokuzu geçiyor, sandalyede yatan kediden anlıyorum. Son bir umut: Birisi gelse, ışıklar yanıp, garsonlar çıkacak ortaya. Kedi tüylerinin hışırdadığı sessizlik bölünecek. Misafirler gidene kadar. Sonra herkes üstünü değiştirecek.
Garson kahve isteyip istemediğimizi sormak üzere patron tarafından yanımıza yollanıyor. Ancak, patronun ‘sor bakalım kahve isterler mi ?’ biçimindeki mesajı, ufak bir değişiklikle bize ulaşıyor.
-Başka isteğiniz var mı ?
Bu sorunun doğal yanıtı hayır.
-Hayır.
Patronu duysak da, garsonun bu küçük numarasını yutuyoruz. Belki, sevgilisi bekliyor evinde. Boynunda parlak taşlardan bir deniz kolyesi. Ay ışığı vurunca, taşlar parlıyor gölgelerin içine. Sevgilisinin hayali büyüyor ışıkta. Belki sevgilisi yalnız, korkuyor gölgelerden.
Bütün insanlar gibi. İnsanın belirsizlikleri kötüye yorma alışkanlığından olsa gerek, anlamlandıramadığımız karaltıları düşmanımız sayarız. Elbette, gölgelerin bir çiçeğe ya da mendile değil de, bıçak ya da sopaya benzemesi bizim kavrayışımızla ilgili. Ama gene de özgür bir alandır gölgeler. Herkes kendince yorumlayabilir onları. Yanılmışsın diyemeyiz. Çam ağacının altında uyuyan yavru geyik, her göz için aynıdır. Oysa yavrunun üstüne düşen ağaç gölgesi başka. Baktığınız yöne göre rengi, anlamı, her şeyi değişir. İnsanlar gibi. Ayın gölgesinde yaşamını süren…
İskoçyalı bir adamdı. On yıl olmuştur. Adada rakı içiyoruz, güneş tepemizde. Büfeci çat pat İngilizcisiyle derdini anlatıyor. İskoçyalı hemen anlıyor ama biz anlamıyoruz. Bir yandan kayalığın dibindeki ağacı gösterip, öbür yandan eliyle bir takım rakamlar işaret ediyor. İşin çok uzamadan tatlıya bağlandığını görüyoruz. Daha sonra büfeci ile konuştuğumuzda :
-Amma nazlıymış ibnenin evladı. İki kuruş parasını, üç saatte çıkardı cebinden.
-Birayı pahalı mı buldu ?
-Bira parasını verdi de, gölgeyi bedavaya getirmeye çalıştı.
İskoçyalı, gölgede bira içmek istemiş. Büfeci birayı vermiş ama belediyenin ağaç gölgesinde içki içmeyi yasak ettiğini söylemiş. Gerçekten istiyorsa, kendisi için bir ayrıcalık yapılabilirmiş. Tabii ki ücreti karşılığında.
İnsanoğlu. Üretmek için suyu kirletir, sonra da temiz su içmek için fabrikalar yapar. O zamanlarda modern çağın son aşamasına gelmemiştik, bakkallarda su satılmazdı. Şimdilerde alıştık gölge, güneş, yel, su satanlara…
Büfeci, ticari başarısını ballandırarak anlatırken, ‘Pezevenk, iyi bok yemişsin.’ diye bir ses yükseliyor içeriden: Büfecinin babası.
Ben yaşlıların küfürlü konuşmasını severim. Onların ağzından, hoş sözlere benzer bir tınıyla çıkar küfürler. Büfeci de alınmıyor zaten, gülerek karşılıyor babasının sözlerini. Oysa aynı şeyi biz söylesek, düşünmeden üzerimize atılırdı.
Şarabın meşede beklemesi gibi, küfür de ağızda yıllar geçtikçe olgunlaşıyor demek. Ben, büyüklerden duydukları küfürleri yerli yersiz kullanan çocukları oldum olası sevmemişimdir. Başkalarının önünde çocuklarına küfrettirip, kahkahalara boğulan anne babalar, sirklerde hayvanlara takla attırıp, bir iş yapmış gibi elini kolunu açan terbiyecilere benzer.
Çocuk biraz daha büyüdüğünde ise iş değişir. Artık küfür delikanlılığın göstergesidir. Küfürbaz için yaşamdaki en önemli eksik ne ise, küfrün konusu da genellikle odur. Kısa boylu, çelimsiz insanların, eksiklerini örtmek için, kabadayılara benzer davranışlar geliştirmeleri gibi. Eğer kişi cinsel açıdan eksiklik ya da doyumsuzluk duyuyorsa iş iyice çığırından çıkar. Komşunun oğlu. Daha on üç, on dört yaşında. Küfrettiği kişi ile ilgisi olsun olmasın küfrün hedefini karşı tarafın organlarına yönlendirecek bir gerekçe mutlaka buluyor. Çocuk sözde arkadaşlarıyla top oynuyor. Bütün mahalle, kulak kesilmiş, çocuğun sokaktaki yaratıcılıklarını izliyor. Delikanlılık ve orta yaş döneminde yeğlenen küfürler, sahipleri ile ilgili çok sayıda ipucu verir. Kızdığı her kişiye ‘godoş’ diyen adam, yatak odasında, kendisine karısından daha yakın birisini aradığına; tartıştığı insanlara ‘cahil’ diyen kadın, kendisini okutmayan babasına duyduğu nefreti içinden atamadığına; küfürlerinin içine ‘zengin züppe’, ‘haram para’ gibi sözcükler sıkıştıran genç çocuk ise, bir yandan, yoksulluktan bıktığına işaret eder.
Ben bunları düşünürken, yaşlı adam yanımıza geliyor:
-Ne içersiniz ?
Oğlunun ayıbını örtmeye çalışıyor herhalde. Sıcakta daha fazla rakı içmesek iyi olacak.
-Çay içeriz, demli ama gölgesiz olsun.
Gülümsüyor.
-Büyüttük, eşek kadar ettik ama o, mektepte gördüğünü değil kendi bildiğini okuyor.
Oğluna çok bağlı diye düşünüyorum. Ondan söz ederken, içten bir sevgi ile ışıyor gözleri. Belki torunları da var. Ama oğlu, güneşten kızarmış alnı ve geçen yıl bir İngiliz’den yürüttüğü şortu ile baştan aşağı kendi eseri.
-Tütün sarayım mı, kuru incir kokulu ?
Bu teklife hayır demek ayıp olur. Çantamızı kayalıklardan alıyoruz. Denize bakıyorum, çayların dumanından. İskoçyalı ağacının altından, benimle aynı yöne bakıyor. Gölgeyi ucuza getirdiğini çoktan unutmuş. Büfecinin az önce yaptığı pazarlığı unuttuğu gibi. Bizim incir kokusunda tütünü, tütün tadında inciri unuttuğumuz gibi.
Bir kayalarda, bir ufukta, bir dalgaların arasında. Deniz diyordum…