Hızlanmakta olan bu çağın insanlarını ve bir çok kavramın da bu insanlarla birlikte tatsız bir yerlere doğru gittiğini görmekten hoşnut değilim.
Her şey hızlanıyor, basitleşiyor, ucuzluyor, şu oluyor, bu oluyor. Hızla değişen değerler, kavramlar, tanımlar, daha az enerji harcayan ve daha ucuza kullanılabilen makineler, otomobiller, bilgisayarlar, elektronik aletler, hemen herkesin dilinde. Bunların daha yenisini ve daha iyisini edinmek herkesin gündeminde. Öğle yemekleri birkaç dakikada ayakta yenilen sandviçlere dönüştü. Diyet ve “light” ürünler çıktı çıkalı tadım tuzum kaçtı diyebilirim. Sanki sadece yiyecek içecekler değil hayatın kendisi de “light’laştı” gibi geliyor bana. Sonra, hormonlu sebzelerin, etlerin kansere yol açtığı ispatlandığı ve de herkesçe bilindiği halde, normal gelişim sürecinin yarısı kadar bir zamanda bir kaç kat daha büyük, hormon harikası piliçler, domatesler, patlıcanlar buzdolaplarında; neden bu kadar ucuz oldukları sorgulanmaksızın. Her yanımızı düğmeler, tuşlar ve bipli, klikli sesler sarmalamış durumda.
Artık çağdaşlarımızın işleri için ayırdıkları koca hayatları dışında, hiçbir şey için zamanı da yok, sokağa artacak parası da. Ve herkes çok uyanık, dikkatli, atılgan, fırsatçı, cin gibi, başarıya aç ve hepsinin anormal aceleleri var. En az emeği harcayarak çabucak zengin olma derdinde, meslek sahibi bile olmadan, bulunduğu konumu hazmedebileceğini merak dahi etmeden bir an evvel mevki, para, kariyer edinme çabasında pek çok kişi. Hak ettiğine ikna olması, içine sinmesi de gerekli değil erişilen merhalenin. Paraya ve güce ulaşmak yeterli. Herkesin önünde bir takım başarı hikayeleri, zafer modelleri, muzaffer komutan portreleri var. Çok büyük düşlerle donatılmış bir yola çıkarılıyor yeni doğan bebekler, yeni okula başlayan çocuklar. Düz lisede okumak bir avamlık olarak algılanıyor, belli başlı yüksek okullara girememek bir eziklik unsuru oluyor kişiler için. Başarısızlığa asla tahammül yok. Başarılıyı da başarısızı da toplumun genel (geçer) yargıları belirlemekte. Başarıya ve başarılıya adeta tapınılmakta. Kimin başarılı olduğu ve başarının kriterlerinin neler olduğu da yine topluluk paranoyalarının ve çeşitli güçlerce dayatılan uçucu değerlerin ortalaması alınarak saptanıyor…
Şu bir gerçek ki bir çok insani değerin ve erdemin en çok köreldiği ve en az önemsendiği bir dönemde yaşıyoruz. Her şey olağanüstü hızlandı. Karmaşık konularda çabuk kararlar verip, en kısa zamanda da bu kararları uygulamaya zorlanıyor insanlar. Bu yüzyılda ve büyük bir şehirde yaşadığınız sürece kişinin kendisini yüksek hedeflerden ve bu tempodan izole etmesi pek mümkün görünmüyor. Sürekli bir koşuşturma hali ve kalmamış zamanlar, tükenmiş sabırlarla ülkeler boyu, kıtalar boyu, kısaca dünyaca çıldırmanın eşiğinde gezinip duruyor insanlar. Belki, artık koşturmacadan kaçmanın bu kadar zorlaşması nedeniyle, bu denli çok anti-depresan haplar tüketiliyor, ya da “prozac” kullanımı yaygınlaşıyor. Uyuşturucu ve alkol tüketimi her geçen gün artıyor ve son çare olarak batılılar, binlerce yıllık “meditasyonu” yeniden keşfederek, üzerine saldırıyor. Bir canlının uyumak isteyip de uyuyamaması gibi bir saçmalık olabilir mi? Dünyada uyku problemi yaşayan insanların en fazla New York’ta ve Tokyo’da bulunması sadece New York ve Tokyo’nun şişkin nüfusları ile açıklanabilir mi? Metropolleri, uykuya son derece az zaman ayırabildiği halde o az süre içerisinde dahi uyuyamayan, her sabah yorgun uyanan ve bunu bertaraf edebilmek için avuç dolusu vitamin tüketmek zorunda kalan insanlar doldurmaktadır.
Bana göre asıl sorun, hiç değilse kısa bir an olsun duramamak sorunu. Belki de insanlar bir an duruverseler, ne kadar içi boş hayaller adına kısa ömürlerini harcadıklarını, aslında ne kadar mutsuz olduklarını ve hayatta olmak istedikleri şey olamadıklarını görebilecekler. Hiç değilse biraz hız kesmek de bir çare olabilir bir şeylerin farkına varabilmek için.
Metropol insanının gerçek anlamda mutlu ve doyumlu olmadığının göstergelerinden biri de doyumsuz ve hazımsızca tüketme durumu. Bir önceki tükettiğini sindirmeden yeni bir tüketim objesiyle sevişmeye başlayabiliyor bu insanlar. Büyük Fransız şair Baudelaire “Paris Sıkıntısı”ndaki şiirlerinden birinde sarhoş olmanın gerekliliğinden bahseder: Şarapla, şiirle, aşkla ya da erdemle. Hangisiyle olursa olsun, en azından birisiyle dahi olsa, mutlaka sarhoş olunmalıdır. Baudelaire, ayık gezmeyi tavsiye etmiyor. Ama çağdaşlarım maalesef yoz ve irrasyonel bir tüketim anlayışıyla, tükettikçe sarhoş olmaktalar. Baudelaire’in saydıklarıyla tüketerek, tükettiğinden fazlasını üretmek ve duygusal, tensel, ruhsal anlamda bir çoğalma, yükselme sonucu çıkarken, günümüzün az gelişmiş insanları tükettiğinden daha da fazlasını, kendisini ve de insani birçok değeri de tüketmiş olmaktadır. Bu hızlı ve histerik tüketim coşkusu, ortaya sarhoşluktan ziyade transandantal bir uyuşma ve bilinçdışı bir ruhsal dengesizlik çıkarıyormuş gibi geliyor bana.
Hırs ve hız kapanına kısılmışlar için yapılabilecek pek bir şey yok diyebiliriz. Onlara büyük geçmiş olsun. Şayet kişi kısa bir süre durup, zihninden hiçbir şey geçirmeden (öylece) duramıyorsa, gün içerisinde şöyle içten bir kahkaha atamıyorsa, Hollywood işi romantik komedileri izlediği anlar dışında tebessüm ederek duygusallaşamıyorsa, bir şiir okuyup insanlaşamıyorsa, kendisi gibilerle “chat” yaptığı anlar dışında kimseyle konuşma başarısını gösteremiyorsa, kendi kendisiyle dalgasını geçerek eğlenemiyorsa, kitap okuyamadığı için -en azından- kendisini kötü hissetmiyorsa, bir insanı sevmek ve tanımak için kendini ve kalbini salıp açamıyorsa bu insanların durumu artık ne tavsiyeyle ne de tedaviyle düzeltilebilir. Neler uğruna, neler yitirdiklerini onlara anlatabilmek de pek mümkün değil. Zaten böylesi bir durum için ayırabilecekleri ne zamanları, ne de enerjileri var. Tıpkı aşkla, şiirle, şarapla, erdemle ve bunların getireceği antipatik sarhoşluk için harcayacak zamanları ve enerjileri olmadığı gibi. Tıpkı böylesine gereksiz bir yazıyı okumak için de olmadığı gibi…Zaten okumanın da modası geçti, hatta düşünmenin de… hadi… güle güle… hızınızı kesmeyin…