Kauçuk Yaprakları

Kauçuk Yaprakları

Küçük su damlaları var yüzümde. Yaşım on dokuz. Az önce koşarak geldim, yüzümdeki kırmızılık ondan. Saçımı tararken köşedeki pencereden sızan ışığa bakmıştım. Oradan saatin kaç olduğunu anlayabiliyorum. Gözüm sulandı ışıktan, bir sıcaklık var içimde: nedensiz. Geçen yazdan kalma bir ses duruyor pencerenin pervazında: babamın sesi.


İçtiği zamanları severdik, ev çakırkeyif olurdu onunla. Yere uzanır, şarkı söyler, bizle itişir, annemin siyah saçlarına uzanıp “sarışın kız” derdi. Onu izlerken sobaya odun atmayı, yatağa gitmeyi, birbirimizle kavga etmeyi unuturduk. Çocukluğumla birlikte babamın sigaraya karışmış kokusu gelir aklıma. Belki de bu yüzden, sigara kokusu, nedenini bilmediğim bir güven duygusu uyandırıyor bende. İlk kez gittiğim bir evde bile, babamın içtiği sigaranın kokusunu duysam, rahatlıyorum. Bir de anlatamadığım, eski evimizin arka odasında büyüyüp içimde kanayan bir yara: Odanın duvarına bitişik kauçuğun gölgesini her gördüğümde ciğerlerimi sıkıştıran, soluk almamı zorlaştıran o dayanılmaz sıkıntı. Kauçuk yapraklarının arasında, arka odanın içe açılan camına vuran ışıkta babamın, içerideki odada annemle oturan Fikriye teyzenin paltosunun cebine, oradan da cüzdanına uzanan, telaş içinde cüzdanı karıştıran elleri. Annem, temizlik yaparken odanın apartman boşluğuna bakan perdesini açık unutmuş olmalı.

Allah’ın belası bir orospuydu Fikriye, evimize girip çıkan. Bir boktan cüzdana sahip olamayan….


Evimizin yanında geniş bir koru vardı; korunun bitimine doğruysa sokağın başındaki tek katlı eve kadar uzanan vişne ağaçları. Babam, vişne ağaçlarının kendisi değil gölgesi kokar derdi. Yaz gelince ağaçların kızarık karaltısı, köşedeki evin sarı sıvasını koyultur, bahçede dönüp duran köpeği neredeyse görünmez yapardı. Birisi bahçe dediğinde benim aklıma, gölgesi kokulu vişne ağaçları, sessizliği bölen köpek ulumaları bir de babam gelir. Her şeyde olduğu gibi.

Siz bir nehrin on yıl üstünden geçtiniz mi? Zamanı küçümsemeyin.


Babamın her sabah içine çektiği havadan ilk önce vişne kokusu eksildi. Birkaç ay geçmeden korunun kendisine özgü nemli toprak kokusu da yerini yeni bir bina için çalışmaya başlayan iş makinalarının tozuna bıraktı. Balkonda gözlerimi kapayınca ağaçların dalları arasına girmiş kesicilerin dişleri arasında babamın eli de kesiliyor gibi gelirdi bana. Ağaçlar sökülürken içten içe sevinmiştim. Bunu şimdi daha çok hissediyorum. İçimde uçsuz bucaksız bir öç alma duygusu.

Yalnızlığımı bilen, geceleri üstümü örtmeye gelen, çıplakken beni ilk gören hep babamdı. Elma kabuğundan soydum seni, ellerinin allığını saklarken.


Şimdi karşıdaki koruda bileylenmiş bıçakların arasında geziyor eli, vişnelerin kırmızılığı ondan, kesilmiş elinden et parçaları sarkıyor, yere doğru değil, yukarı doğru akıyor kan, ağaçların dalları arasında kopmak üzere, iyice incelmiş sinirler uzuyor. Son ağacı da aşınca tökezleyip karşıma geliyor. Her şey olması gerektiği gibi; “bunu hak etmiştin” demem için uygun her şey. Ama vişne ağacının gölgesinde durmuş bana bakıyor işte. Kızgınım; ağaçların kabuklarını soyar gibi bakıyorum. Hiçbir şey olmamış gibi konuşuyorum, benden korksun ama bildiğimi de anlamasın. Aramızdaki geçidi uçuracak kadar gücüm yok. Şu Fikriye’nin yaptığına bak, tüm koruluk kan içinde.

Herkese iyi davranmıştım oysa. Kim bulabilirdi böyle kurnazca bir cezayı? Tanrım, beni çok uzun bir yola gönder, gidip de dönemeyeceğim, ya da bir sonsuzluk anına. Ölüm sözcüğü beni ürkütmüyor artık. Ne biçim insanlar yaratmışsın, beni yanlarına bırakıp seyretmeye. Bana benzemiyorlar bile, uzaklar benim yanıma. Önümde gülüyorlar ya, seslerinde kağıttan kuşlarla. Keşke yalnız olsam, yapayalnız ; tek başına koşan bir at gibi: yabani. Aslında bunlar değildi, babamın sesi vardı kulağımda, sen ihanetini toplayıp hançerini saplamadan önce sırtımıza…

Karanlık olunca apartmandan tek başıma çıkamam. Yalnızken evde duramam. Eskiden duvarların üstünde gezen bir karaltımız yoktu çünkü. Kauçuğumuzun yaprakları birbirine dolanıp, gölgesini düşürmüyorlardı içeriye. Siz hiç renk değiştiren bir gölge gördünüz mü ? Ya da duvara düşen bir karaltı dolaştı mı evinizin içinde? Peki kütüphanenizin yanına süs olsun diye bıraktığınız bir kauçuk, yapraklarının gölgesini evdekilerin peşine saldı mı? Eğer yanıtınız hayır ise anlamanız güç. Fikriye’nin ziyaretinden sonra bizim evimiz tanınmaz hale geldi. Geceleri, duvarlarda binlerce şekil içerisinden seçtiğim, babamın yanında otururken, duvarda asılı duran, babamın odadan çıkmasıyla birlikte yüzünü değiştiren, koridorda, banyoda, kapıların ardında pusuya yatmış beni bekleyen o korkunç karaltıdan söz ediyorum. Karaltı da kendince haklıydı : O anı görmüştüm çünkü. Evde tek bilen bendim, babamla kauçuğun ortaklığını. Arka odaya tam beş yıl sonra bir Cuma günü girdim: Taşındığımız gün.

Kauçuktan neden korkuyor ki? Altını mı ıslatıyor? Babası çok yüz veriyor belki. Aslında akıllı bir kız…


Fikriye’nin kararsızlığı beni çıldırtıyor. Bir insan ya ilkbahar olmalı ya da kış. Soprano saksafonun sesine benzeyen bir gülüşü var ki, o sesi duyunca benliğimdeki bütün kötü anılar canlanıyor. Tamam eve gelsin, kahvesini içsin, annemle sohbet etsinler; ama ben yokken, babam yokken gelsin. Ben uyurken odama girmesin.

Anne neden inanmak istemiyorsun, o geldiği gün ev, baştan aşağı sidik kokuyor.


Geçen yıla dek sorabilirdim babama. Ama her karar verişimde onun kulağı kirişte, gözü kapıda, eli ayağına dolanmış, cüzdandan çıkarttığı kağıt paraları pantolonunun cebine dolduran görüntüsü büyüdü gözlerimde. Korkudan ölmemişti gerçi. Kapıyı açıp, titrek sesiyle merhaba derken, gülebilmişti. Belki geçen yaz sorabilirdim. Yazın son günleriydi. Beni yalnız bırakıp gitmeyi aklına koymuştu. Ama o giderken kauçuk yapraklarından söz etmek uygun olmazdı. Hem de bir yaz akşamı, o giderken…

Şimdi küller rüzgarsız, eskitilmiş bir limanın içinde…

About Burak Kaya 134 Articles
Müzisyen, yazar.