
On Birinci Bölüm
Yozgat vilayeti sınırları içinde olduğunu, yol kenarındaki bahçesinde çapa yapıp ot ayıklayan bir emmiden öğrendi Sadık. Kısa boylu, kır saçlı, pala bıyıklı, kırklı yaşlarda gözüken bu emmi, çok bunaldığı bir anda, Hızır gibi yetişmişti Sadığın imdadına. Ona sormak zorunda olduğu, yanıtlarını bilmek istediği soruları vardı. Maraş vilayeti sınırlarını geçeli yaklaşık üç ay olmuştu. İki ay kadar önce kaldığı bir dağ köyünün, Kayseri’ye bağlı olduğunu söylemişlerdi. O zamandan beri kimseyle konuşma fırsatı bulamamış, eşkıya belasından, kaçak avına çıkmış jandarma takibinden sıyrılabilmek için bir kaya kovuğunda, bir ören yerinde, bir bostan keliğinde sıkışıp kaldığı nice günler olmuştu. Tam iki kez eşkıyanın eline düşmekten kıl payı sıyırmıştı. Yani, buralara kadar gelebilmiş olması hiç de kolay olmamıştı. Ayrıca yiyecek temini ve barınak konularında da çok büyük zorluklar yaşamıştı. Yol boyunca en severek yediği şey, bulabildiği yerlerde, buğday başaklarını alevli ateşte kızartarak kavrulmuş taneleri yemek olmuştu. Firik dedikleri, henüz kurumamış, olgun buğday başaklarını, çalı çırpı toplayarak yaktıkları ateşte, hafifçe kavurmak suretiyle yapmış oldukları bu çerezi, köydeyken, buğdayların sararmağa başladığı dönemde her fırsatta yapar, büyük bir zevkle yerlerdi. Ama yolun çok büyük bir bölümünde ne bir bağa, bostana, ne de bir ekin tarlasına rastlamıştı. Şu an temmuz ayında olduğunu düşünüyordu. Ama nerede olduğuna ilişkin bir fikri yoktu. Ne yana gideceğini artık kestiremiyordu. Yozgat’a varabilmek için daha kaç hafta, kaç ay yürümesi gerektiğini bilmiyordu. Buralarda ne derecede güvende olup, olmadığını bilmiyordu. Harplerin bitip, bitmediğini bilmiyordu. Daha bilmediği pek çok şey vardı. İşte bu yüzden, bu emmiden bazı sorularına yanıt alabileceğini düşünerek çok umutlandı, sevindi.
– Selamün aleyküm emmi, golay gelsin. İzin verirsen şu kolgede birez soluklanıyım. Bu ısıcakda arada bi diğnenmezsen yörünmüyo.
– Aleyküm selmam deligannı. Isıcakda yörümek zor da çapa yapmak daha mı goley sanıyon? Yapmasan olmuyo, bosdanı ot sarmış, bu otun içinde ne fasülye olur, ne domatis olur, ne gumpür.
– Geç galmışın be emmi, yazın ortası geçdi, sen hala çapa yapıyon. Şindiye gadar fasulye de gırmızı da çokdan yetişmiş olmalıydı. Gumpürün bile söküm zamanı yaklaşdı.
– Dediğin doğru da evladım, bizim buralar dağ yeri, yukseklik fazla, gar geç galkar buralarda. Bağ, bahce geç uyanır. Gırmızıyı, fasulyayı, kavını, garpızı anca temmuzun ortalarında yemiye başlarık. Suyunu zamanında verir, otunu alırsan Gasım ayı girip, gırağı düşene gadar mahsul alırık.
– Buraların yuğsekliği fazla dedin de, neresi oluyo bura, koyünüz hangi vilayete bağlı oluyo?
– Koyümüzün adı Akdaş, Akdağmadeni’ne bağlı, o da Çapanoğlu Yozgadına bağlı. Ben Akdağmadeni’ne bi gaç kere gettim, emme Yozgadı gormedim, nasl bi yerdir bilmem. Bi hafta, on gunnük yolda deller. Bizim koyden gidenner var. Çok gozel bi şeher olduğunu ağnadıllar. Hele bi camisi varımış Çapanoğlunun yapdırdığı, dillere desdan, ağnada, ağnada bitiremezler. Bi minaresi varımış…
Sadık Yozgat vilayeti topraklarında olduğunu duyunca sevinçten, havaya zıplamamak için, kendini zor tuttu. Köyüne, Asiye’sine, annesine, babasına, kardeşlerine kavuşmak için sadece bir haftalık yolu kalmıştı demek. Daha da çabuk varmak için her gün, belli bir süre, koşabileceğini geçirdi aklından. Kafasında düşünceler o kadar hızlı akıyordu ki adamın söylediklerini duyuyor, ama ne dediğini duymuyordu. Sanki aklı uçup gitmiş, evlerinin serpeneğine konmuştu. Evdekiler tarafından karşılanışını izliyordu. Asiye’ye sarılışını, buğulu gözlerinden, pembe yanaklarından öpüşünü, annesinin, babasının ellerini öpüp onlara sarılışını, küçükleri kucaklayıp havalara kaldırdıktan sonra onların boynuna dolanmalarını görüyordu. Annesi hıçkırıklara, gözyaşlarına boğulurdu mutlaka. Olsun, bi süre sonra sakinleşirdi nasılsa. Onları tam yedi yıldır görmediğini hatırladı. Babasının saçları kırlaşmış, yaşlı, başlı birisi olduğunu, kardeşlerinin birer yetişkin konuma gelmiş olduklarını düşündü. Hem gözlerinin önünden gitmeyen, hem de kafasının içinde varlığını sürdüren en açık, seçik görüntüyse Asiye’ninkiydi. “Gözelliğinden heç bişey gaybetmemişdir Asiyem” dedi yüksek sesle.
– Evlat sen beni diğnemiyon, gendi alemine dalıp getdin. Sen nerelisin? Kimlerdensin? Nerden gelip neriye gediyon? Nerde olduğunu bilmediğine gore buralardan değelsin. Ağnat hele, ne işin var bu dağ başlarında?
– Gusura galma emmi, aklım bizim oralara getdi. Ben de buralıyım, yabancı değelim. Yani Yozgatlıyım. Koyümüz şeherin hemen yanında. Söylediğin camiyi çok eyi bilirim. İçinde namaz bile gılmışlığım var. Emme uzun zamandır koyden, ayilemden uzakdaydım. İşallah yakında evde olurum.
– Allah tezelden gavışdırsın çocuğum. Demek uzun zamandır gurbetdesin. Çok mu uzakdan geliyon?
– Nerden geldiğimi bi bilsen şaşırıp galırsın. Taa Yemen elinden beri yörüyom. Tam beş seneden beri yollardayım. Emme bu hafta bitecek işallah.
– İşallah evladım, hayıllısı olsun, her şeyin hayıllısı. Ta buralara gadar gelebilmişin ya, bundan soğnası golay. Ağnadığıma gore sen asger gaçağasın. Dikgati elden bırakma sakın. Dünyanın binbir türlü halı var. Yakalallarsa emeklerine yazık olur. Susa (Şose) yolundan uzak dur. Ana yollara ehdibar etme. Geçi yollarını gullan. Kim olduğunu bilmediğin adamlara yaklaşma. On paralık menfaat uçun (için) her fenalığı yapacak olan adamlar töredi.
Sadık daha önce tanışıp, beraber olduğu amcalardan, dedelerden defalarca dinlediği bu uyarıları ezberlemişti neredeyse. Birçok yerde yararını da görmüştü.
– Sen tasalanma emmi. Ben bu dediklerini her zaman yapıyom zaten. Merak etdiğim bi şey daha var, bu dağlarda eşgıya var mı? Geldiğim her yerde varıdı çünkü.
– Buralarda da var diyolar. Bizim koye heç gelmediler. Emme Çapanoğlu beylerine itaatsizlik eden koyleri basıyolarımış. Mahsul zamanı beylerin adamlarına ehdiraz (itiraz) eden koyleri talan ediyolarımış. Senin ağnıyacağan, “Bozok yurdunda çeteler beylere bağlı hareket ediyo” diyolar. Onnarın emrinde olduklarını söylüyolar.
– Yani sen, gosgoca Çapanoğlu beylerinin eşgıyalık yapdığını mı söylüyon? Niye böyle bi şey yapsınlar ki?
– Ben demiyom aslanım, öyle olduğunu söylüyolar. Çok meraklıysan, niye eşgıyalık yapdıklarını get onnara sor. Kim bilir ne uçun yapıyolar. Bu devirde hokümet bile eşgıya olmuş diyolar.
– Ben seni daha fazla meşgul etmeyim emmi. Sen işine bak. Ben de ağşam olmadan birez yol alıyım. Yanılmıyosam, şu isdikametde getmem gerek, öyle mi emmi? Hadi sana Allah golaylık versin. Sağlıcakla gal.
– İsdigametin doğru da, neriye gediyon çocuğum? Vakıt geç oldu. Şurda ağşama ne galdı. Böğün benim misafirim ol, zabah erkenden çıkar yoluna devam edersin.
– Sağolasım, adın ne senin emmi?
– Adım Memet, koyde ‘Seleci’ deler bana.
– Seleci Memmed emmi, verdiğin malumat beni çok sevindirdi. Yozgada bi hafdalık yolumun galdığını söyledin ya, dünyalar benim oldu. İşallah bi gun buralara da gelirim., misafirin olurum. Belli mi olur, belki de senin yolun Yozgada düşer. Koyümüzün adı ‘Koçağankomü’. Kime sorsan gosderir. Benim adım da Sadık. Topal Üseyinin Sadık. Allahaısmalladık, hoçca gal Memmed emmi.
– Sadık, çocuğum, birez bekle, heç olmazsa evden, azık edeceğen bi şeyler getiriyim. Yollarda yiyecek bişey bulaman evlat.
– Sağolasın, almış gibi oldum, Allah razolsun, selametle gal.
Sadık, hoş duygularla, yüreği kıpır kıpır bir vaziyette Mehmet Amca’nın yanından ayrıldı. Akdağmadeni’nin, Yozgat’ın doğusuna düştüğünü biliyordu. Bu yüzden hep batı istikametinde yürümeliydi. Hızını artırarak, yolu beş güne düşürebilir miydi acaba? Ama zaten en hızlı yürüyüşünü sergileyecekti. Öylen bir şey yememiş olmasına karşın, aklına yemek, içmek gelmemişti. Yürümek, yürümek istiyordu sadece. Bu patika yolları yutarcasına yürümek geçiyordu içinden. Bir kuş olup uçabilmeyi ne çok isterdi. Gönlü zaten havalarda uçuyordu uçmasına ama, tüm varlığıyla da uçmak, köyün karşısındaki ‘Sivri’ tepesine konmak, oradan köye bakarak zaferini yaşamak, sevincini bütün dünyaya haykırmak istiyordu. İsyanını haykırmak istiyordu. “Ben geri döndüm. Savaşlar, acılar, kötülükler, yokluklar, çaresizlikler beni yok edemedi. İşte karşınızdayım, buradayım. Gücünüz varsa tekrar, tekrar deneyin.” Farkında olmadan son cümleyi yüksek sesle haykırdı.
Seller gibi taşan duygularından sıyrılması, üzerinden atlayarak geçemeyeceği kadar geniş bir yarla burun buruna gelmesi sonucunda oldu. Karşıya geçmek için yar’ın alt tarafına, üst tarafına bakındı, yukarı doğru yürürse, bir geçit bulma şansının daha yüksek olduğunda karar kıldı. Nitekim, doksan, yüz metre kadar yukarı doğru yürüdükten sonra karşıya geçmeyi başardı. Beş, on dakikalık bir yürüyüşten sonra önünde, bayır aşağı, giderek sıklaşan çalılık bir alanla karşılaştı.
Bayırda otlatılan koyunların, günün sıcak anlarında, kafalarını birbirlerinin kuyruğuna gömerek, gölge bir yer bulmak için, tek sıra halinde yürümeleriyle oluşmuş patika vardı. Sadık bu patikalardan, en çok kullanılmış olduğunu düşündüğünü seçerek yürüyüşünü sürdürdü. Çok geçmeden, önce seyrek olarak görünen, giderek çoğalan, gür çam ağaçlarının kapladığı bir ormanın içinde buldu kendini. Akşamın yaklaşmakta olduğunu düşünerek sığınabileceği güvenli bir yer bakmayı da ihmal etmemek kaydıyla, en az bir saat daha yürüyebileceğine hükmetti. Karanlık bastığında hala uygun bir barınağa rastlamamıştı. Geceyi bir ağacın altında geçirmekten başka seçenek yoktu. Koca bir çama sırtını verip oturduğunda ne kadar yorulmuş olduğunu fark etti. Bir de, midesine bir lokma bir şey koymadan iki öğünü atladığını anımsadı. Bu saatten sonra yiyecek bir şey bulması tümden olanaksızdı. Zor da olsa aç uyuyacaktı. Geçmişte, günlerce bir şey yemeden yatıp uyuduğu zamanlar geldi aklına. Bu, onlardan daha kötü bir durum değildi. “Zabah olsun, yiyecek bi şeyler bulurum” diye geçirdi aklından.
Gecenin geç saatlerine kadar uyuyamadı. Köye daha erken varabilmenin yollarını düşündü. Köye varınca nasıl karşılanacağını, babasının ne kadar yaşlandığını, bastonla dolaşıp dolaşmadığını, kardeşlerinin ne kadar büyümüş olduğunu, anasının bir yandan sevinç gözyaşları dökerken bir yandan da gülümseyerek kendisine nasıl sarılacağını, hepsinden çok da Asiye’nin şaşkınlıktan nasıl davranacağını, tepkisinin nasıl olacağını hayalinde defalarca canlandırmış olmasına karşın, bir kere daha, sinema şeridi gibi, gözlerinin önünden geçirdi. Asiye’yi daha çok mutlu etmenin çarelerini, yollarını düşündü. Şu an ona verebileceği hiçbir şeyi yoktu. “Ona gendimden başga ne verebilirim ki?” diye geçirdi aklından. Sonra, olumsuz bazı düşüncelerin beynine üşüşmesine engel olamadı. Asiye başka biriyle evlenmiş olabilir miydi? “Oğlum Sadık, ya senin öldüğüne Asiye’yi inandırmışlarısa. Gızın, bi ölünün yolunu gozlemesini beklemiyon herhal. Sen öldün diye o da cannı, cannı mezere mi girsin? Bu da haksızlık olmaz mı?” Bunları düşündüğü için Asiye’ye büyük saygısızlık ettiğini düşündü ve yüzü kızardı. Asiye hakkında bir daha böyle saçma, sapan şeyler düşünmeyeceğine söz verdi.
Güneşin doğuşuyla birlikte aç, susuz yola düştü. Yürüdüğü patikanın iki yanında, kurumuş otların, biçilmiş tarlaların anızlarının arasında ümitsizce, yiyebilecek bir şeyler aradı. Bulamadı. Tam da, yegâne yiyecek gibi görünen, çekirge toplamağa karar vermişti ki kendisini görerek kaçan bir tarla faresinin (Geleni) yakındaki bir taş yığınına kaçışını izledi. Karnını doyurmasa da midesine birkaç lokma yiyecek girmesi için bir fırsat, bir umuttu bu. Birkaç ay önce bu fırsatı değerlendirerek, tam iki öğün karnını doyurmuştu. Köydeyken, tarladaki taşların toplanarak, bir yere biriktirilmesiyle oluşan bu yığınlarda Sadık, en az bir düzüne geleni yakalamıştı. Taş yığınının yerini değiştirerek yapıyordu bunu. Geleniyi yakalama umuduyla işe koyuldu. On, on beş dakika içinde taş yığınının yarıya yakını yer değiştirmişti. Ama henüz ortada avından eser yoktu. Çabalarını ara vermeden sürdürdü. Sonucunu da semeresini almakta gecikmedi. Geleniyi arka ayaklarından yakaladı. Taşların içinden çekip çıkardığında hiç beklemediği bir durumla karşılaştı. Geleni, üst çenesinde yer alan iki ince, sivri dişini var gücüyle, Sadığın işaret parmağına sapladı. Ne yaptıysa geleninin dişlerini parmağından söküp ayıramadı. Sonunda, hayvanın boğazını sıkarak nefesini kesti ve ölmek üzere olan geleninin vücudu, çenesi, Sadığın parmağını dalmış olan iki sivri ve uzun dişleriyle birlikte gevşeyince Sadık parmağını kurtarabildi.
Yaz ekinleriyle iyice beslenmiş olan geleni oldukça semirniş, etlenmiş görünüyordu. Sadık hayavanı kurban keser gibi kıbleye yatırıp, dua okuyarak kesti. İçini yarıp temizledi. Yaktığı ateşte önce tüylerini üteledi, hazırladığı bir ince sopaya geçirerek döner kebap niyetiyle bir güzel pişirdi ve kemiklerini bile ziyan etmeden afiyetle yeyip süpürdü. Gözlerinin önü aydınlandı. Yeniden moral buldu. Dinlenme gereği bile duymaksızın yola koyuldu.
***
Sol ayakbileğinde patlayan madeni bir ses ve korkunç bir acı ile irkildi. Kurularak, yapraklarla ve otlarla gizlenmiş bir kapana basmıştı Sadık. Çevredeki bahçeler, kapanın domuzlar için hazırlanmış olduğunu işaret ediyordu. Olduğu yere çöktü. Ayakbileği kanamağa başlamıştı. Kapanı açmak için aklına gelen bütün yolları denedi, ama açılması mümkün görünmüyordu. Kanı durdurmak için, elindeki sopa yardımıyla kapanın dişlerini birazcık aralayıp, araya yaprak demeti yerleştirmeyi başardı. Bileği kötü yaralanmıştı. Acısı giderek artıyordu. Birilerinin kendisini görmesini beklemekten başka yapabileceği bir şey yoktu. Günün bir saat kadar önce başlamış olduğunu hatırladı. Akşam oluncaya kadar, muhakkak birilerinin oradan geçeceğini ve kendisini göreceğini düşündü. Bu umutla olduğu yere sırt üstü uzandı. Bir yığın belayı savuşturmuş, nice ölüm tehlikelerini atlatmış, çok büyük zorluklara göğüs gererek buralara kadar gelmişken, uyduruk bir kapan engeline yenik düşmek kabullenebileceği bir durum değildi. Bu beladan da kurtarması için tanrıya yalvardı, bildiği duaları okudu. Çaresizce beklemeyi sürdürdü.
Yaz sıcakları etkisini kaybetmiş, sonbaharın serin günleri hüküm sürmekteydi. Sadık, ayakbileğindeki ağrı ve acı bir miktar yavaşlamış olarak sabırla bir kurtarıcı bekliyordu. Akşamın karanlığı çökmüş olmasına karşın çevrede kimsecikler görünmemişti. Bu saatten sonra da kimsenin geleceği yok gibi görünüyordu. Umudunu ertesi güne bırakarak, geceyi en az sıkıntı ile nasıl geçirebileceğinin hesaplarını yaparak, acısını da unutmak için, yıldızları seyre daldı.
Gece boyunca çok az uyuyabilmişti. Bileğinin ağrısı zaman, zaman artmış, dayanılması güç durumlar meydana getirmişti. Dün öyleden itibaren kanama olmamasını iyiye işaret olarak yorumladı. Sabahın ilk ışıklarıyla bir kere daha kapanı açmak için var gücünü seferber ettiyse de yine bir sonuç alamadı. Tek tesellisi, kapanın iki kanadı arasına yerleştirmeyi başardığı taşlar sayesinde dişlerinin baskısını azaltmak olmuştu. Bu, hem ayakbileğindeki tahribatı önlemiş, hem de acısını hafifletmişti. Bir kurtarıcıyı sabırla beklemekten başka yapabileceği hiçbir şey yoktu.
Kuşluk vakti beklenen kurtarıcı bozulmuş bostanların arasında göründü. Sadık var gücüyle bağırarak yardım istedi. Birkaç kere bağırdıktan sonra ancak sesini duyurabildi. Omzunda bir bel taşıyan yaşlıca bir adam iki yana da aksayarak Sadığın yanına kadar geldi.
– Vay dürzü Atoğlan, bu sefer domuz yerine seni mi yakaladı? Hele bi dön de bakıyım, yaran ne alemde evlat? İşallah başına iş açacak gibi değeldir. Atoğlan bu gapan gurma sevdasından heç vazgeçmez. Bu gapannarınan her sene bir, iki domuz yakalar. Emme bu sefer gısmetine sen çıkdın. Benim adım Dursunali. Topal deller koyde bana. Yaran kotü değel, emme gapanı ben açamam yiğenim. Sen birez daha dişini sık. Gedip Atoğlanı buluyum. Gurduğu kapannarı sadece gendi açar. Meraklanma, fazla gecikmem. Koy hemen şu burunun arkasında. Bi saate galmaz Atoğlanı bulur, getiririm. Seni gurtarırık evelallah. Hadi ben fazla oyalanmayım, bi an evel ayağanı bu musibet demirin içinden çıkardak. Sahi sormayı unutdum, ne zamandan beri buradasın?
– Dün zabahtan beri birini bekliyom, heç kimse gorünmedi buralarda.
– “Kimsenin işi gucü galmadı da ondan. Bağ, bostan işleri bitdi sayılır. Bak gine lafa daldık, bi an önce Atoğlanı alıp gelmeliyim. Hadi eyvallah deligannı.” diyerek bir sarkaç gibi iki yana eğile büküle yürüyüp gözden kayboldu.
Sadık, başına gelen bu olaydan dolayı kendini suçladı. Bastığı yere dikkat etmeliydi. Bu musibet tam iki gününe malolacaktı. Nerede olduğunu bilmiyordu ama köyüne yaklaştığını, en çok üç, dört günlük yolu kaldığını tahmin ediyordu. Bu kadar yaklaşmışken başına böyle bir olayın gelmesi akla, hayale sığacak bir durum değildi. “Şansıma tükürüyüm. Şu hale bak. Atoğlan mıdır nedir? Domuz yerine beni yakaladı, emme iki gundür gelip de bakmıyo bile” diye konuştu kendi kendine. Zaman ilerledikçe sinirleri geriliyor, kendine lanet okuyordu.
Bir saatten fazla zaman geçmiş olmasına karşın görünürlerde kimsecikler yoktu. Gerilen sinirlerine şimdi bir de endişe ve korku eklenmişti. Dursunali Emmi en çok bir saatte geri döneceklerini söylemişti. Neredeyse gideli iki saat oldu, hâlâ ortalarda yoktu. Nasıl bir terslik olmuştu acaba? Bir yarım saat kadar daha bekledikten sonra uzaktan iki kişinin gelmekte olduğunu görerek rahat bir nefes aldı Sadık. Bir sigara içimlik süre sonra, Atoğlan olduğunu düşündüğü iri yarı, saçı, sakalı ağarmış olsa da dinç görünümlü biri ile Dursunali Sadığa iyice yaklaşmıştı.
Adamın, gördüklerine inanmakta zorlandığı açıkça belli oluyordu. Üzgün ve şaşkın bir vaziyette Sadığın önünde durdu.
– Olacak şey değel. Gırk yıl kalsa böyle bi şey aklımın kenarından geçmez. Nasıl oldu da bu duzağa düşdün a be aslanım? Heç mi fargetmedin? Neyise geçmiş olsun. Gan gaybından ölebilirdin. Eyi tedbir almışın, akıllı birine benziyon, aferim sana.
Elinde tuttuğu anahtarla kapanın kilidini açtı. Sadık ayağını kapanın demirlerinden kurtarıp ayağa kalktı. Önce Dursunali’nin, sonra da kapan sahibinin elini öptü.
– Sağolun ağalar, kimse beni fargetmiyecek deyi çok gorkduydum. Dün zabahtan beri çaresiz birinin beni gormesini bekleyip durdum. Sonunda Dursunali emmi sesimi duydu, beni buldu.
– Geç galdık, gusura gamla evlat. İsmin neyidi senin?
– İsmim Sadık, Dursunali emmi, Yozgadın içinden sayılırım. Koyümüz şehere bi saat bile çekmez.
– Sana bahsetdiğim Atoğlan bu. Dene (buğday) yumuya yokarı öze getmiş. Oradan çağardıp getirtdim. Şu topuğuna bi daha bakak hele, ne durumda.
Sadığın ot ve yaprak demetinden yaptığı sargıyı atıp, üçü birlikte yaralara baktılar. Atoğlan;
– Ayağın durumu umduğumdan da, beklediğimden de eyi. Bi hafda, on gune galmaz, bizim Dermen ağanın ilaçları onu eyileşdirir. Haydi şimdi hep beraber bize gidek. Ben Hariye Ana’yı çağardayım. Ne gerekiyosa yapmıya başlasın.
Sadık, kapana yakalanan ayağının üzerine basamıyordu. Atoğlan koltuğundan dayanarak yürümesine yardım etti yol boyunca. Bir yandan da domuzlar konusunda konuşmayı, içini dökmeyi sürdürüyordu.
– Biliyon mu Sadık oğlum, senin yerinde bi domuz gormeyi bek çok isderdim. Şu sol yanımızdaki bosdan benim. Domuzlar, pancar ekmiye töbe etdirdiler beni. Pancarı bırakdım ilahne (lahana) ekmiye başladım, onu da yediler. İki yıldır gumpür (patates) ekiyom. Toprağan altından onu da soküp buluyolar. Bıldır azçok mahsul aldıydım. Bu sene domuzlar yüzünden heç bi şey alamadık. Bu sene gumpüre öyle bi dadandılar ki başa çıkamadım. Ah bi mavzerim olsa ben onnara yapacağamı biliyom emme. Cenderme heç kimsede tüfek barındırmıyo. Yakaladılar mı hemi silahı alıyolar, hemi de hapisi boyluyon. Nalet hayvan, burnuyunan toprağa çüt sürer gibi gazıyo. Gumpürleri çıkardıp yiyolar afiiyetinen. Onnarınan baş etmenin bi çaresini bulamadım. Koyün itlerini de yıldırdılar. Onnar da yaklaşamıyo yannarına. Gelince beşi, onu birden geliyo. Arada bi yakalasa da bu gapan işi de iş değel. Bunnarın kokunü gurudacak bi yol bulmak ilazım, emme nasıl? Tam aksine her yıl daha da çoğalıyolar. Gayli bizi bu koyden goçürecekler vallaha.
– Domuzlardan gurtulmak isdiyosan bosdanıyın edirafına duvar ör. Hemi de aşamıyacakları yuğseklikde olsun. O zaman isdediğin zebzeyi, meyvayı ekersin.
– Eyi diyon Dursunali de on beş dönüm bosdana duvar çekmek koleymi sanıyon, neyinen, hangi gucünen örüyüm duvarı?
– “Bence zehir gullansan işe yarıyabilir. Domuzların sevdiği bi yiyeceğe zehir gatıp bosdanın gıyısına koysan. Mesela gabak gullanabilirsin yiyecek olarak.” diye Sadık da konuya girdi.
– Vallaha Sadık oğlum doğru diyo. Niye böyle bi şeyi denemiyon Atoğlan? Bunu golayca yapabilin.
– Doğru olmasına doğru. Bu zamana gadar bunu akıl edemedim. Kimse de bana böyle bi fikir söylemedi Dursunali. Emme bi domuzu öldürecek gadar guvatlı zehiri nerden bulabilirim ki?
– Sor, soruşdur, icabederse şehere get. Yetgililere danış. Onnar sana bi yol gosderir. Bunu yapar da muvaffak olursan bu civarda şanın yörür, menşur olursun vallaha Atoğlan menşur.
Yarım saat süren bir yürüyüşün ardından köye geldiler. Köy, bir tepenin güney yamacına, yeşillikler arasına kurulmuştu. Oldukça büyük bir köy gibi görünüyordu. Köyün ortalarında, bir evin avlusunun kapısında durdular. Atoğlan Sadığa dönerek;
– “Benim fakırhane bura. Dursunali sen de buyur, uzun zamandır evime gelmedin. Acı bi gayfemi iç. Hemi de bu çocuğun yaralarına ne yapacağamızı gonuşuruk. Hadi beni gırma, geç içeri.” diyerek avlu kapısını araladı, ötekilerin geçişine yol verdi. Dursunali eşikten geçmeğe hazılanırken;
– Öyle diyon da Atoğlan, sen benim gapımı gaç kere çaldın bi düşün hele. Biliyon mu Sadık, bi de biz çocukluk arakadaşıyık. Tez zamanda sen de bana geleceksin, söz mü? Bizde de bi acı kayfe bulunur herhal. Sadık, evlat, biz gendi meselelerimize daldık, gevezelik ederek senin sıkıntını, acını, ağrını unutduk. Bir an evel şu yaranın icabına bakak da sen de irahatla.
Domuz kapanının sivri ve keskin dişleri Sadığın bileğinde, birisi oldukça derin olmak üzere, üç yerden yara açmıştı. Atoğlan hanımı Şükran’ı çağırdı. Acele su ısıtmasını söyledi. Biraz sonra gelen sıcak suyla yaraları yıkayarak temizlediler. İlaç sürmeden yaraların iyileşmesi zor görünüyordu. Bunun için ise, her türlü merhem konusunda en çok bilgisi olan, bu yüzden köylünün ‘Derman’ lakabını taktığı Üsük Ağa’yı çağırmak gerekiyordu. Atoğlan,
– Şevkiye, gızım, elinde ne iş varısa bırak, hemen buruya gel.
Dokuz, on yaşlarında siyah kıvırcık saçlı, elma yanaklı, güleç yüzlü güzel bir kız koşarak geldi. “Geldim ağam.” diyerek babasının karşısında durdu.
– Goşarak Derman Üsük ağanın evine get. “Çok acele ağam seni çığırıyo”de. Sakın gemlemezlik etmesin. Derman evde yoğsa Elif Bacı gelsin. “Bi yaralımız var” de. “Domuz gapanı yarasıymış” de. Ona gore, hangisi gelirse tedarikli gelsin. Ne söylüyeceğeni belledin mi gızım? Hadi gaybol.
Sadık, yarası önemsizmiş gibi bir tavır içinde ev sahibine dönerek;
– Atoğlan Emmi, senin asıl adın ne ki? Ben, Atoğlan Emmi derken birez utanıyom da. Adını bilmediğimden, gusuruma gamla.
– Asıl adım Şevket. Birez iri yarı, guçlü guvatlı olduğumdan at gibi oğlan derlermiş çocukluğumda. Soğnadan adımız Atoğlan galdı. Koyde herkeş beni Atoğlan bilir. Ben de eyice alışmışım da heç garipsemiyom. Hatta biri ‘Şevket’ deyi seslense, ‘beni çağarmıyo’ diyerek dönüp bakmam bile. Sizin koyde de öyledir ya, lağabı olmuyan kimse bulaman. Aha bu adama Dursunali dediğime bakma, koyde ona Sarkaç deller. Bizde yiğit lağabıyınan anılır. Lağabı olmıyanı adamdan bile saymazlar.
– “Bence Derman Emmi’yi çağarmasaydık keşgem. Yarayı bi guzel sarıp yoluma getsem daha eyi olurdu. Hemi ben gecikmemiş olurdum, hemi de size böyle bi sürü zahmet vermiş olmazdım.” diye tekrar lafa girdi Sadık. Atoğlan;
– Ne zahmeti evlat, benim yüzümden geldi bunar başına. Yaraların eyileşeceğenden emin olmadan seni bırakmam. Hele Derman Ağa bi gelsin, bakalım ne diyecek? Derman Üsük var ya, bi hekim gadar bilgilidir. Civar koylerde de onu tanımıyan yoktur. Ona var ya, gerçek bi hekime guvendiğin gadar guvenebilirsin. Yapdığı ilaçlar, melhemler vallaha ölüyü bile cana getirir. Garısına da bildiği her şeyi oğretmiş. O koyde olmadığı zamannar aynı ilaçları Elif bacı da yapıyo diyolar. Neyise, şindi senin garnın açdır. En azından dün zabahdan beri bi şey yemediğini biliyok. Avrada söyleyim de bi şeyler hazırlasın.
Sadık ev sahibi teyzenin hazırladığı, tereyağda pişirilmiş iki yumurtalı omleti bitirmişti ki küçük şevkiye ile, elinde tahta bir çanta olan, sakalı bıyığı birbirine karışmış, kırlaşmış gür saçlarını örten başlığı kirden parıldayan, biraz kambur, suratının sakalsız bölgeleri biraz çopurca birisi avludan içeri girdiler. Görür görmez Dursunali;
– “Hah! Derman Ağam da geldi işde. Hoş gelmişin Derman Ağa. Nasılsın, eyi misin? Ver şu mübarek elini öpüyüm.” diyerek Derman Ağa’nın önüne vardı, eline sarılıp öptü, saygılı bir şekilde başına götürdü. Aynı hareketi “Hoş gelmişin Derman Ağam” diyerek Atoğlan da gerçekleştirdi. Derman Ağa;
– Neyimiş bakıyım bu gadar acele beni buruya çağarmanızın sebebi, deyiverin hele. Kim hasta evela onu bi gorüyüm.
– “Hele şöyle bi otur, bi dakka nefeslen. Her şeyin bi sırası var. Sıra ona da gelecek helbet ağam.” diyerek Derman ağayı sekiye serdiği yün mindere buyur etti Atoğlan. Sonra da Sadığı gösterek başına gelen olayı anlattı. Sadığı kolundan tutarak önüne götürdü, ayak bileğindeki yarayı gösterdi. Derman Ağa yarayı şöyle bir gözden geçirdi;
– Bu yaranın durumu eyi gorünmüyo. Galiba beni de, seni de birez uğraşdıracak deliğannı. Gaza olduğu anda getirseydiniz işim golayıdı. Yara beklemiş. Üsdelik paslı demir yarası bu. Gazıklı hummayya çevirme ehdimali çok yuğsek. Benim gorkum o. İşallah çevirmez.
Atoğlan merak ve endişeyle sordu;
– Bu söylediğin gazıklı şey ne oluyo ki Derman Ağa? Çok mu kotü bi hasdalık?
– Kotülüğü şu ki, bütün bacağan adelelerini felç eder. Bacacağı kesmekden başka heç bi çare bırakmaz. O zaman yazık olur bu çocuğa. Bunun olmaması içün elimden ne gelirse yapacağam.
Sadığın ayak bileğini sağa, sola çevirerek;
– Evlat, ne gadar soğna ganama durdu, hatırlıyon mu?
– Vallaha, on on beş dakga sürdü zannediyom. Soğna yaprak ve otları üzerine basdırarak durdurdum.
– Eh! Bek de kotü sayılmaz. Pasın önemli bi gısmı ganınan beraber yaradan atılmış demekdir. Gurtarma umudu var işallah. Eyileşmesine sizler de duvalarınızınan desdek çıkın, haydi bakalım, Allah yardımcımız olsun.
Derman Ağa yarayı bir kere daha temizledi. Elindeki küçük şişedeki sıvıyı göstererk;
– “Bu ilacı yaraya dökeceğen. Birez canın yanacak, emme çok etgilidir. Sık dişini.” diyerek kahverengi sıvıdan döktü yaraya. Sadığın bileği, köze sokmuş gibi yandı. Dişini sıkmaktan dişlerinin ağzında unufak olduğunu sandı. Kısa bir süre bekledikten sonra tahta çantadan bir kutu aldı, açtı, içindeki açık yeşil merhemden yara yerlere bolca sürdü. Ev sahibinden temiz bir bez istedi. Getirilen bezle yaraları sıkıca sardı.
– “Yarin ağşam üstü gelip hastayı yokluyacağam. Yaranın durumuna gore tedaviye devam edeceğem. Şindilik benim işim bitdi. Bana müsaade, evde yapacak bi sürü işim var.” diyerek kapıya yöneldi. Atoğlan hemen önüne giçti,
– Bi acı gayfemizi içmeden mi gedeceğen? Vallaha bi daha yüzüne bakmam, bilmiş ol Darman Ağa. Bırakırsam dürzüyüm. Hele geç otur şöyle.
– Ula Atoğlan, şu gızına duva et. Bu yavrının garşımda serçe gibi çırpınması üzerine geldim evine. Gulağama çalan laflardan dolayı sana hayli gırgınım. Orda burda, ireli geri hakgımda laflar ediyomuşun. Derman Ağa bi şeyden ağnamaz, cahal koylüleri gandırıp bi gozel soyuyo filan diyomuşun. Emme işin düşünce it gibi peşimde dolaşıyon. Ayıp senin yapdığın. Yaşından, başından utan yüzsüz adam.
– Ayağıyın altını öpüyüm Derman Ağam. Hangi namıssız, hangi ırafazı bu yalanı uydurdu? Hele bi de bana. Öyle yalan uydurmak nasılımış gosderiyim ona. Aha iki gozüm önüme aksın ben öyle bi laf etmedim.” diye inkar yoluna gittiyse de Derman Ağa ikna olmuş görünmedi. Yolunu kesmiş olan Atoğlanı kenara iterek,
– Gerçekden de getmem gerek, bizim avradınan Solak Azmi’ye gideceğek. Bekliyolar. Yarin geldiğimde içiyim gayfeni.
– Pekey Derman Ağa, dediğin gibi olsun bakalım. Ellerine sağlık. Allah ne muradın varısa versin. Allah seni başımızdan eğsik etmesin. Amma sana o yalannarı kim söylediyse arayıp bulacağam o dürzüyü. Hadi şindi selametle.” diyerek Derman Ağa’yı avlu kapısına kadar geçirdi, kapıyı kapatıp döndü.
Ertesi gün, akşam saatlerine yakın, Derman Ağa avlu kapısından içeri girdiğinde onu avluda Atoğlan’ın eşi Şükran kadın karşıladı. Sevkiye minder, yastık çıkarıp buyur etti. Atoğlan’ın domuz kapanlarına bakmağa gittiğini, gelmesinin eli kulağında olduğunu söyledi. Derman Ağa;
– Benim onunla bi işim yok zaten. Hasdayı gormüye geldim. Nasıl durumu böğün, eyi mi?
– Vallaha bilmiyom ki eyi mi, kotü mü? Heç sesi çıkmadı. Senin gelmeni bekliyodu. Senden müsaade alırsa hemen yola düşmek isdiyo.
– O zaman çağır gelsin buruya. Bakalım bi durumuna.
Şükran kadın içeri girdi, az sonra da Sadık’la beraber kapıda göründüler. Sadık, Derman Dede’nin elini öpüp yanına oturdu. Sargılı ayağını şifacısının önüne duğru uzattı.
Derman Ağa yaranın sargılarını açtı, ayakbileğini şöyle bir cevirdi, suratına olumsuz bir hava geldi. “Hımmmm” yaptı. Tam da bu sırada avlu kapısı açıldı, Atoğlan içeri girdi. Elindeki çantayı sekinin bir köşesine bıraktı, Derman Ağa’nın önünde eğilip, “Hoş geldin ağam” diyerek elini öptü.
– Gusuruma galma, daha geç gelirsin deyi çıkdıydım. Geleceğeni bilsem evden heç ayrılmazdım. Nasıl olmuş, Sadığın yarası eyileşiyo mu?
– Çok kotü değel emme, umduğum gibi de değel. Bak, burası gızarmış ve de birez şişmiş. Bu mikrop gaptığını gosderiyo. Benim bu mikrobu altetmem ilazım. Bunu içün de oğlanın bi gaç gun daha burada galması gerek.
– “Aman gozünü seviyim Derman Ağam, ne gadar galması gerekiyosa gereksin biz onu bırakmak. Yeter ki eyileşsin. Sen ne gerekiyosa yap ağam.” diye atıldı Atoğlan. Derman Ağa
– O zaman bana ısıcak su ilazım, evela şu yarayı bi daha gozelce temizliyek. Dün o canını yakan ilaçdan bi kere daha gullanmam ilazım Sadık oğlum. Korkma, seni eyileşdirip yola vuracağam.
– Yani ben böğün yola çıkamıyacak mıyım? Üç gunden beri buralarda dakılıp galdım. Bırak gediyim Derman Ağam, ben ne tevlikeler atlatdım, senin haberin yok. Bana bi şey olmaz meraklanma.
– Ulan deyusun oğlu! Sana bi şey olup olmıyacağanı sen mi bileceğen, yoğsa ben mi? Böğün yapacağam ilaçların tesirini yarin bu zaman gormeliyim. Gedip getmiyeceğene o zaman garar vereceğem. Sen, seni pusuda bekliyen tevlikenin fargında değelsin. Eğer bu yarayı mikropdan gurtaramazsak bacağanı kesmek zorunda kalırlar, ya da felç olursun veyahut da ölürsün. Beni eyi ağnadın mı evlat? Galk haydi, isdiyosan get şindi. Zaten getmiye gakışdığında en çok bi gun yörüyebilin bu ayağınan.
Sadık, kendisine destek çıkmalarını bekler gibi, Şevket Ağa’nın ve Şükran Ana’nın yüzüne baktı çaresizce. Onların bakışlarından hiçbir destek alamayınca;
– Temam, senin dediğin olsun ağam. Emme n’olur yarine eyileşdir beni. Ayaklarının altını öpüyüm Derman Ağam. Benim bi an evel yola düşmem ilazım.
– Başlatma Derman Ağa’ndan, ben senin bi an evel eyileşmeni isdemiyom mu sanki? Evine, ayilene gavışmıya iki gün galmışıken seni keyfimden mi dutuyom burada? Eğer ki gorkduğum şey başına gelirse, ölmezsen, ömrüyün sonuna gadar sürünün. Hala beni ağnamadıysan senin bi garasığırdan fargın yok demek. Beni daha fazla kotü, kotü söyletme de gevezeliği bırakıp işimize bakak.
– Gusuruma galma ağam. Allah senden razı olsun. Allah dutduğunu altın etsin. Sizlerin hakgını nasıl öderim bilmiyom. Cenabı Mevlam bi fırsat verirse buruya tekrar gelmeyi, sizleri ziyaret edip elinizi öpmeyi çok isderim. Bunu bana nasip ederse en böyük arzum gerçekleşmiş olur.
Derman Ağa yarayı bir kere daha sıcak suyla yıkadı, kuruladı. Dün yaraya döktüğünde Sadığın canını yakan ilaçtan yine döktü. Sadık dişlerini sıkarak, ses çıkarmadan acıyı savuşturmağa çalışıyordu. İlaclı yaranın üzerine, küçük bir şişeden avucuna döktüğü mavi renkte bir tozu serpiştirdi. Tozun kalanını tekrar şişeye boşaltı. Aynı bezle yarayı sardı. İlaçlarını yerleştirip tahta çantasını kapattı.
– Yarin bu saatlerde tekrar geleceğem. Bence kalkıp yörümesen eyi olur. Yarayı diğnendirmek ilazım. Yarin ağşam durumu gordükden soğna ne yapacağamıza garar veririk. İşallah sonucu umduğum gibi olur. Eğer olumlu bi gelişme gormezsem seni gine bırakmıyacağam haberin ola evlat.
Sadık kaygılı, tedirgin ve üzgün bir tavırla;
– Sana bi şey söylemiye gorkuyom vallaha Derman Ağa. Yaramı eyileşdirmek için elinden gelenin en eyisini yapdığını da biliyom. Gayrı ben sana teslim oldum. Yapmak isdediğin heç bi şeye garşı gelmiyeceğem. Yeter ki bi an evel beni yola vur.
Yirmi dört saat boyunca Sadık zorunlu gereksinimleri dışında ayağa kalkmadı. Yaranın mikroptan arınmış olması için hep dua etti. Gerek evde bulunduğu zamanlarda Atoğlan, gerekse Şükran ve küçük Şevkiye gün boyu Sadığın hizmetinde kusur etmediler. Yemeğini, suyunu almak için bile yatağından çıkmasına izin vermeyip ayağına getirdiler. Canı sıkılmasın diye Atoğlan Sadığın başucuna gelip oturdu, ona köyden, köydeki hiç değişmeyen yaşantılarından, sıkıntılarından behsetti. Aklına bir şey gelmiş gibi Sadığa döndü;
– Sadık, yarinden tezi yok kapannarı sokeceğem. Beş yıl oldu ben onnarı oruya guralı. Beş yılda sadece üç domuz yakalıyabildim. Bu sayı domuzları ne azaltdı, ne de caydırdı. Senin değini, ne yapıp edip uyguluyacağam. Kasabıya gedip o zehiri bulacağam. Allahan izniynen senin sayende o musibet canavarlardan gurtulacağam işallah.
– Bence de gapannarı galdır. Öyle yılda bi domuz yakalıyarak bu işin üsdesinden gelemen Şevket Ağam. Topluca imha etmek gerek. Bizim koylerde domuz yokdur biliyon mu? Ormannık, çalılık arazi olmazsa barınamıyo demekki.
– O zaman koyünüz çok şanslı. Buralarda sürü, sürü geziyolar. Sayıları her yıl birez daha artıyo meretlerin. Bu domuzların sebebine, gaç kere, bizim enişdenin koyüne daşınmıya niyetlendim, bazı sebeplerden onu da yapamadık. Bosdan mevsimi geldimi, bu kokü guruyasıcalar beni hasda ediyolar. Ne bahasına olursa olsun senin söylediğini yapacağam, onardan gurtulacağam, ağnadın mı Sadık?
– İşallah düşündüğümüz gibi olur da irahata gavuşun.
Ertesi ğün Derman Ağa akşam ezanından sonra gelebildi. Sadık huzursuzlanmağa başlamıştı ki, avlu kapısından sesi geldi:
– Ula Atoğlan, ırzı gırık, “Nerde galdı bu adam, başına bi şey mi geldi?” deyi heç arayıp sormuyon ya. Neyise, nasıl Sadık oğlumun durumu, ataşı filan yüğselmedi işallah.
– Hayırdır Derman Ağa, bi şey mi oldu? Niye gecikdin ki? Sadığa gelince, her şey normal görünüyo. Ataşı da yüğselmedi, öyle değel mi Şükran?
– Eyi o zaman. Niye geç galdığımı soğna ağnadırım. Vakıt gec oldu. Açıp yaranın durumuna bi bakalım şindi. Durum ne gosderiyo? Evet Sadık evladım, ayağanı şu yasdığın üsdüne uzat şöyle. Temam, açalım şindi şu sargıyı, altında neler olduğuna bi eyice bakalım.
Sarğıyı yavaşca açtı, topuğu avucuna yerleştirerek ayağı yukarı kaldırdı. Şevkiye’ye idare lambasını yaraya yaklaştırmasını söyledi ve titreyen alevin ışığında yarayı enine, boyuna evire, çevire inceledi.
– Şukürler olsun, gorkulacak bi şey galmamış. Sadık oğlumun yarası mikropdan arınmış. Bence yarin de burada galsan eyi olur, olmasına da ağnadığım gadarıyınan durmak isdemiyon, bi an evel yola düşmek isdiyon. Bu sebepden yarin zabah yola çıkmana izin vereceğem. Emme çok uzun yörüyerek gendini zora sokmuyacağan. Yarayı sık, sık diğnendireceksin. Akşam bu vakıtlarda sargıyı açıp yarayı havalandıracaksın.
Sadık, yüzüne yerleşmiş olan güvenli ifadeyle;
– Bana golay, golay bi şey olmuyacağanı söyledim değel mi? Acı baldırcanı gırağa çalmaz. Sayende bu belayı da atlatdım, ilmine guvet Derman Ağam. Bu koyünen beraber benim de en böyük şansım senin varlığın herhal. Allah eğsikliğini gosdermesin.
– Sadık, çocuğum, son defa bu ilaçdan dokeceğem yarana. Yanına da birez melhem vereceğem. Yarin zabah, yaranın her tarafına melhemden sürersin. Eyi gelecekdir. Şindilik yapabileceğem başga bi şey yok. Yolun açık olsun, selametle get çocuğum.
Sadık yerinden kalktı, Derman Ağa’nın elini öpüp başına götürdü:
– Hakgını naasıl ödüyeceğemi bilemiyom. Başda sen olmak üzere bu yolculuğumda o gadar çok insana borçlu galdım ki… Hakgını halal et Derman Ağam. Ölmez, sağ galırsam ve Allah fırsat verirse sizleri yeniden gormek için hediyelerinen geleceğem. Bu benim size sözüm olsun.
Sadık o geceyi dar etti. Sabaha kadar gözüne uyku girmedi, yatakta bir o yana, bir bu yana dönüp durdu. Sabah ezanında kalktı. Uzun zamandır namaz kılmamıştı. Abdest alıp namazını kıldı. Kalan yolculuğunun sağ salim bitmesi için dualar okudu. Sessizce geçip sekide oturdu, ev sahiplerinin uyanıp kalkmasını beklemeğe başladı. İçi, sevinçle karışık heyecandan pır pır ediyordu. “Olsa olsa en fazla üç gunnük yolum galmıştır. İşallah eşgıyaya da cendermiye de ıraslamadan koye varırım” diye geçirdi aklından. “Bizimkiler beni garşılarında gorünce kimbilir nasıl şaşıracaklar. Hele Asiye düşüp bayılır. Bence onu gorünce ben düşüp bayılırım herhal.”
***
Sadık, güneş doğmadan, Şükran Ana’nın hazırlayıp verdiği çıkını deyneğinin ucuna takıp yola çıkmıştı. Şimdilik ayak bileğinde önemli bir rahatsızlık hissetmiyordu. Atoğlan Ağa’nın tarif ettiği kağnı yolunda yel gibi ilerliyordu. Hava koşulları yürümeye çok uygun görünüyordu. Yol, arada birkaç küçük yokuşu tırmanmayı gerektirse de genelde iniş konumunda görünüyordu. Ara sıra çalılıklara sarıyor, daha çok herk edilmiş (sürülmüş) tarlaların arasında ilerliyordu. Bu yol böyle daha uzun süre devam edecekse, çevreden görülme olasılığı oldukça yüksek görünüyordu. Sadık bu duruma bir çare bulmak gerektiğini düşündü. Çevresine dikkatlice baktı. Gizlenerek yol alabileceği bir ortam görünmüyordu. Kendini kaderin ve şansının ellerine bırakarak yoluna devam etme kararı verdi.
Akşam yaklaşırken, üzerine, çubuklardan örülen, adına ‘çeten’ denilen bir sistemin yerleştirildiği kağnısıyla, kışlık yakacak olarak kıraç bayırlardan kestiği kekik çalılarını taşımakta olan birisiyle karşılaştı. Çeten ağzına kadar doluydu.
– Selamün aleyküm emmi. Golay gelsin. Gış hazırlığına başlamışın maşallah.
Sağ tarafa aksayarak yürüyen, kırklı yaşlarda, şalvarı da, ceketi de birkaç yerinden yamalı, bir Arap kadar esmer görünen adam, öküzlere verdiği komutla kağnıyı durdurdu;
– Aleküm selam evlat. Gış gapıda ne yaparsın? Teşrini Sani girdi girecek. Bi gaç gune gadar havalar soğur. Tedbir almak gerek. Sen de bilirsin tezeğe dutuşdurmağa kekik çalısından eyisi yokdur buralarda.
– Emmi bi şey soracağam sana, Yozgada varmıya ne gadar yolum var, biliyon mu?
– Helbet de biliyom, bilmez olur muyum? Eğer heç durmadan yörürsen bi günde varabilin. Emme heç durmadan da yörünmez. Diğneneceğen. Oturup ekmek yiyeceğen, uyuyacağan. Bunarı da hesaplarsan en fazla iki gün çeker.
– Sen nerelisin emmi? Koyünüz neriye bağlı? Yani biz şindi nerenin hudutları içindeyik?
– Ben Babalı koyündenim. İreliden sola sapar bizim yolumuz. Solda bi gurşun atımı mesafede iki yüz haneli bi koy. Kohne (Sorgun) gazasına bağlıyık. Bu yolu tagıp eder, ireliden sola saparsan yarım saat soğna Kohne’ye varın.
Sadık Köhne’yi iyi biliyordu. Askere gelmeden bir yıl önce, babasıyla birlikte iki kere gelmişti bu kasabaya. İlkinde, yine bu mevsimde, babası, akranı olan dayısının oğlu Haydar Ali ve kendisi, üzerinde çetenleri olan üç kağnıyla saman almaya gelmişlerdi. İkincisinde de bir nisan ayında köhnenin pazarına toklu olmağa gelmişlerdi. Yozgat’a bir günlük yolda sayılırdı.
– Pekey Yozgada bu yoldan mı gediliyo, başga yol da var mı? Sahi sormayı unutdum, adın ne emmi? Adını bağaşlar mısın?
– Adım Memet, benim bildiğim, ireliden sola sapıp o yolu takıp ederek ya Kohneye gideceğen, ya da sapmayıp doğru gideceğen, o zaman Garabalı köyüne varın. Ondan soğnasını ben bilemiyeceğem.
– Sağolasım Memed emmi. Allah işini ıras getirsin. Salıcakla gal. Hadi eyvallah.
– Gule, güle, selametle get. Bana sorarsan geceyi Garabalı’da geçir. Zabah erkenden yola çıkarsan gece basdırmadan Yozgada varabilin. Hadi yolun açık olsun deligannı yiğenim.
Geceyi Karabalı köyünde, küçük bir hanı andıran köyün misafiranesinde geçirdi Sadık. Sabah ezanla birlikte kalkıp yola düştü. Ortalık henüz aydınlanmamış olsa da, akşam köyün hasesiyle gerçekleşen kısa sohbet esnasında öğrendiği, kestirme yolu bulmakta zorlanmadı. Bu keçi yolunda yarım saat kadar ilerledikten sonra ortalık iyice aydınlandı. Çevre, yer yer çalılıklarla kaplı, küçük tepeciklerden oluşuyordu. Bir bayırdan ötekine atlayan patika yol dolana, kıvrıla Sadığın ayakları altında adeta eriyip yutuluyordu. Aşağıdan yukarıya zıplayarak bir tavşan geçti önünden. Tüm Alevi köylerinde olduğu gibi, köçeğin kömünde de tavşanı uğursuz sayarlardı. Hele bir de kişinin önünden geçmişse, mutlaka kötü bir şey olacağına inanılırdı. Yani Alevi köylerinde bu inanış çok yaygındı. “Ya doğruysa” diye geçirdi aklından Sadık. “Davşan da Allahın yaratdığı bi cannı. Neden uğursuz olsun ki. Üsdelik domuzlar gibi insannara bi zararı da yok hayvancağazın. Bu insannarın uydurduğu bi vehim. Bu saatden soğna zaten heç bi şey beni engelliyemez. Ben böyle vehimlere papıç bırakmam.” dedi içinden. Yoluna devam etti.
Güneş batarken çevresindeki tepelere dikkatli bir şekilde baktı. Bir umutla tanıdık bir tepe, bir düzlük, bir ağaçlık görmeğe umuyordu. Ona tanıdık gelen hiçbir yer, hiçbir şey göremedi. Biraz buruk bir şekilde yürümeye devam etti. Karanlık basıncaya kadarki yürümeleri esnasında, uzaklardan da olsa görünce hemen tanıyacağından kuşku duymadığı, Yozgat’ın çevresindeki tepeleri, çamlığı, komşu köylerden herhangi birini görememişti. Yürümeyi sürdürmekten başka bir şeçeneği olmadığını düşündü. “Demek ki Memed Emmi’nin söyledikleri doğru değel. Öyle olsaydı şindiye koye vardıydım.” diye geçirdi aklından. Yürümeyi sürdürmeye karar verdi. Bir süre sonra bastığı yeri de göremez hale geldi. Çünkü öğleden sonra göğün batısında gördüğü hilal şeklindeki ay çoktan batmıştı. Üzerinden, parça parça uçup giden bulutlar da yıldızların ışığını tutuyordu. Birkaç kez, fark etmeden bastığı taşlar yüzünden yere kapaklandı. Bir seferinde yere sürtünen kolu sızlamağa başlamıştı. Topuğunda da bir sızlama hissetmeğe başlamıştı. Henüz tam olarak iyileşmemiş olan yaralı ayağını hem dinlendirmesi, hem de havalandırması gerekiyordu. Karanlıkta sığınabilecek bir yer bulması olanaksız görünüyordu. Olduğu yere çöktü. Ayağındaki sargıyı çıkarttı. Otların üzerine sırtüstü uzandı. Uzunca bir süre hayalleriyle baş başa akıp giden bulutları, arada bir görünen yıldızları seyretti. Gece yarısına doğru uyudu.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte uyandığında bir tepeciğin eteğinde, patikanın hemen üst kısmında uyumuş olduğunu gördü. Çevrede kimsecikler yoktu. Görülme endişesi duymadan ihtiyaç giderdi. Yakınlarda bir su olup olmadığına baktı. Görünürlerde yoktu. Kalkıp batı istikametinde yürümeye karar verdi. İyileşmeye yüz tutmuş olan ayağını tekrar sardı. Kalkıp yürüdü. Tepenin eteğini henüz dolaşmıştı ki sağ yanında, yan yana uzanan birkaç bahçenin duvarını gördü. Biraz daha ilerleyince bir köyün ilk evleri göründü. Sırtını tepenin kuzey yamacına yaslamış, büyükçe bir köydü burası. Sadık birileri ile karşılaşmak umuduyla köyün içine doğru ilerledi. Ortalarda bir yerde, küçük bir meydanın bir köşesinde bulunan, çörteninden, orta boy bir testiyi ancak birkaç dakikada doldurabilecek miktarda su akan bir pınarın yanına gidip bir taşın üzerine oturdu. Sadık, kendi köyüne komşu olan köylerin hemen hepsine, değişik zamanlarda ve değişik vesilelerle, gitmişti. Bu köyün onlardan birisi olmadığı açıktı. Yozgat’ın, dolayısıyla da köyünün yakınlarında olamamaktan oldukça şaşkındı. Nerede olduğunu öğrenmek için birilerini bulup konuşması gerekiyordu.
Uzun süre beklemedi Sadık. Elinde testi ile bir kadın geldi pınara. Sadık ona doğru iki adım yaklaştı;
– Zabahı şeriflerin hayır olsun bacım. Ben yabancıyım. Galiba yolumu da şaşırdım. Yozgada gideceğedim. Buruya gelmişim. Bu koyün adı ne? Ben nerdeyim, söyler misin Allah rırası için?
– Sen ne yandan geliyon? Şu yandan mı, bu yandanmı?
Eliyle batıyı ve kuzeyi işaret etti.
– Ben şu yandan geliyom, doğudan, Kohne tarafından.
– Ben Yozgada nasıl gedilir bilmiyom da Yozgadın şu yanda olduğunu biliyom. Gendim heç getmedim, emme gidenner bu yandan, irelideki yoldan gideller. Koyümüzün adı Musabali.
– Hay Allah, ben burayı biliyom, çok duydum adını. Yalınız yerini bilmiyom. Demek Yozgat bu yanda galdı.
– En eyisi beniminen gel. Ağam daha evden çıkmadı. O sana daha eyi bilgi verir.
Genç kadın testisini doldurdu, yola düştü. Sadık testiyi kadının elinden alıp taşımak istedi, kadın buna razı gelmedi. Birlikte eve kadar yürüdüler.
Sarı bir takkenin altındaki gür saçları beyazlamış, sağ yanağında oldukça geniş bir yara izi olan elleri, yüzü kavruk ve buruşuk içinde olan birisi, avlunun bir tarafına yığılmiş olan söğüt ve kavak dallarını kesip kışlık odun hazırlığı ile meşguldü. Gelini ile birlikte gelen genç adamı görünce doğruldu. Gelinine dönerek;
– Hayırdır Anşa(Ayşe) gızım, kim bu yanındaki deligannı? Derdi neyimiş, yanında ne işi var bakıyım?
Sadık kadının bir şey demesine fırsat bırakmadan;
– Selamün aleyküm dede, golay gelsin. Adım Sadık, Yozgadın Koçağan Komü koyündenim. Öyle gorünüyo ki yolumu şaşırdım. Kohne tarafından geliyom. Koy yollarından kesdirme gediyim derken gece garannığında ta buralara gelmişim.
– Demek yolu şaşırdın. Derdin neyidi ki gece garannıkda gendini yollara vurdun. Gundüzler çuvalamı girdi evladım?
– Uzun zamandan beri koyden uzakdaydım. Bi an evel varıyım deyi…
– Yolu gaybetmeseydin çokdan koyüne varış olurdun zaten. Sen koyünü geçmiş, ta buralarla gelmişin. Şindi en azından dört saat geriye yörüyeceğen. Gel hele otur şöyle bi çorbamızı iç, birez diğnen, soğna yola çıkarsın.
– Sağolasın dede, bi an evel yola düşsem eyi olacak. Size zahmet vermek isdemem. Zaten işdaham da yok.
– Olur mu çocuğum? Bi şey yemediğin belli. Daha o gadar yol gideceğen. Haydi lafı bırak otur şuruya. En fazla on beş dakga gecikin.
Yarım saat olmadan Sadık yola çıkmağa hazırdı. Adının Bekir olduğunu öğrendiği ev sahibinin tarifi üzerine Yozgat yoluna düştü. Yemek sırasında asker olduğunu ve başından geçenleri Bekir Emmi’ye kısaca anlatmıştı. Bekir Ağa;
– O zaman hâlâ yakalanma ehdimalin var evlat. Sen şindi benim söylüyeceğem yolu tagıp edeceksin.
Sadık, Bekir emminin tarif ettiği yolu takip ediyordu. Hava parçalı bulutlu, serince, yürümek için çok uygun görünüyordu. Ayak bileğindeki yara, arada bir ağrı yapsa da yürümesini engelliyecek, hatta yavaşlatacak bir düzeyde değildi. Öğleye doğru ilerde, güneydoğuda çamlığın tepesi göründü. Sonra tanıdık yüksek tepeler birer, birer boy göstermeğe başladı. Sadığın içini, tanımlanması güç bir sevinç duygusu kapladı. Bir an heyecandan nefesi tıkanır gibi oldu. Adımlarını daha da hızlandırdı. Düşünceler kafasından o kadar hızlı geçiyordu ki hiçbirini yakalıyamıyordu. O yüzden ne düşündüğünü, o an aklında ne olduğunu sorsalar, yanıt vermesi olanaksızdı.
Kimselere görünmeden, iki saat kadar sonra Nohutlu Tepesi’nin arkasından geçerek köyün arazisine girmişti. Bir süre daha yürüyerek köyü karşısına alan, köylünün ‘Sivri’ diye isimlendirdiği tepeye geldi. Buradan köyün bütün evleri görünürdü. Bir taşın üzerine oturdu, bütün evlere tek tek baktı. Her şey bıraktığı gibi görünüyordu. Sadece köyün üst tarafında yeni, küçük bir yapıyı fark etti fazlalık olarak. Gözleri hemen Asiye’nin evine sabitlendi. Avlusundaki söğüt ağacı ve damın üzerinde dev bir sürahiyi andıran bacasıyla, olduğu gibi duruyordu. Asiye’nin o an avluda bir şeylerle meşgul olduğunu düşündü. Asiye’yle arasında en fazla on beş dakikalık mesafe olduğu geçti aklından.
“Garşısında beni gorünce ne yapar acep?” düşüncesi bir kere daha yel gibi geçti kafasından.
***
Yedi yıl önce evden uğurlanışını hatırladı. Geride kalanların en büyük endişesi geri dönüp dönemeyeceğiydi. Az da olsa bu endişeyi kendisi de yaşamıştı o zaman. Ucunda, çoğunlukla ölüm ya da sakatlık olan, kaçamayacağı bir yükümlülüğü yerine getirmek üzere, bir bilinmeze doğru köyünü, sevdiklerini terk ediyordu. Bu ayrılışın ardından gelen yıllarda neler görmemiş, nelere göğüs germemiş, ne acılara katlanmamıştı ki? İyi de, bütün bunlar ne için di? Osmanlı onu askere almakla, onun bir asker olarak varlığından ne kazanmıştı? Bugüne kadar memleket için hangi yararlı işi yapmıştı? Kime ne faydası olmuştu? Ülkesine göz dikmiş olan hangi düşmanla savaşıp zafer kazanmıştı? Ne kendisine, ne de ülkesine bir yararı dokunmamış olan, bunca çilenin, sıkıntının yaşandığı bu yedi yılın hesabını kim vermeliydi? Bu acılar içinde, korku dolu, çoğu zaman ölümlerle burun buruna geçen uzun yılların sorumlusu kimdi? Bu korkunç yedi yıl yaşanmak zorunda mıydı? Hayatının baharı olan bu çok değerli, emsalsiz, bir daha asla yerine konamayacak yılları, ne olduğu belli olmayan amaçlar için cömertçe harcayan ve kendisi hiç ortalarda görünmeyen güç kimdi? Yedi yıl boyunca karşı karşıya gelerek bir kere bile savaşmadığı düşman kimdi, neredeydi ve ne istiyordu? Savaş bitmiş miydi, bitmişse kim kazanmıştı, neyi kazanmıştı?
Köye vardığında herkes ona, yedi koca yılı hangi cephelerde geçirdiğini, hangi savaşlara katıldığını, kimlerle savaştığını, kaç düşmanı ahretine gönderdiğini, yaralanıp yaralanmadığını soracaklardı. Onlara verecek doğru, dürüst bir cevabı bile yoktu. Ne diyecekti ki onlara? Onca zaman İngilizlerin taş ocağında çalıştığını mı, yoksa en candan arkadaşını öldüren çetenin içinde aylarca eşkıyalık yaparak onlara hizmet ettiğini mi, ya da koruma, kollama görevini yüklendiği Ermeni kafilesinin katliamına seyirci kalıp, arkasından da onları, her türlü tehlikeyle baş başa bırakarak kaçtığını mı? Doğu Anadolunun bir köyünde aylarca imamlık yaptığını mı? Ne anlatacaktı insanlara? Bütün bu yedi sene boyunca Asiye’ye, göğsünü gere gere anlatabileceği, onu gururladıracak, kendine hayran bırakacak bir yararlılık göstermiş miydi? “Ellerimin arasından uçup giden bu yedi yıl zarfında keşkem vatana, millete, melmeketime yararlı, gurur duyarak ağnadabileceğem tek bi şey yapabilmiş olsaydım. Eğer bi şey yapamadıysam bunun suçlusu ben miyim acaba?” Bu son cümle yüksek sesle çıktı dudaklarından.
Köyü karşısına alarak oturmuş olduğu bu son bir soluklanma süresi içinde Sadık, hiçbirinin yanıtını bilmediği bu soruları geçirdi aklından. Bir an önce eve varma düşüncesi ve onun sevinci büyük ölçüde yok oldu. Yedi yılın muhasebesini bu şekilde, bu yönleriyle hiç yapmamıştı. Bütün bu süre zarfında eve dönmenin, Asiye’ye kavuşmanın hesaplarını yapmıştı. Yerinden kalktı, bir yıl sonra, sorularının yanıtlarını fazlasıyla bulacağı büyük ve kutsal bir savaşa, Mustafa Kemal’in başkumandanlığında, Kurtuluş Savaşına, güçlü ve usta bir asker olarak katılmak üzere, tekrar askere alınacağını hiç bilmeden, köye doğru yürüdü.
—– Son —–
Yerel Kelime ve Deyimler:
Çüt sürmek: Toprağı sabanla sürmek
Omaç: Yufka ekmek parçalarının üzerine kızartılmış tereyağ dökülerek, çoğu zaman içine bir de yumurta kırılarak, elde edilen yiyecek.
Bıldır: Geçen sene, geçen yıl
İlahne: Lahana
Menşur: Meşhur
Garipsemek: Yadırgamak
Kazıklı Humma: Tetanos hastalığı
Teşrinisani: Kasım ayı
Toklu: Bir yaşındakı kuzu, koyun
Elekçi: çingene anlamına gelen küfür
Arşın: Osmanlı döneminde kullanılan 68 cm lik uzunluk ölçü birimi
Ağni’ne: Sırtına, vücuduna
Yorumlar
İlk yorumu siz yapın