Trenler Hasret Kavuşturmuyor Artık

Trenler Hasret Kavuşturmuyor Artık

“Bari sen susma, yolun kıyısında açan gelincik
Sustuk biz, kendi içimize gömüldük.”
Ahmet Erhan

Tahtadan yapılmış tek odalı evinin hemen önünde ıpıssız bozkır, güneşin altında sarının her rengine bürünmüş halde göz alabildiğince uzanıyordu. Cıncık maviliğindeydi gökyüzü. Evin ününde küçük bahçe tahta çitlerle çevrilmişti. Bahçenin hemen girişinde çeşme ve yemyeşil bir akasya ağacı, her şeyi izler gibi bakıyordu. Bahçe öyle yeşil ve diriydi ki cennet burası sanılabilirdi. Tavuklar, çitin dışında bozkırda çekirge kovalıyordu ha bire.

Önce yaşlı adam, ardında saçlarını örten beyaz tülbendiyle karısı seğirtti bahçeye. İkisinin de yüzüne nur konmuştu. Akasyanın altındaki sedire oturdular. Yaşlı adam başını kaldırıp akasyaya baktı:

– Bak yavrusunu besliyor mubarek, dedi leyleği göstererek.

– Sen de beslerdin Murat’ı öyle, sana benziyor leylek, deyip gülümsedi kadın.

– Murat’ım bugün gelir hanım. İçime doğdu. Kahvaltıyı hazırlasak mı?

– İlahi bey, dedi kadın, erken, hele bir gelsin. Sebzeleri kendi eliyle koparsın. Özlemiştir. Bak nasıl da iştahlı duruyor dalında domatesler. Murat’ımı bekliyor onlar da.

– Biberler, salatalıklar da öyle, dedi yaşlı adam. Tren neredeyse gelir, gidip karşılayalım. Aradan on yıl geçti. Belki yolu bulmaz.

– Bey, çocuk mu Murat? Koca adam… Hem trenin gelmesine daha iki saat var. Erken daha.

Yaşlı adam, tulumbanın başına gidip su basmaya başladı. Tulumbanın önündeki betondan yapılmış küçük havuz dolunca da havuzun tıpasını çekti. Soğuk su, arklara akmaya başladı. Her sebze suyu içtikçe daha bir canlandı, daha bir parlamaya başladı.

Sabahın seheriydi. Leylek yavrusunu kanatlarını altına aldı, sebzeler suya doydu. Mavi gök de sarı bozkır da uykuya daldılar. Bir tek turaçlar arsız arsız ötüyordu.

– Olsun, dedi yaşlı adam. Biz gidelim istasyona. Orda bekleyelim. Tavuklar da biz gelene dek yumurtlar.

Kadın kocasının bu hiç değişmeyen huyuna gülümsedi.

– Olur, dedi.

Yola çıktıklarında güneş, tüm bozkırı yakmaya başlamıştı. Yol kenarındaki gelincikleri, devedikenlerini, üzerlerindeki kelebekleri severek yürüdüler. Yaşlı adam karısının elini bırakmadı yol boyunca. Kadın da bundan hoşnuttu. Görenler olsa utanacaktı ama hâlâ seviliyor olmanın keyfini yaşamak da güzeldi. İçin için mutlu oldu. Şükür, dedi şükür elimi tutan bir el var. Yolun karşısına geçip dar bir yola girdiler. İki dev akasya ağacının dibinde istasyon yazan tabelanın yanındaki banka oturup soluklandılar sonra. İstasyonda ‘istasyon’ yazısından başka bir şey yoktu zaten. Sadece yolcu indirip bindirmek için oluşturulmuş bozkır istasyonuydu burası.

Tren göründüğünde el ele tutuşmayı bırakıp terene yürüdüler. İkisinin de yüzlerindeki nur, bir peygamber yüzündeki nur gibi etrafa yayıldı. Ama tren yaklaştığında ikisi de şaşırdı. Tren, trendi ama eskisine benzemiyordu; kara rengi gitmiş, maviye boyanmıştı, üstelik vagonların biçimi değişmişti. Tren de mavi mi olurmuş dedi kadın içinden. Tren yavaşlar gibi, durur gibi olup önlerinden çekip gidince ikisi de ne kadar koşabilirlerse o kadar koşmaya başladı trenin arkasından. Nurları yok oluverdi. Sonra durup bakakaldılar mavi terene. Arka arkaya evlerine doğru yürürlerken sessizleştiler. Sarı bozkır da mavi gök de anlam veremedi trene. Ama ne göğün ne bozkırın tadı vardı artık.

– Bu trenin dili yok. Ruhu yok. Bu tren Murat’ı getiremezdi zaten. Üzülme, dedi adam karısına. Bu tren, garibin halinden anlamaz zaten. Düdüğü bile değişmiş. Ötünce yüreğini deşmiyor insanın.

– Tren dediğin mavi mi olur, dedi kadın da. Düdüğü bile Avrupalılaşmış. Tren düdüğü, acı ötmeli. Hasretten bahsetmeli. Hasreti yok bu terenin. Trene “hasret kavuşturan” derler. Hasreti bilmeyen hasret duyduğumuzu, Murat’ımızı getirir mi bey?

– Getirmez, dedi adam. Getirmez. Düdüğünde hüzün olmayan tren, hasreti bilmez.
El ele tutuşmadılar bu kez dönüş yolunda. Adam önde, kadın arkada sessizce yürüdüler. Yolun kenarındaki beyaz hatmilerin yanından geçerken kadın gözyaşını sildi. Kocasının duymayacağı sesle seslendi hatmilere:

– Murat, gelmedi, hatmi. Belki diyerek her hafta tren saatinden önce, belki diyerek istasyona gideriz. Tanığımız sensin hatmi. Belki gelir diye. Ah, şu belkinin boynu devrilsin. Ama belki bu hafta gelir, diyoruz. Haftaya belki gelir. Gelir mi beyaz hatmi?

Hatmi ses vermedi. Bembeyaz çiçeklerinin kirlendiğini düşünüp gözden kaybolmaya yüz tutmuş trenin ardından baktı durdu. Bu sırada da sesindeki hasreti, acıyı kaybeden tren de uzaktaki dağların arasında gözden kayboldu.

– Hatmi, trenin sesini de bozmuşlar. Rengini de maviye boyamışlar. Eski tren yok. Hasret kavuşturanı Avrupalı yapmışlar.

Hatmi yine ses vermedi. Yaşlı kadın, bozuk toprak yolda başından kayıp düşmesin diye tülbendini ucundan ısırıp dişlerinin arasında tuttu. Gözyaşını silip gelinciklere konuşan kocasına yetişmeye çalıştı. Yaşlı adam da gelinciklere dert yanıyor, oğlunu getirmeyen trene sitem ediyordu:

– Susma gelincik, ne olur susma. Dilime dil ver. Sen susma bari!

Hafif bir yel çıktı o sırada. Gelinciklerin kıpkırmızı narin çiçekleri yelle beraber uçup gitti trenin yönüne doğru. Hem adam hem kadın kırmızı gelinciklerin arkasından bakakaldılar. O sırada trenin hasret kokmayan düdüğü duyuldu belli belirsiz.

– Gelincikler, anladı beni, dedi yaşlı adam. Anladı. Trenin ardında düştüklerine göre trene kızıp Murat’ı getirmesini söyleyecekler.

Yaşlı kadın, tülbendini çıkarıp soluklandı. Siyah, beyaz, gri saçları yele takılıp hafif hafif uçuşmaya başladı. Gidip kocasının elini tuttu. Adam sımsıkı kavradı bu eli. Murat da tren de uçup giden gelincik de yok oldu aklından. Bu el sadece bu el vardı elinde ve aklında.

– Kahvaltımızı yapalım, dedi. Tavuklar da yumurtlamıştır, dedi.

– Domates, biber de toplarım bahçeden, dedi kadın.

Adam bir türkü tutturdu bu sırada. Kadın da ona katılınca bozkır da gök de kendine geldi. Turaçlar, bir bir ortaya çıkıp ötmeye başladı.

3 Comments

  1. Güzel bir bekleyiş,hasret, özleyiş öyküsü. ” Kara tren gecikir belki hiç gelmez, Dağlarda dolanır, derdimi bilmez. Dumanın savururur, halimi görmez. Gam dolar yüreğim, gözyaşım dinmez.” Sanki dokunaklı bu halk türküsünün acıklı öyküsünü tercüman olunmuş. Öyküyü okurken gözümde uçsuz bucaksız bozkırda düdüğünü çalarak uzaklaşan bir tren canlandı. Çok güçlü betimleöelerle işlenmiş başarılı bir anlatım.
    Erhan Karakahya

Yorumlar kapatıldı.