Kaçış – Dokuzuncu Bölüm

<< Sekizinci Bölüm

Dokuzuncu Bölüm

Sadık hem mevsimin son sıcaklarından korunmak, hem de birileri tarafından görülme olasılığını en aza indirmek amacıyla daha çok geceleri yürüyordu. Yolculuğu hâlâ ormanın içinde sürdürüyordu. Yol giderek dikleşiyor, yer yer duvar gibi dik kayalıklara sarıyordu. Sadık, usta bir dağcı gibi buralarda yol almayı başarıyordu. Yanında, bir sırt çantası, yeterli mermisi olan bir mavzer tüfeği ve su bulduğu her yerde doldurduğu matarası vardı. Ayrılırken yanına aldığı yiyeceği bitmişti. Bugün çeteden ayrılışının dördüncü günüydü. Henüz bir tehlikeyle karşılaşmamıştı. Gündüzleri, özellikle de kuşluk vakti ile ikindi vakti arası gözlerden uzak, korunaklı bir ağaçlıkta ya da mini bir mağarada uyuyarak dinleniyordu. Şansından o günlerde gökyüzü masmaviydi. Ayın olmadığı zamanlarda yıldızlar gecelerı kısmen de olsa aydınlatabiliyordu. Gece yürüyüşü esnasında Sadık fazla bir sıkıntı çekmiyordu.

Güneş batıdaki tepelere doğru eğildiğinde Sadık, hem yiyecek bir şeyler bulabilmek, hem de yol almak için, mavzerini de ateş etmeğe hazır tutarak, yola koyuldu. Hava kararmadan bir av hayvanı vuramazsa, gece bunun mümkün olmayacağını biliyordu. Onun için gözlerini dört açıp avına odaklanmıştı. Alaca karanlıkta kayaların arasında silahlı iki kişi gördü. Bir kayanın arkasına geçip sipere yattı. Adamların kendisini görüp germediklerinden emin değildi. Gördülerse üzerine geleceklerini adı gibi biliyordu. Bir süre kıpırdamadan bekledi. Adamların hareketlerini izledi. Kendisini görmediklerine hükmetti. Kayaların ve çam ağaçlarının siperinde oradan uzaklaştı.

Sadık, yürüyüşü sırasında birkaç kere daha silahlı eşkiyalarla karşılaştı. Onlara görünmemek için elinden geleni yapıyordu. O ana kadar da bunu başarabildi. Silahla avlanmanın çok tehlikeli olduğunu fark etmişti. O düşüncesinden vazgeçti. Acıktığı zaman, kayalıklarda bulmakta sıkıntı çekmediği, değişik yabani meyvelerle karnını doyuruyordu. Yolu sık, sık tırmanılması imkânsız, yüksek ve dik kayalıklarla kesiliyordu. O zaman bir geçit bulmak için sağa ya da sola, saatler süren yürüyüşler yapmak zorunda kalıyordu. Bir haftadan beri tırmanmasına karşın, dağı aşmak için daha ne kadar tırmanması gerektiğini kestiremiyordu. Geceleri oldukça soğuk olmağa başlamıştı. Gece boyunca kırağı düşüşünü fark edebiliyor, hatta görebiliyordu. Neyse ki devamlı yürüdüğünden, soğuktan fazla etkilenmiyordu. Bir ya da en fazla iki gün içinde dağın öte yanında olmayı umuyordu.

Güneş doğarken ormanın üst sınırına ulaşmıştı Sadık. Artık önünde, kayaların arasında bitmiş çalılar ve otlardan başka bitki bulunmayan bir alan uzanıyordu. Tatlı bir eğimle yükselen arazide iki saat kadar yürüyerek zirveye ulaştı. Birkaç yüz metre kadar aşağılarda başlayan, yine uçsuz bucaksız ormanlar görünüyordu. İçinde, kimbilir nasıl tehlikelerin, tuzakların, bilinmezliklerin gizlendiği çetin bir yolculuk onu bekliyordu. Sadık bir taşın üstüne oturdu, çevresinde vızıldaşan böcekleri, bulabildikleri son çiçeklerden kovanlarına mevsimin son balını taşıma çabası ve telaşı içindeki arıları, düzenli bir devinim içinde yuvalarına kışlık erzaklarını taşıyan siyah, sarı, irili ufaklı karıncaları, arada bir durup dilini çıkararak çevresini kolaçan eden, sonra hızla uzaklaşan kertenkeleleri, yavrularını yanlarına alarak onlara yaşamı öğretmeğe çalışan, o çalıdan bu çalıya doluşarak yiyecek bir şeyler arayan serçe sürülerini vb. hayranlıkla izledi. Uykusu geldiğinde, çantasını yastık yaptı, tüfeğini kollarının arasına alıp bir kayanın duldasına uzandı.

Sadık, gördüğü tatsız bir rüyanın etkisinde, tedirgin ve keyifsiz bir şekilde uyandı. Rüyasında Muharrem’in, mezarından doğrulup, “Sadık beni bu dağ başında bırakma, kurda kuşa yem olmak isdemiyorum.” diye yalvaran bir eda ile ellerini kendisine doğru uzattığını görmüştü. Gerçekmiş gibiydi rüyası. Onu gömenlerin mezarı derin kazdıklarını düşünmüyordu Sadık. Bir çakal, kurt ya da sırtlan kokuyu alıp onu, gömülü olduğu yerden kolayca çıkartabilirdi. Fakat artık yapabileceği bir şey yoktu. Arkadaşına karşı ne kadar vefasız olduğunu düşündü. “Ölen ben olsaydım Muharem benim yapdığımı yapmazdı” dedi içinden. Gözleri doldu. Güneş batmak üzereydi. Sadık yüksek sesle kendi kendine, “Haydi oğlum Sadık, getme zamanı” diyerek kalktı, yola düştü.

***

Çeteden ayrıldıktan beri on dört gün geçmişti. Sadık Torosları aşmıştı. Önemli bir sorunla karşılaşmadan buralara kadar gelebilmiş olması onu cesaretlendirmiş, sevindirmiş, umutlarını güçlendirmişti. Artık önünde uzanan arazi küçük tepeler, düzlük alanlar şeklindeydi. Çevrede, birbirlerine en çok bir saatlik mesafede bulunan, köyler görünüyordu. Sadık bir süre, görülme olasılığını azaltmak düşüncesiyle, dere yataklarından yürümeyi tercih etti. Fakat birileriyle konuşmaya şiddetle ihtiyacı vardı. Nerede olduğunu bilmiyordu. Ne yana gitmesi gerektiğini bilmiyordu. Memleketin durumunu bilmiyordu. Daha bilmediği, merak ettiği birçok şey vardı. Bu düşüncelerin etkisiyle yakınındaki bir köye uğramağa karar verdi. Tüfeğini dere kenarındaki bir çalının içine gizledi. Bulmakta sıkıntı çekmemek için işaret koydu. Sol tarafında, bir tepenin yamacına kurulu, birkaç kilometre kadar uzaklıkta görünen, küçük bir yerleşim yerine yöneldi.

Köyün girişine yakın, bastıkça toz fışkıran bir yolun kenarında, alçak seviyede, gelişigüzel örülmüş taş duvarların arkasında birkaç sığırın otladığı, bahçe mi, tarla mı olduğu belli olmayan bir alanda, beli neredeyse doksan derece bükülmüş bir dede, bastonuna dayanarak yola doğru yürüyordu. Sadık duvardan atlayıp yanına vardı.

– Selamün aleyküm dede. Ne yapmak isdiyosan bana söyle, sana yardım ediyim.

– Şu duvarın üsdüne oturmak isdiyodum evladım, sağolasın. Yardım etmesen de olur. Gendim üsdesinden gelirim evelallah. Geldim zaten.

– Olsun, ben ginede goluna dayanıyım, gel hadi şöyle. Otur şuruya.

Adam oflaya, puflaya, duvarın taşlarından birinin üzerine çöktü. Sadık adamın elini öpüp alnına götürdü, yanına oturdu. Dede Sadığı baştan aşağı şöyle bir süzdükten sonra;

– Sen bizim koyden değelsin. Gorünüşüne bakılırsa buralardan da değelsin. Nerelisin? Buralarda ne arıyon? Nerden gelip nere gediyon? De hele bakıyım.

– Ben Yozgat’lıyım dede. Çukurovaya çalışmıya getdiydim, şindi geri dönüyom.

– Yayan mı dönüyon bunca yolu evladım? Yörüyerek bu yol biter mi? Delimisin sen?

– Bulduğum zaman gamyona, arabıya, gağnıya, ata, eşeğe de biniyom. Bazen da böyle yörüyerek devam ediyom. Ben sana başga şeyler sormak isdiyodum dede. Evela bana buranın nere olduğunu bi söyle. Ben şindi nerdeyim?

– Benim adım İriza(Rıza), burada bana çolak İriza derler. Elli iki yaşındayım. Burası Aksaray’a bağlı Hasanlı koyü. Aksaray buruya dört saat çeker. Köyümüz yirmi üç hane. Guccük bi koydür.

– Bütün yaz boyunca, Çukurovada çalışırken dünyayınan alakamız kesildiydi. Melmeketde ne olup bitdiğinden heç haberimiz olmadı. Her yerde harp oluyo dediler. En son, Osmanlı ordusunun yenildiğini duyduk. Sen neler duydun, neler biliyon bana ağnadır mısın dedeciğim?

– Bizler de fazla bi şey bilemiyok evlat. Koyde genç erkek nufus galmadı. Hepisini toplayıp asgere aldılar. Geri dönen de olmadı. Ara sıra cenderme gelir koye. Garagol yakınımızda. Buraya mesafesi yarım saat ya var, ya yok. Sorsak da cenderme heç bi şey ağnatmaz bize. Senede bir, iki kere asger gaçağı aramak için geliller. Bi de asgellik çağına gelen varısa onu almıya gelirler. Bu yaşında seni asgere çağarmadılar mı? Nasıl gurtardın yakayı da Çukurovaya çalışmıya gidebildin ki?

– Asgere aldılar, almaz olular mı da çarpışmada yaralandım dedeciğim, çürüğe çıkartdılar. Vücudumda iki gurşun daşıyom. Dokdur raporuyunan eve yolladılar, iki yıl oldu. Çok şukür şindiye gadar bi şey olmadı. İşallah böyle devam eder.

Sadık, birçok kere yalan söylemiş olsa da, hâlâ, yalan söylerken yüzünün kızardığını hissediyordu. Fark edilmemesi için, kafasını yere eğerek konuşuyordu. Rıza Dede;

– “Benim vucudumda da bi gurşun var evlat. Aha tam şuramda. Elini sürersen eline gelir.” diyerek, sol omzunu gösterdi. Birden, bir şey hatırlamış gibi Sadığın yüzüne baktı;

– Bana bak deligannı, ne zamandır yörüyon bilemem emme yorgun olduğun aşikâr. Buradan bize gidek. Bu gece eyice bi diğnen. Benim garı domatisli bulgur pilavı bişireceğedi. Yanında goyun yoğordundan bi de çalkama yapar, afiyetle yerik. Evde iki de gız torunum var. Kimse seni irahatsiz etmez. Gozel bi uyku çekersin. Zabahınan da yola çıkarsın. Hariye, benim gocagarı, seni gorünce çok sevinecek.

– Sağolasın İriza dede, ben sizi irahatsiz etmeyim. Yolcu yolunda gerek. Ben gediyim.

– Ne demek irahatsız etmek. Oğlumu gormüş gibi oldum. Gelirsen garıyı da, beni de çok mutlu eden. İnsannarı sevindirmek sevapdır evladım.

– Pekala, seni gırmak isdemem. Bi geceliğine galıyım.

– Biri senin emsal, öteki ondan dört yaş böyük iki oğlum varıdı. İkisini de asgere aldılar. Böyük oğlumun, Çanakgale’de şehit olduğu haberi geldi geçen senenin sonunda. Ötekinden de dört yıldır heç haber alamadık. Nerdedir, sağ mıdır, ölü müdür heç bi bilgimiz yok. Anaları aklına getirdikce gozlerinden yağmır gibi döküyo. Sen ona ilaç gibi gelecesin, gör bak.

Rıza dedeyle Sadık, henüz ortalık kararmadan, sığırları önlerine katıp evin yolunu tuttular. Caminin önünden geçerken akşam ezanı okunmağa başladı, Rıza Dede;

– Sadık evladım, şurda beş dakga oturursan bi abdes alıp ağşamı gılıveriyim.

– “Epeydir heç fırsat olmadıydı. Ben de gılıyım seniğnen dede.” diyerek abdest almak için caminin çeşmesinin önüne yürüdüler.

Caminin avlusundaki oturma taşlarında oturan, ileri yaşlarda birkaç kişi vardı. Abdest boyunca Sadığı maraklı bakışla süzdüler. Rıza Dede yanlarından geçerken selam verdi. Sadığın yardımıyla dört basamak mediveni çıkarak, kalın keçeden yapılmış cami kapısından içeri girdiler. Arkalarından avludakilerden iki kişi daha içeri girdi. Camide, hocanın dışında üç kişi daha vardı. Namaz kılındı, köylüler avluda Rıza Ağa’ya misafirini sordular. Rıza Ağa, “Çukurovadan çalışmakdan dönen bi gazi deligannı. Yolu çok uzun. Bu gece misafirim olmasını ben isdedim. Haydi size hayırlı ağşamlar.” diyerek merakları giderdi. Sonra herkes evinin yolunu tuttu.

Eve vardıklarında ortalık alaca karanlık olmuştu. Hayriye Nene, kocasının yanında getirdiği genç adamı meraklı bakışlarla şöyle bir süzdükten sonra, “Hoş geldin yavrım” diye karşıladı. Rıza Dede, “Hatun bu çocuğun adı Sadık, bu gecelik bizim misafirimiz. Ben sığırları ahıra alıp, geliyom. Sen Sadığı içeri al.”

– Gel evladım, biz içeri geçek. Sen diğnenirken ben de sofrayı hazırlayım. Birezden gızlar da gelir. Gızlar dediysem, torunnarım. Böyük oğlumdan oğsüzlerim. Böyük onbir yaşında, guccük sekiz. Goyunnarı, guzuları toplamıya getdiler. Şindi geliller. Onnar da olmasa halımız yürekler acısı olurdu. Allah bahtlarını açık etsin yavrıların. Sen nerelisin Sadık yavrım? Buralarda ne işin var? Bi yere mi gediyon, birini mi arıyon? Yoksa asger misin?

Sadık Rıza Dede’ye anlattıklarını nineye de söyledi. Bir an önce eve ulaşması gerektiğini, anasının, babasının ve nışanlısının dört gözle beklediklerini anlattı. Evin bütün işlerinin, kış hazırlıklarının onu beklediğini söyledi. Rıza Dede’yi kırmamak için geceyi burada geçirmeye karar verdiğini söyledi.

Rıza Dede’den önce kızlar girdi içeri. Sadığın üzerinde yoğunlaşan meraklı bakışları ebelerinin, “Gızlar, bu Sadık Ağanız. Bu gece bizim misafirimiz. Yarın getmesi gerekiyomuş. Hadi şindi elini öpüp, hoş geldin deyin.” Birbirinden güzel, dünya tatlısı bu küçük hanımlar biraz çekingen, mahcup, başları önlerinde Sadığın önüne kadar gidip elini öptüler, “Hoş gelmişin ağam” diyerek uzaklaştılar. Rıza Dede içeri girdiğinde sofra hazırdı. Hep birlikte sofraya oturdular. Günlerdir midesine sıcak yemek girmemiş olan Sadık, domatesli bulgur pilavı ve ayranla karnını tıkabasa doyurdu.

Sadık yine karmakarışık rüyaların etkisinde keyifsizce uyandı. Ortalık aydınlanıyordu. Bir süre yatağında, gördüğü rüyaları hatırlamağa çabaladı, ucunu bir türlü yakalıyamadı. Vazgeçti. Sessizce kalktı, dışarı çıktı. Camiye kadar yürüdü, ihtiyaç giderdi, elini yüzünü yıkadı. Sabah namazından çıkan üç kişi bakışlarını Sadığa çevirmişti ki, onların yanına gelmesine, konuşmasına fırsat bırakmadan, oradan hızla uzaklaştı. Eve döndüğünde Rıza Dede sekide namazını kılıyordu. Namaz bittikten sonra dede;

– Hayırlı zabahlar Sadık evladım, yoğsa gece uyuyamadın mı? Niye erkenden ayakdasın?

– Yok dede, vallaha eyi uyudum da, çalışırken erken galkmıya alışığım. Bi de, hep erken yola çıkmıya alışdım da ondan.

– Erken galkmak eyidir çocuğum. Peygamberimizin hadisi bile var ‘erken galkın’ deyi. Ne demişler: Erken galkan yol alır, erken evlenen döl alır.

– İzin verseniz de ben yola çıksam mı acep diyom, gecikmesen mi, ne dersin dede?

– Olmaz evladım, kayfelti etmeden şurdan şuruya göndermem. Nenen de buna müsaade etmez. Hem yarım saat, bi saat erken çıksan ne fargedecek ki o gadar uzun yolda? Olmaz, birlikde gayfeltimizi edek, nenen sana bi de azık hazırlar, soğna da biz işimize, sen de yoluna gidersin.
Sadık çaresiz Rıza Dede’nin isteğine boyun eydi. Kahvaltıdan sonra gitmeyi kabullenerek sekiye oturdu.

Sadığın içinde tanımlayamadığı bir sıkıntı vardı. Gece boyunca gördüğü, ama hiçbirini tam olarak hatırlıyamadığı, rüyalar yüzünden olabileceğini düşündü. Küçük kızın gelip, sofranın hazır olduğunu söylemesiyle Sadık düşüncelerinden sıyrıldı. Hep birlikte oturup Hayriye Nene’nin yaptığı ve üzerine tereyağ eritip döktüğü yoğurt çorbasıyla karınlarını doyurdular. Sadık;

– Ben size minnet borcumu nasıl ödeyeceğem bilemiyom. Sağolun, Allah sevdiklerinize gavışdırsın, ne muradınız varısa versin. Getme vakdı geldi. Bana izin verin gayrı. Allaha emanet olun.

– Dur birez evladım, senin için bi şeyler hazırladım. Yolda acıkıncı açıp yersin.

Vedalaşma faslı başlamıştı ki kapı hızlı, hızlı vuruldu. Küçük kız gidip kapıyı açtı. Silahlı iki jandarma paldır, küldür içeri girdi. Kolunda onbaşı işareti olanı dedenin önüne gelerek;

– Ahmet oğlu Rıza sen misin dede?

– Benim evladım, bi vukuat mı var? Zabah, zabah derdiniz nedir?

– Derdimiz şu ki, evinde bi asger gacağı saklıyormuşun. Dün gece ihbar aldık.

– Benim kimseyi sakladığım filan yok be çocuğum. İşde hepimiz buradayık.

Jandarma onbaşısı Sadığı işaret ederek,

– Peki bu neyin oluyor?

– O tanrı misafiri, Çukurovada çalışmış, memleketine dönüyo. Sadece bi gece misafirimiz oldu, şindi de yola çıkmak üzereydi.

Onbaşı Sadığa dönerek;

– Kağatların varmı hemşerim? Asgerlikle ilişiğin olmadığını belegeliyebicek misin?

– Yanımda heç bi şey yok, size heç bişey ısbatlıyamam.

– O zaman bizimle garagola gelmen gerekiyo. Adın ne senin arkadaş?

– Sadık.

– Hadi şimdi Sadık, düş önümeze garakola gediyok.

Evdekiler adeta donup kalmışlardı. Ne yapacaklarını, ne diyeceklerini bilemez bir durumda arkalarından bakıp kaldılar. Rıza dede, misafirini jandarmaya kimin ihbar ettiğini adı gibi biliyordu. “Bunu Çavdar Ali yapdı.” dedi karısına. “Dün biz camideyken o da oradaydı. Pis, pis baktı çocuğa. Dünya yıkılsa bu Çavdar huyundan vazgeçmez. İşallah Sadık asger gacağa değeldir. Buralarda asger mi galdı ki gacağa olsun? Çok efendi bi çocuğa benziyodu.”
Hayriye Nine’yle birlikte, jandarmanın Sadığı bırakması için dua ettiler.

***

Ermenilerin zorunlu göçü de Osmanlının çöküş sürecini durduramadı. Ruslar hem doğudan, hem batıdan ilerlemeyi sürdürdüler. Avrupanın galip devletleri Osmanlı Devletinin paylaşılması planlarını konuşuyorlardı. İngilizlerin Ortadoğunun büyük bir kısmını, Fransızların Suriye ve Güneydoğu Anadolu topraklarını, İtalyanların Akdeniz bölgesini, Yunanlıların Ege Bölgesini topraklarına katacağı konuşuluyordu. Rusların niyeti de açıktı. Kuzey Anadolu ve Karadeniz Bölgesinde eğemen olmak istiyorlardı. Ayrıca bu devletlerin hepsinin ortak olduğu bir istekleri de Doğu Anadoluda bağımsız bir Ermeni Devletinin kurulmasıydı. Bütün bu planlar için yoğun çalışmalar, temaslar, hazırlıklar yapılıyor, her fırsatta adım, adım uygulamağa sokuluyordu.

Osmanlı İmparatorluğu yıkılmanın eşiğine gelmişti. İmparatorluk tahtına padişah Vahdettin geçmişti. Her yeni bir padişahın tahta çıkışı, kısa süren bir umut ve iyimserlik havası estiriyor, “Padişahım çok yaşa” diye halkı ayağa kaldırıyordu. Ancak tüm cephelerden gelen bozgun haberleriyle kısa sürede umutlar kararıyordu. Halkın önemli bir bölümü ülkeyi bu duruma yönetimdeki İttihat ve Terakki Partisinin getirdiğine inanıyor, padişahtan, bu duruma bir son vermesini bekliyordu. İttihat ve Terakki Partisiyle padişah arasında, bin sekizyüzlü yılların sonunda başlayan iktidar mücadelesi bir türlü sonuçlanamamış, bu durum devletin siyasi ve ekonomik olarak büyük bir çıkmaza saplanmasına yol açmıştı. 1914’te başlyan dünya savaşında Osmanlının müttefikleri, yenilgiyi kabullenip, birer birer ateşkes istemeğe başlamışlardı. Osmanlı devletinin de yapabileceği başka bir şey yok gibi görünüyordu.

İslami takvimle 1293 yılında gerçekleştiği için 93 harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus harbinin kaybedilmesiyle başlayan, Osmanlı toprakları içindeki ulusların bağımsızlık savaşları giderek başedilemez hale gelmiş, bunun en son halkası, Kafkaslar ve Doğu Anadoluda yaşayan Ermenilerin başkaldırısı olmuştu. Yüzyıllar boyu Osmanlı yanlısı bir tutum içinde olan Ermeni toplumu, Rusların toprak ve bağımsız devlet vaadiyle kışkırtmaları ve Fransızların örgütleme, silah ve para yardımlarıyla, bulundukları bölgelerde, ‘Ermenilere Hürriyet ve Bağımsızlık’ adına kurdukları Kıpçak, Boşnak gibi derneklere bağlı çeteler aracılığı ile katliamlara giriştiler. Bu katliamlarda on binlerce Türk ve Kürt, yaşlı, kadın, çocuk olmasına bakılmaksızın katledildi. Son olarak, geçtiğimiz aylarda bütün bu olaylara son vermek ve Rusların ilerlemesini durdurmak, sonra da onları Kafkaslardan söküp atmak amacıyla büyük bir sefere karar verilmiş, O günün Harbiye Nazırı Enver Paşa tarafından bizzat kumanda edilen, yaklaşık yüz yirmi bin kişilik 3.ordu harekete geçirilmişti. ‘Sarıkamış olayı’ olarak tarihimizde yer alan bu büyük harekât, kış şartlarının elverişsizliği, yetersiz beslenme ve barınma yüzünden ortaya çıkan salgın hastalıklar ve komuta kademelerindeki uyumsuzlukların sonucunda büyük bir yenilgi ile sonuçlanmıştı. Bu durumu fırsat bilen ve bundan güç alan Ermeni çeteleri yöre üzerindeki baskı ve zulümlerini artırmışlardı. Kitlesel cinayetlerin ardı arkası kesilmiyordu. Bu çetelerin yaptıkları katliamları durdurarak, asayişi ve huzuru yeniden sağlayabilecek bir güç ortalıklarda görünmüyordu. Kimsenin mal ve can emniyeti kalmamıştı. Ermenilerin gerçekleştirdiği her mezalim karşılıksız kalmağa başlamıştı. Katliamların boyutlarının artması üzerine Osmanlı hükümeti yeni bir karar daha aldı. 1 Haziran 1915 tarihinde yürürlüğe giren bir kanunla Anadoluda, isyan ve tedhiş olaylarına karışan Ermenilerin zorunlu olarak göç (Tehcir) ettirilmesine karar veriliyordu.

Öte yandan, Osmanlının en büyük müttefiki olan Almanya, son bir gayretle, çeşitli cephelerde giriştiği savaşların çoğunu kaybediyordu. Bu nedenle, Osmanlı Devletinin bütün taleplerini sürekli göz ardı ediyor, oyalama taktikleri uyguluyordu. Mevcudu iyice azalmış olan ordu, yeterli silahtan, mühimmattan ve levazımattan yoksun, bakımsız, perişan bir durumdaydı. Savaş gücü ve yeteneği neredeyse tükenmişti. Kumandanların çoğu siyasetle ilgileniyor, çeşitli entrikaların içinde, asker olmanın haslet ve niteliklerini bolca harcıyorlardı. Osmanlı devleti iki başlı bir yönetimle yönetiliyordu. Bir tarafta günü ve kendini kurtarma gayreti içindeki Saray, diğer tarafta sarayla kavgalı, beceriksiz, deneyimsiz bir İttihat ve Terakki Partisi. Böyle bir ortamda doğru giden hiçbir şey olmuyor, yapılamıyordu. Zorluklar içinde alınan Tehcir, yani Ermenilere sürgün kararının usulüne uygun olarak uygulanabilmesi bile, birçoklarının şüphe ve endişeyle karşıladığı bir durumdu.

***

Sadık, ülke tam da bu durumdayken asker kaçağı olarak yakalanmıştı. Üç gün boyunca karakolda alıkonulduktan sonra Aksaray Askerlik Şubesine sevk edildi. Asker kaçağı olduğu kesinleşince şube tarafından, yakalanmış olan başka asker kaçaklarıyla birlikte, birisi çavuş iki jandarmanın gözetiminde, Kayseri garnizonuna gönderildi. Oradan da Üçüncü orduya bağlı, karargâhı Sivas’ta bulunan, On’uncu Kolorduda, muharip birliklere katılmak üzere Sivas’a gönderildi. Bir kaçak olarak yakalanmış olmasının kendisine neye mal olduğunu, nasıl bir cezaya çarptırıldığını hiç öğrenemedi.

Sadık, Aksaray’dan birlikte yola çıkmış olduğu dört arkadaşıyla birlikte, kasım ayının ortalarına doğru Sivas’a ulaştı. Havalar iyice soğumuştu. Yakalandıktan bu yana, kendini, beklemediği böyle bir durumun içinde bulduğu için şaşkın, üzgün ve bitkindi. Bütün hayalleri, umutları bir anda yerle bir olmuştu. Bunca badirelere, imkânsızlıklara, sıkıntılara göğüs gerdikten, hepsinin üstesinden geldikten sonra içinde bulunduğu durum akıl alacak gibi değildi. Neden, nasıl böyle olmuştu kafası basmıyordu. Ara sıra, kötü bir rüya görmekte olduğu geçiyordu aklından. Başına gelenlere geçerli bir neden arıyor, bulamıyordu. Askerliği, bütün öğretilenlerle birlikte, çoktan unutmuştu. Konya’da, talimgahta öğrettikleri hiçbir şeyi hatırlamıyordu. Oysa şimdi o, belki de, yanında çarpışan acemi erlere yol gösterecek, onları tehlikelerden koruyacak, ölümden uzak tutacak usta bir asker olarak, bir muharebe meydanına gönderilecekti. Kendini bile korumaktan aciz olduğunu düşündü. Öyle çaresiz, öyle umutsuz bir durumdaydı ki.

Sadık o kışı, şehrin kuzeyinde Kabakyazı denilen yerdeki, kolorduya bağlı dördüncü tugayın garnizonunda geçirdi. Kış çok şiddetli geçiyordu. Çoğu günler, bulundukları yerden kafalarını dışarı çıkaramadan akşamı ediyorlardı. Garnizonda asker sayısı yüzün altındaydı. Onların çoğu da cephelerde, tatbikatlarda ve asayiş görevinde olan askerin ihtiyaçlarını sağlamakla görevliydiler. Ama hiçbir ihtiyacın sağlandığı filan yoktu. Ortada ihtiyacı karşılayacak ne bir malzeme, ne erzak, ne de mühimmat vardı. Nisan ayına kadar Sadık, getir, götür işleri dışında hiçbir iş yapmadan kışı geçirdi. Ortaluk ısınmağa başlayınca garnizonda da bir hareketlilik başlamıştı.

***

Hükümetin belirlediği listelerde yer alan Ermeni çeteciler, bunlara yardım edenler ya da yardım ettikleri düşünülenler, tüm aileleriyle birlikte köy köy, kasaba kasaba devşirilip, önce belli merkezlerde toplanıyor, sonra gidecekleri yerlere doğru yola vuruluyorlardı. Toplanma yerleri tam bir ‘anababa günü’ görünümü sergiliyordu. Yatak, yorgan, masa, kap kacak, ayakları bağlı kaz, tavuk, ördek ve aralarında bağrışan, ağlayan çocukların da yüklü olduğu kağnılar, at arabaları, taşıyabileceği en çok yükü sırtlamış atlar, eşekler, sığır, koyun, keçi götürebileceklerini düşündükleri ne varsa oraya taşınmış bulunuyordu. İnsanlar, nereye gittikleri hakkında bir şeyler öğrenmek için, telaş ve korku içinde o yana, bu yana koşuşturuyordu. Göçün mahiyetiyle ilgili, görevliler dahil, kimsenin bir şey bildiği yoktu.

Sadık, göç kafilelerinden birinde muhafız asker olarak görevlendirildi. Bu görev için, başlarında birer başçavuş ve birer çavuşla, iki mangadan oluşan yirmi beş kişilik bir gurup olarak Sivastan Malatya’ya hareket ettiler. Bir haftalık bir yolculuğun ardından Malatya’ya vardılar. O gece dinlenip, ertesi sabah herkes kafilesinin başında olmak üzere, yola çıkılacağı emri duyuruldu.

Sadık, dört er arkadaşı, bir başçavuş ve bir çavuşla birlikte yaklaşık yüz kişilik bir kafileyi götürmekle görevlendirildi. Kafilede onun üzerinde yaşlı erkek-kadın, en az bir düzüne on yaş altı çocuk vardı. Gerisi elli yaşına kadar olan erkek ve kadınlardan oluşuyordu. Ailelere ait de yedi adet tepeleme yüklü kağnı, üç at arabası, bir düzüne kadar at, bunun iki katına yakın eşek ve katır, yirmi kadar sığır, kırk, elli civarında koyun, keçi vardı. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte kafile, Malatya’dan, olağanüstü bir gürültü patırtıyla, batı istikametinde yola çıktı.

Sami Başçavuşun söylemesine göre kafile Adıyaman üzerinden Maraş’a götürülüyordu. Daha Malatya’nın çıkışında, yol boyunca toplanmış olan insanlar, kafiledekilere hakaretler, küfürler savurmağa başlamışlardı. İnsanların üzerine taş atanlar bile vardı. Başçavuşun işi ciddi tutması ve telkinleri sonucu, bağırış çağırışlar arasında, vukuatsız olarak kafile şehirden çıkmayı başardı. Yol üzerindeki köylerden geçerken bile protestolarla, yuhalanmalarla karşılaşıyorlardı. İkinci günün akşamı Sami Başçavuş, Akçadağ diye bir kasabanın yakınındaki bir ağaçlık alanda konaklama ve geceleme kararı verdi.

Konaklama yerinde, yüklerden çözülerek indirilen çullar, kilimler, battaniyeler serildi. Çocukların topladığı odunlarla ateşler yakıldı, tencereler kaynadı, sofralar kuruldu, yemekler yendi. Ateşlerin çevresinde halkalaşan anneler, babalar kaygılarını, korkularını birbirlerine aktardılar, yemeğin ve yorgunluğun ağırlığı ile battaniyelerine, yorganlarına sarınıp yattılar. Yorgun vücutlar, anında derin uykulara teslim oldular.

Akçadağ kasabasının halkı Ermeni göç kafilesinin geldiğini ve arazileri içindeki konaklama yerini biliyorlardı. Ermeni çetecilerin, kasabalarını bastıklarında, kaldırdıkları varlıklarını, yaptıkları işkence ve zulmü, kurşuna dizdikleri on iki kasabalıyı asla unutmamışlardı. Akşamüstü kasabanın en büyük kahvehanesinde toplandılar. Gece yarısı, elli kişilik bir gurup oluşturup kafileye baskın verme kararı aldılar. Hazırlıkları yapmak üzere evlerine dağıldılar.

Yatsı ezanından iki saat kadar sonra, aralarında kocasını ya da oğlunu Ermeni çetecilerin katlettiği, intikam aleviyle yanan sekiz kadının da bulunduğu kalabalık gurup kahvenin önünde toplanıp harekete geçtiler. Kafilenin çevresinde dolaşan tek nöbetçiyi yakalayıp etkisiz hale getirdikten sonra, kafile kumandanı olan Sami başçavuşu uykusunda bastırıp sımsıkı bağladılar. Kısa sürede mola yeri ağlayan, inleyen, çığlık atan, feryat eden insanlarla dolu bir mahşer yerine dönmüştü. Karşı koymağa çalışanlardan biri, kama darbeleriyle yere serildi. Bir başkası kafasına aldığı taş ve sopa darbeleriyle, kanlar içinde olduğu yere yığıldı. Karşı çıkanları kısa sürede etkisiz hale getirdiler. İşe yarar eşyalar bir tarafa ayrıldıktan sonra, her şeyi ateşe verdiler. Yanan arabalardan, kağnılardan ve ateşe verilen diğer eşyalardan yükselen alevler neredeyse kasabaya kadar olan alanı tamamen aydınlatımıştı. Bir saat içinde bütün kafilenin nesi var, nesi yok buhar olup uçmuştu. Kasabalılar, hayvanları da kapsayan ganimetleriyle birlikte, gecenin içinde kaybolup gitmişlerdi.

Bilanço ağırdı. İki kişi öldürülmüştü. On kişi kadar yaralı vardı. Sadık, olanlar karşısında şaşkınlıktan adeta dilini yutmuştu. Olanlara bir anlam veremiyordu. Hiçbir günahı olmayan bu insanlara reva görülen bu zulme karşı bir şey yapamamış olmaktan dolayı kendinden utanıyordu. Bu zavallı insanların varlıklarının ellerinden alınması, kalanların yakılıp yok edilmesi ve ağzını açanların öldürülmesi, yaralanması, silindir gibi üzerlerinden geçilmesi aklının alabileceği bir durum değildi. Dövülen, yerlerde sürüklenen insanların karşısında yerinden kıpırdamamış olması anlaşılır gibi değildi. Sönen alevlerden geriye kalan siyah dumanların arasında hayalet gibi bir süre dolaştı. Taş ocağından kaçtıktan sonra, bir Türkiye Ermenisi olan, hayatı boyunca asla unutmayacağı, hiçbir şeyin, hiç kimsenin asla unutturamayacağı Artin amcayı, mektup yazarak, kendilerine yardım etmesini istediği Arman Ağabeyi hatırladı. Onların insanlığı ile kendi öz ırkından olan bu insanların dehşetini, vahşetini karşılaştırmak bile içinden gelmedi. Bir ağacın dibine çöktü, tam bir yangın yerine dönüşmüş konaklama alanına baktı, korkuları, çaresizlikleri tavırlarına, hareketlerine yansımış olan insanlara baktı, gözyaşlarını tutamadı.

Herkes gibi başçavuş da şaşkın, üzgün ve çaresizdi. Baskıncılar gidince diğer iki asker yanına gidip iplerini çözdüler. Sami Başçavuş yerinden kalkmadan bir süre olup bitenleri anlamağa çalıştı. Bunun bir rüya, bir kâbus olmasını diledi. Ama öyle olmadığı açıktı. Kalktı, ölüleri başında ağlaşan, yaralıların kanamasını durdurmaya çalışan, yaralarını saran, yangında az hasarlı, hâlâ kullanılabilir bir şeyler arayan insanların, ağlaşan kadınların, çocukların arasında bir ruh gibi dolaştı. Tekrar bir ağacın dibine oturdu. Kafileyle Malatya’ya geri dönmek, ya da böylece yola devam etmek arasında bir karar vermesi gerektiğini düşündü. Eğer geri dönerse, olanlardan birinci derecede sorumlu tutulacağını ve derhal divanı harbe verileceğini adı gibi biliyordu. O yüzden yola devam etmekten başka bir seçenek göremiyordu. Kafiledeki insanların da kendi vereceği kararı beklediklerinin farkındaydı. Sadık ve diğer askerleri yanına çağırdı. Konuştular, ‘yürüyüşü sürdürme’ kararına onlar da katıldı.

İnsanların, yangından arta kalan, az çok kullanılabilecek durumda olan eşyaları araştırıp, derleyip toparlamaları gün ışıyıncaya kadar devam etti. Topluluk, cenazelererini kısa ve basit bir ayinin ardından kazdıkları çukurlara gömdüler. Felaketin ardından uykusuna yenilerek tekrar uykuya dalmış olan birkaç çocuk uyandırıldı. Her nasılsa gözlerden uzak kalmış dört tane koyunla iki keçiyi de yanlarına alıp, başçavuşun direktifleri doğrultusunda yeniden yola koyuldular.

Sami Başçavuş, beklenmedik bu faciadan sonra, yeni olaylara meydan vermemek için önlemler alması gerektiğini düşünüyordu. İlk kısa mola yerinde, Zafer Çavuş’a asgerleri toplayıp getirmesini, toplantı yapacağını söyledi. Az sonra, Sadık’la birlikte dört asker ve Zafer Çavuş, başçavuşun karşısındaydı. Sami Başçavuş;

– Arkadaşlar, beklenmedik feci bi olay yaşadık. Bu bölgelerde köyler, kasabalar herkes Ermenilere düşman kesilmiş. Bizim, bu insanları gidecekleri yere kadar sağ salim götürmemiz lazım. Bu bizim vazifemiz. Gece olanlar yenir, yutulur gibi değil. Nerden baksak bu bizim hatamız. Onlardan sadece biz sorumluyuz. Bize emanet edilen bu insannarı koruyamadık. Eğer bi şikâyet olursa, bu hadiseden dolayı hepimiz hapisaneyi boylarız. Bundan sonra çok dikkatli olmamız lazım. Böyle olaylarla bi daha karşılaşmamak için ne tedbir almamız gerekdiği konusunda konuşmalıyız, beyinlerimizi işletmeliyiz. Sayımız az. Gece vukubulan olaylara hem uykuda yakalandık, hem de aklımızdan böyle bir şey geçmediğinden, tedbirsiz bulunduk. Alınması gereken tedbirlerle ilgili bi fikri olan var mı?

Bir süre kimseden bir ses çıkmayınca Sami başçavuş devam etti;

– Ben diyom ki kafileyi köy ve kasabalara yaklaşdırmasak. Köylerden, kasabalardan uzak ıssız yerlerde mola versek. Ana yollar yerine tali yolları kullansak, ne dersiniz?

Sadık söz aldı:

– Başçavuşum müsaade edersen bi şey söylemek isdiyom. Bana sorarsan biz gundüzleri değel de geceleri yörüyelim. Gundüz, gozden uzak bi yer bulur diğnenir, uyuruk. Karannık basdırınca yola çıkar, zabaha gadar yörürük. Yoksa nerden yörürsek yörüyek, bizi muhakgak bi goren çıkar.

Diğer üç askerden ikisi Sadığın önerisine katıldıklarını söylediler. Başçavuş biraz düşündü, başını kaşıdı, bakışlarını “sen ne diyorsun” der gibi üçüncü askere çevirdi. O da “sen bilirsin” anlamında omuz silkince,

– Tamam arkadaşlar Sadığın dediği gibi yapacağız. Gece yürüyüp gündüz mola vereceğez. Belki böylece, kafileyi baskınlardan koruruz. Başka da bi çare görünmüyo. Sağol Sadık. Ben şimdi kafileyi toplayıp bu yeni yürüyüş planını onlara da bildiriyim.

Sadık ve arkadaşları ailelere, başçavuşun bütün kafileye söyleyecekleri olduğunu, gösterdikleri yerde toplanmalarını söylediler. On dakika içinde herkes belirtilen yerde hazırdı. Sami Başçavuş bir kayanın üzerine çıktı;

– Olanlardan dolayı ne kadar üzgün olduğumu, nasıl utanç duyduğumu söylememin bi anlamı olmasa da şu an yapabileğim bi şey yok. Acınızı ve endişelerinizi biliyorum. Keşke bunların hiçbiri olmasaydı. Daha ilk molada başımıza bunların gelmiş olması hepimizi büyük bi şoka soktu. Bi daha böyle durumlarla karşılaşmamak için ne yapılabilir, buna bakmamız lazım. Arkadaşlarla toplandık ve bi karar aldık. Gündüz yürüyüşlerinin her zaman için tehlikeli olduğuna karar verdik. Onun için bundan böyle geceleri yürüyüp, gündüzleri ıssız yerlerde konaklayarak dinlenecek ve uyuyacağız. İçinizden daha iyi bir fikri olan varsa onu da dinlemeye hazırım.

Bir süre bekledi, kimseden bir ses çıkmayınca;

– Biliyorum, eşyalarınızı ve erzakınızı kaybettiniz. Yangından kurtarabildiğiniz ne varsa onlarla yetinmek zorundasınız. Her şeyinizi idareli kullanın ve uyanık olun. Gözünüz, kulağınız ve bahtınız açık olsun. Söylüyeceklerim bundan ibaret.

Sami Başçavuş, kimselerin uğramıyacağını düşündüğü, iki tepenin arasındaki kuru bir dere yatağında, ikindi vakti mola verdi. Akşam karanlığına kadar orada kalacaklarını, herkesin dinlenmesini, gece boyunca yürüyebilecek gücü toplamalarını söyledi. Zafer Çavuş’a, “iki er nöbet tutsun. Ben uyanamazsam, karanlık basmadan beni uyandır.” diyerek dere yatağında bir yarın gölgesinde, kumların üzerine uzandı.

Sadığın bulduğu çözüm oldukça işe yaramış gözüküyordu. Üç günden beri sürdürdükleri gece yürüyüşlerinde hiçbir tehlikeyle karşılaşmadılar. O uğursuz gece yaralanan insanlardan sadece biri henüz ayağa kalkamamıştı. Diğerleri fazla bir yardım almadan yürüyebiliyorlardı. Kafilenin en büyük sorunu yiyecek sıkıntısı çekmeleriydi. Erzak diye bir şey kalmamıştı ellerinde. Üç günden beri her gün bir koyunu kesip, herkese birer lokma et vererek ayakta kalıp yürümeyi sürdürmüşlerdi. Bugün de, sabahın ilk ışıklarıyla, çevrede yiyecek bulmak için araştırmaya çıkan askerler, tarlalardan yürütebildikleri taze soğan, pancar yaprağı, turp, ıspanak, gibi sebzelerle, erik, kaysı, kiraz gibi meyveleri ve de yenilebilecek ne buldularsa, birkaç sefer yaparak mola yerine taşımış, insanların midelerine birkaç lokma fazladan yiyecek girmesini sağlamışlardı. Ancak önlerindeki arazi yapısı, bundan böyle bu tarz olanaklar sunacak gibi görünmüyordu.

Altıncı günün sonunda ellerinde ne bir koyun, ne de keçi kalmıştı kesip yemedikleri. Yedinci gün sabahtan itibaren genci, yaşlısı, ıssız yamaçlarda, kayalıkların arasında yiyecek bir şey aramağa çıktılar. Mevsimin yaza yaklaşmış olması açık arazide yiyecek bulabilmeyi kolaylaştırıyordu. Tanıdıkları otların yapraklarından, köklerinden yaptıkları yemekleri yediler. Anneler çocuklarına yedirdiler. O gece yürüyüş sırasında midesi ağrıyan, midesi bulanan, karnı ağrıyan, ateşlenip başı ağrıyan çocuklar olduysa da önemli bir sorun yaşamadılar. Ama ekmek olmadığı için pek çok insan açlık çekiyordu. Sadık bu konuda epeyce bir deneyime sahip olduğundan çok fazla etkilenmiyordu. Arkadaşlarıysa, Sadığın gözünü kırpmadan yediği şeylere burun kıvırıyor, şimdilik aç kalmayı yeğliyorlardı.

Sekizinci günün ikindi vakti, mola yerinde herkes uykunun tam ortasındayken, kafile yine bir baskın yedi. Nerden çıktıkları, nasıl haber aldıkları bilinmeyen kırk civarında atlı, ellerinde patlamağa hazır silahlarla, nöbetteki iki askeri etkisiz hale koyup, birkaç dakika içinde kafileyi kuşattılar. Uykularından uyanan insanlar ya sessiz, kıpırdamadan, bir şok havasında oldukları yerde kaldılar, ya da daha çok kadınlar olmak üzere, çığlıklar atarak, koruma içgüdüsüyle çocuklarına sarıldılar, onları kanatlarının altına sakladılar. Başçavuşu ve Sadık’la beraber diğer askerleri el ve ayaklarından bağlayıp, tekmeleyerek bir hendeğe kaktılar. Kafilenin içine dağıldılar. Yirmi civarında genç ve daha ileri yaşta erkeği ayırıp bir hendeğe topladılar. Üzerlerini aradılar, bir şey bulamadılar. İçlerinden biri, “Yapdıklarınızı yanınıza bırakacağımızı mı sanıyodunuz, kafirler.” diye gürledi. Sonra da, bu aynı adamın işaretiyle, gözlerini kırpmadan bu insanların üzerine kurşun yağdırdılar. Bir dakika içinde hepsi kanlar içinde yere serilmişti. Aralarında geçen konuşmalardan, Sadık bunların bir Kürt çetesi olduğu sonucuna vardı. Çeteciler guruptan ayırdıkları dört kadını yanlarına alıp, birkaç dakika içinde kayboldular.

Ayakta kalanlardan birisi başçavuşun ve diğer askerlerin bağlarını çözdü. Sadık ve arkadaşları uzun süre olanların etkisinde, yerlerinden kalkamadılar. Mola yerine tam bir ölüm sessizliği çökmüştü. Kafileden geriye kalanlar büyük bir şok içindeydiler. Çocuklarına sımsıkı sarılmış annelerin dehşet içinde kıpırdayan dudaklarından, bildikleri dualara sığındıkları anlaşılıyordu. Hiçbir şey düşünemeyen, düşüncelerinde bunun bir rüya, bir kâbus olmasını umanlar, bunu dileyenler vardı aralarında. Çevresine boş, boş bakanlar, bir ruh gibi gezinen yüzleri kâğıt beyazı kadınlar, hendeğin arkasına gitmek, orada neler olup bittiğini görmek isteyen, ama dizlerinin bağı çözülmüş gibi yerinden kıpırdayamayan yaşlı adamlar, olanları kavrayamamış, ancak kötü bir şeyler olduğunu hissederek annelerinin sımsıkı saran kollarının arasında, korku içinde saklanan çocuklar, mola yerinin yürekler acısı tablosunu ortaya koyuyordu. İri damlalar halinde başlamış olan yağmur, yürekleri yakan bu dehşet tablosunu yükseklerden izleyip, etkisinden kurtulamamış olan, gökyüzü varlıklarının gözyaşları gibiydi.

Sadık kendine geldiği zaman bu görevi daha fazla sürdüremeyeciğini düşündü. Elinden, insanların ölmesini, acı içinde kıvranmasını, perişan hallerini izlemekten başka bir şey gelmediğinin bilincindeydi. Olanlar ve olabilecekler karşısında tamamen yararsız ve çaresizdi. Burada olmasının bu insanlara hiçbir faydası olmuyordu. Bu zorunlu göçlerin nedenini de tam olarak anlayabilmiş değildi zaten. Bu insanlar, yüzyıllardan beri bu topraklarda barış içinde, kardeşlik içinde yaşayıp, bu günlere gelmişlerdi. Şimdi neyi paylaşamıyorlardı? Ne olmuştu da bu hale gelmişlerdi? Bu zulmü kim yönetiyordu? İnsanlar neden bu kadar acımasız olmuşlardı? Kafasında dolaşan bu sorulara mantıklı bir yanıt bulamıyor, aklını oynatacak gibi oluyordu. İçinden, avazı çıktığı kadar bağırmak, isyanını haykırmak geliyordu. Başçavuşun yanına gitti. Kendilerine verilen muhafızlık görevinin ne kadar anlamsız olduğunu anlatmağa çalıştı. Başçavuş, çok üzgün olduğunu ve görevi sürdürmek zorunda bulunduğunu söylemenin dışında, Sadığın kafa karışıklığını ve endişelerini giderecek hiçbir şey söylemedi. Sami Başçavuş, bu kötülüklere yol açan sebebin, yıllardır Anadoluda sürüp giden Ermeni mezalimi olduğundan, Sadığın haberdar olmadığını bilmiyordu. Bununla beraber masum insanların, intikam uğruna bu şekilde katledilmelerini asla doğru bulmuyor, bu vahşetten milleti adına utanç duyuyordu. Ayrıca, soğukkanlı ve metin davransa da verilen görevi başaramamış olmanın büyük üzüntüsünü yaşıyordu.

Sadığın böyle bir görevi sürdüremeyeceğine dair inancı ve düşüncesi giderek bir ‘sabit fikir’ haline gelmişti. Kaçma hayalleri kurmağa başladı. Sami Başçavuşa giderek, şu an nerede olduklarını sordu. Başçavuş çantasından bir harita çıkartıp bir süre inceledikten sonra,

-Maraşa bir günlük mesafedeyik Sadık. İki yanımızdaki şu dağlar ‘Ahırdağı’ olarak görünüyo haritada. Akcadağ’da baskına uğramasaydık şimdi belki Maraş’da olacakdık. Kafile kumandanı olarak, artık ne yapacağımı ben bilmiyorum, sen biliyor musun? dedi. Hüzünle Sadığın gözlerine baktı. Sadık, bu bakışlardan gözlerini kaçırdı. Zira bir an başçavuşun, aklından geçenleri okuduğu hissine kapılmıştı. Ateş bastığını ve yüzünün kızardığını hissetti. Dönüp uzaklaşırken başçavuş arkasından seslendi;

– Sadık arkadaşlara haber ver, eli kazma, kürek tutan kim varsa toplasınlar, ölüleri gömelim. Onları açıkta bırakamayız.

– “Başüstüne kumandanım.” diyerek uzaklaştı Sadık.

***

Ermenilerin, İttihat ve Terakki yönetiminin çıkarttığı bir yasa ile yürürlüğe sokulmuş olan bu zorunlu göçü, Anadolunun birçok yerinde uygulanmağa başlatılmış ve oldukça zor şartlarda, denetimden uzak bir şekilde sürdürülüyordu.

Göç eylemi çok büyük sıkıntıların, acıların, dramatik olayların, aile facialarının yaşanmasına vesile oldu. Asırlardır yaşadıkları topraklardan, kardeşlik duygularıyla birbirlerine bağlı komşularından, evlerinden, bağlarından, bahçelerinden koparılarak bilinmedik diyarlara sürülen aileler, aç susuz yollara vuruldu. Geçtikleri bölgelerde, bütün yol boyunca, yerel halkın aşağılamalarına, saldırılarına, baskınlarına maruz kaldılar. Pek çoğu ülkesine, devletine bağlı olan bu masum insanlar büyük bir çile ve ızdırap içinde öldüler. Pek çoğunun cesedi öldükleri yerde kuşa, kurda yem oldu. Olağanüstü olumsuz koşullara dayanabilen ya da şansı yaver gidenler olmakla birlikte, göçe başlayanların ancak yarısı menzile ulaşmayı başardı. Pek çok Ermeni aile Suriye, Irak, Ürdün vb. yeni topraklarına vardıklarında anne, baba ya da çocuklarının, en az bir kısmını, kaybetmiş durumdaydı. Birkaç yıl devam eden bu göçün sonunda, kimine göre beş yüz bin, kimine göre bir milyon Ermeni öldü.

Yaşadığı bu olayların geçmişteki nedenleri hakkında bir bilgisi yoktu Sadığın. Aynı olayların benzerlerinin Ermeni çeteciler tarafından Türklere karşı gerçekleştirildiğini bilmiyordu. Bu yüzden karşılaştığı olaylar onu çok üzmüş, yaralamıştı. Bu güzel insanların böyle hunharca katledilmesine, beyninde yankılanan, bitmeyen bir çığlıkla isyan ediyordu. Bunu önleyemediği için kahrediyor, bir çıkış arıyor, ama bulamıyordu. Çaresizlik içinde debeleniyordu.

***

Sadık gece nöbeti sırasında karanlıktan yararlanarak, tüfeğini ve üzerindeki bir, iki fazlalığı nöbet yerinde bırakıp görev yerinden firar etti. Nereye gittiğini bilmeden, ortalık aydınlanıncaya dek yürüdü. Güneş tepelerden, kanla yıkanmış bir tepsi gibi, kendini gösterdiğinde, çoğu nadasa bırakılmış tarlalar bitmiş, küçük tepeciklerle bölünmüş çalılık bir arazi başlamıştı. Bir keçiyolundan yürüyüşünü sürdürdü. Aklındaki ilk konu, üzerindeki asker elbisesinden kurtulmaktı. Aksi halde, en kısa sürede asker kaçağı olarak yakalanacağını biliyordu. Bu kıyafette herhangi bir yerleşim yerinin yakınından bile geçmesi çok tehlikeliydi.
Yarım saat kadar daha yürüdükten sonra güneydoğu yönünde, sağ taraftaki bir tepenin yamacına yerleşmiş kırk, elli haneli bir köy gördü. Köye uğramağa karar verdi. Nerede olduğunu, ne yana gitmesi gerektiğini bilmek istiyordu. Kaçak olduğunun anlaşılmaması için, hava oldukça serin olmasına karşın, asker kabutunu, ceketini, kep’ini ve çantasını çıkarıp kayaların arasına gizledi. Köylülerden gerekli bilgileri edindikten sonra dönüp, bıraktıklarını geri alabileceğini düşünüyordu. Aylardan recep (temmuz) olmasına karşın hava oldukça soğuduğundan bu giysilere ihtiyacı vardı.

Köyün girişinde Sadığı ilk karşılayan, havlayarak üzerine hışımla gelen birkaç köpek oldu. Sadık, yol kenarındaki bir söğüt ağacına sırtını vererek onların yatışmasını bekledi. Kısa bir süre sonra da, köpeklerin ısrarcı havlamalarının nedenini merak edip avlusundan dışarı çıkan bir ihtiyarın, köpekleri hedef alan, seslenişi üzerine kuyruklarını sallayarak adama doğru dönüp uzaklaştılar. Sadık biraz ürkek, biraz mahcup adımlarla adamın yanına yürüdü. Bir süreden beri yalan söylemeğe alıştığından, fazla sıkıntıya girmeden, içinde yalanların da yer aldığı bir diyaloğu başlattı:

– Selamün aleyküm dayı, eğer müsaade buyurursan sana soracaklarım var, müsaaden var mı?

– Helbet de evladım, müsaade senin, ne isdersen sor. Evela gir içeri hele. Bu gılıkta üşürsün, bu gunnerde havalar eyice serinnedi. Ocağın başına otururuk, hemi ısınırsın, hemi de ne soracağısan sorarsın. Hadi gir şindi içeriye. Neyimiş derdin, ağnıyalım bakalım.

– Sağolasın dayı. Ben sizi irahatsız etmeyim. Soracaklarımı burada da sorsam olur. Allah senden raz’olsun.

– Yoo çocuğum, burada, avlunun dışında gatiyen olmaz, senin heç bi sorunu cevaplamam. Gir hele içeri, bi nefes al, birez diğnen, soğna ne diyeceğsen dersin. Hadi bakıyım, ben onu bunu diğnemem.

Adam önde, Sadık arkada avlu kapısından içeri girdiler.

Avlunun bir yanında, kışın hayvanların yemesi için, tahta bir barınak içine tepilmiş kuru ot yığını, onun yanında, köydeyken Sadıkların da dağdan kesip kağnıyla taşıdıkları ve daha çok ateş tutuşturmakta kullandıkları karaçalı yığını, onun da yanında duvar gibi örülmüş duvar boyunda tezek yığını görünüyordu. Karşı duvarda da, bacası duvarın içinde, bir ocak ve altında tezek yanan, üzerinde, orta boy bir kazanın kaynadığı, sacayağı göze çarpıyordu. Sadık adama;

– Dayı adını bağışlarsan sevinirim. Benim adım Sadık, Yozgadın bi köyündenim. Melmekete dönmüye uğraşıyom.

– Benim adım Seyfo, koyde bana Varo Seyfo diyeler. Gel şindi şöyle, şu ocağın başında oturak hele bi, ağnadırek olup biteni.

Ocağın önünde dikildi, bastonuna dayanarak doğrulmağa çalıştı, evin kapısına yönelerek içeriye;

– Nazo, gızım bize iki minder getir. Misafirimiz var. Çabık ol, oyalanma.

Sağ kolunun üzerine yatırıp diğer eliyle üzerine bastırarak getirdiği iki minderi ocak başına bırakan Nazo, Seyfo Dayı’nın geliniydi. Harp malülü olan oğlu Haso (Hasan), komşu köyde varlıklı bir evin işlerine yardım ediyor, az da olsa bir kazanç sağlıyarak geçim sıkıntılarını azaltmağa çalışıyordu. Ailenin işlerini Nazo ve biri on altı, diğeri on dört yaşında olan iki oğlu yürütüyordu. Seyfo Dayı ise evin içindeki, gücünün yettiği bütün işleri görüyordu. Biraz yürüdüğü zaman dizlerine oturan sızı olmasa, dışarı işlerini de yapacak gücü olduğunu düşünüyordu. Duvara dayanarak oflaya, puflaya minderine oturdu. Ateşi birkaç parça tezekle besledikten sonra Sadığa dönerek;

– Şimdi bege (bana) ne soracagisan sor evlat, cevaplamıye hazırem. Olaki gabir suali sormıyasen.

– Seyfo dayı, söylemesi ayıp ben gayboldum. Nerde olduğumu, ne yana gedeceğemi eyice şaşırdım. Buralar neresi oluyo, koyünüz hangi vilayete bağlı? Buruya en yakın şeher neresi? Bana bunları ağnatmanı isdesem çok şey mi isdemiş olurum?

– Helbet de söylerem evladım, niye söylemiyem. Koyümüzün adı Guşaklı, Adıyaman’a baglıyık. Sıkı bi yörüyüşünen zabahtan yola çıkarsan ağşam ezanına Adıyaman’a varılıyi. Adıyamanınan aramızdaki yol üsdünde üç koy daha vardır. Emme sen Yozgada gidecehsen, o tarafa getmiyecehsen. Aksi isdigamete getmen gerekiyi. Duyduklarımıza bakılırsa yollar bek de tekin değelimiş. Eşgiya cırıt atıyi diyiler. Allah yardımcın olsun evlat. Senin işin zor be çocugum.

Sadık öğrenmek istediklerini öğrenmişti. Vakit kaybetmeden yola düşmeliydi. Kalktı, Seyfi Dayının elini öptü, gitmeye davrandığında Seyfi Dayı;

– “Sadık çocugum, böyle gedilmez, az bi bekle. Nazo! Nazo gızım, verinli ve dere hele!” diye avludan içeri seslendi. Nazik ellerini eteğine silerek dışarı çıkıp yanlarına geldi.

– Bave emir. Ez dibu taşte. Hun diksvazin tişteki?

– Mevanen me bi dibezin. Amade hin re ji bo ikzivarne. Bi çıkın yap, yanında bulunsun.

– Ok dad. Stoek şorbe. Ma tu biskve here, kuli ve dere?

– Sen suframızı buruya kur. Biz burada yerik. Siz çocuklar galkınca içerde yeyin.

Sadık, Seyfi dayıyla gelini arasındaki konuşmalardan, ailenin Kürt olduğu sonucuna varmıştı. Konuşmaların içinde geçen birkaç kelime tanıdıktı çünkü. Yıllar önce Köçeğin kömüne, köylünün davar sürülerini sekiz, dokuz aylık bir süre için otlatmak üzere çoban olarak gelen Kürtlerin aralarında geçen konuşmalarından anımsadı bu kelimeleri. Şorbe, dad ve here kelimeleri.

Sadık hemen gitmekte ısrar etmedi. Nazo’nun, önlerine getirdiği sinideki bir tas tarhana çorbasını çökelekli dürümle birlikte mideye indirdi. Dün öğleden beri boğazından lokma geçmemişti. Çökelekle birlikte sabah çorbası ilaç gibi geldi. “Keşke burası Yozgat olsaydı, burası bizim köye yakın bir köy olsaydı. Ne kadar iyi olurdu.” diye geçti aklından. Seyfi Dayı’dan izin isteyip sofradan kalktı, elini bir kere daha öptü, Nazo Yenge’nin hazırlamış olduğu çıkını aldı, hayır duaları ve büyük bir minnetle avlu kapısına yürüdü. Kapıdan çıkarken dönüp, içten bir gülümseme ile el salladı. Çıktı, avlu kapısını arkasından kapattı ve hızlı adımlarla kaputunu ve çantasını sakladığı kayalığa doğru yürüdü.

Hava açıktı ve sanki kış günüymüş gibi soğuktu. Sadık, “Bu mevsimde bu gadar soğuk olduğuna gore buralar hayli yüğsek olmalı.” diye düşündü. Seyfo Dayılardan ayrılalı buğün dördüncü gündü. Nazik yengenin koyduğu çörekle iki gün idare etmişti Sadık. Ardı ardına birkaç tepeyi aşmış olmasına karşın geceleyebileceği bir yerleşim yerine raslamadı. Üç gecedir bir kayanın oyuğuna ya da küçük bir dere yatağının, acı poyrazı kesen, duldasına sığınıp, kaputuna sarınarak uyumağa ve dinlenmeğe çalışıyordu. Çevrede yiyecek birşeyler bulmak neredeyse olanaksızdı. Yine de, gecenin büyük bir bölümünü uyumağa çalışarak geçirdiği, dere yatağından çıkıp aranmağa başladı.

Dere yatağının iki yanında da tarla görünümünde araziler uzanıyordu. Bazıları ekilmiş, üzerindeki ekinler biçilmişti. Tarlaların sınırlarını, tarladan ayıklanarak, birer ikişer metre aralıklarla öbek, öbek yığılmış taş birikintileri oluşturuyordu. Bu taş yığınları, Sadığın kafasında bir fikrin canlanmasına yol açtı. Aynı şekilde, tarla sınırlarında ya da tarlanın herhangi yerlerinde bu taş yığınları, kendi tarlalarında da sıkça var olan bir durumdu. Yozgat yöresinde Geleni olarak bilinen, kahverengi tarla fareleri bu taş yığınlarının içine yuva yapardı. Olgunlaşmış buğday, arpa, yulaf, çavdar başaklarını koparıp bu yuvalara taşıyarak kışı burada geçirirlerdi. Şu an önünde duran bu taş yığınlarında da yuvalanmış olmaları mümkündü. Bu farelerden yakalayabilirse açlık sorununu çözebilirdi.

Her biri, irili ufaklı, yaklaşık bir ton taştan oluşmuş bu yığınların ikincisini de yan tarafa evirmiş olmasına karşın Geleni yuvasına rastlamamıştı. Umudu azalmış olsa da yığınları evirme kararından vazgeçmedi. Üçüncü, dördüncü yığınlarıda yana taşıdı. Beşincisinde yanılmadığı ortaya çıktı. Yığının yarısını yana evirmişti ki dort kişilik bir Geleni ailesini, soğuktan yarı uyuşmuş bir durumda yakaladı. Dinlenmeleri sırasında, sert taşlarda bilediği kasaturasını çantasından çıkartıp gelenilerin kafalarını kesti. Tekrar dere yatağına inerek gelenilerin ikisinin karnını yardı, temizledi. Çevreden topladığı çalı, çırpı ile, yanından eksik etmediği çakmak taşı ve kavı kullanarak ateş yaktı. Avını kızarttı. O an için kendisine, dünyanın en lezzetli yemeği gibi gelen bu tarla faresi kebabıyla midesine bayram ziyafeti çekti. Diğer ikisini de kızarttı. O an onları da yemek istediyse de, önündeki zamanlarda nelerle karşılaşacağını bilemediğinden, vazgeçti. Onları çıkınına koydu.

***

Hesaplarına göre içinde bulunduğu ay ekim ayı olmalıydı. Sadık yaklaşık iki aydan beri yürüyordu. Bir yığın engelle karşılaşmış, katetmeyi düşündüğü mesafeyi alamamıştı. Hedefine yaklaşmasını geciktiren en büyük engel yanlış yollara gitmiş olmasıydı. İkinci olarak da eşkiyalara yakalanma korkusuydu. Yaşadığı en büyük sıkıntı ise yiyecek bulma konusunda olmuştu. Bir yığın köstebek yuvası kazmıştı. Köstebek yerine iki defa, soğuktan yarı uyuşmuş, yılan yakalamış, onlarla doyurmuştu karnını. Kurbağa, kertenkele, çekirge, yaprak, ot kökü, ahlat bulabildiği, yakalayabildiği tüm canlı, cansız her şeyi yemek zorunda kalmıştı. Hayatta kalmanın başka bir yolu yoktu ki.

Kaputuna sarınarak büzüşüp uyuduğu kovuktan, gecenin bir yarısı uyanarak dışarı çıkan Sadık gözlerine inanamadı. Her yer beyaza kesmişti. Kar lapa, lapa yağmağa devam ediyordu. Az da olsa ortalık aydınlık görünüyordu. Rüzgâr dinmiş, kaç gündür sürüp giden dondurucu soğuk, yerini daha ılık sayılabilecek bir havaya bırakmıştı. Yerdeki kar kalınlığı yürümesini zorlaştırmadan Sadık yol almalıydı. Çantasını sırtladı, geride bir şey bırakmadığına emin olunca belirlediği yönde, hızlı adımlarla yola koyuldu.

Bir saati aşkın yürüdükten sonra kar yağışı giderek yavaşlamış, sonra da tamamen dinmişti. Yerde kar yüksekliği bir karıştan fazlaydı, ama henüz yürümesine engel oluşturmuyordu. Ortalık aydınlanmağa başlamıştı. Yine iki günden beri kursağına bir lokma bir şey girmemişti. Karların tamamen kapattığı arazide yiyecek bir şey bulabileceğini düşünmüyordu. Her ihtimale karşı matarasına kar doldurarak susuzluğa karşı önlemini aldı. Karşısına bir ev, bir köy, herhangi bir yerleşim yeri ya da bir canlı kulu çıkıncaya kadar yürümeğe karar verdi. Çorapları yırtık, pırtık olsa da postalları idare ediyordu. Yürümekte sıkıntı çekmiyordu. Gökyüzündeki bulutlar, hızla eriyip yok oluyorlardı. Güneşin doğmak üzere olduğu yöne bakarak yönünü belirledi, daha bir kararlılıkla ve umutla yürümesini sürdürdü.

Birkaç kere, kısa süreli dinlenmeleri saymazsak Sadık akşam karanlığına kadar yol aldı. Yürüyüşleri herkesin kullandığı, belli bir yol üzerinde olmuyordu. En kısa olduğunu ve yürüme kolaylığı sağlayacağını düşündüğü arazi, başkaları için olmasa da, onun için en doğru yoldu. Bu düşünce ile yaptığı yolculukların olumsuz bazı sonuçları olmuyor değildi elbet. Bir keresinde ‘en kestirme yol’ olduğunu düşünerek seçtiği bir patika, dört saati aşkın bir yürüyüşün sonunda, aşılması imkânsız kayalara toslamış, Sadık gerisin geri dönmek zorunda kalmıştı. Ama bu konuda verdiği kararlardan, daha çok fayda gördüğü kesindi. Karda yol almak, karsız arazide yol almaktan daha zor oluyordu. Karların örttüğü taşlara bastıkça dengesini kaybedip düşüyordu sık, sık. Bu yüzden aldığı yol üremiyordu. Akşam yaklaştıkça soğuk artmağa başladı. Geceyi nerede ve nasıl geçirebileceğini endişe içinde düşünüyor, bir çözüm bulamıyordu. Kafasında kara düşünceler yoğunlaşmağa başlamıştı ki şansı bir daha yüzüne güldü Sadığın. Oldukça uzak olmasına karşın, karşısındaki bir dağın eteğinde tüten baca dumanlarını görür gibi oldu. Daha yakına varıp emin olmak için adımlarını hızlandırdı. Az bir süre sonra da yanılmadığını anladı. Yaklaştıkça toprak damları karla kaplı evler belirginleşti. Birbirleriyle haberleşir gibi, biri susup öteki başlayan köpeklerin havlamaları bile Sadığa, o güne kadar duyduğu en güzel melodi gibi geldi. Köyün girişinde o güzel melodinin yaratıcıları, hiç de dost olmayan bir tavır içinde, Sadığa karşı hücuma geçmişlerdi. Sayıları yarım düzüneyi bulan bu canavarlara karşı Sadığın elinde kendini koruyabileceği bir sopası bile yoktu. Böyle durumlarda başvurabileceği, anasının öğrettiği bir yöntem geldi aklına. Olduğu yere karların üzerine çöktü. Bütün köpekler üçer, dörder adım kadar karşısına gelip durdular. Arada bir havlamanın dışında saldırmadan bekleşiyorlardı. Az sonra, herhalde havlamaları duyan bir emmi, sopasına dayanarak ve koşarak, “Hareket etme ve de sakın gorkma, geldim.” diyerek Sadığa erişti.

Çifte kanatlı avlu kapısından, ev sahibiyle birlikte içeri girdiğinde Sadık, eşikte sıralanmış ikisi çocuk, biri çocukların anası olduğu izlenimi veren orta yaşlarda teyze, ikisi de yaşlı nine ve dede’den oluşan karşılama ekibinin, üzerine çevrilmiş, meraklı bakışları ile karşılaştı. Köpeklerin, yabancı birilerini karşılamakta olduğu, anlamına gelen havlamaları, bütün bir ailenin merakını çekmiş, herkesi yerinden fırlatarak avluya taşımıştı. Sadık aile fertlerinin önlerine kadar yürüdü, herkesi gülümseyerek selamladı, büyüklerin elini öptü.

– Benim adım Sadık. Gar yolları gapadınca yolumu gaybetdim. Dün ağşamdan beri yörüyom. Burayı bulduğuma çok sevindim. Geceyi geçirecek bi yere ehdiyacım var sadece. Sizi irahatsız etmem.

Ailenin yaşlı olanı;

– İrahatsızlık ne demek deligannı, sen Taanı misafirisin. Bu gış, gıyametde seni sokakda bırakmak bize yakışmaz evladım. Benim adım Arif, bu benim garı Gulsüm. Yanındaki oğlum Hayrullah, bu gelinim, Hayrullahın garısı Senem, bunnar da torunnarım Ruşen ve Asiye.

Asiye isminin telaffuz edilmesi, Sadığın yüreğinin sızlamasına, kanadı kırık kuş gibi çırpınarak atmasına neden oldu. Yüzünün yandığını hissetti.

– Asiye. Nışannımın adı da Asiye.

– “Öyle mi? Demek nışanlısın yavrım, ne gozel.” dedi titrek sesiyle Gülsün nine. Dede Sadığı tepeden tırnağa süzdükten sonra;

– Birliğini yitirmiş bi asgere benziyon. Yoksa asger kaçağı mısın? Son zamannarda buralarda sık raslıyok onnara. Zaten ne olursan ol, bu önemli değel. Melmeketde doğru dürüs asger de galmadı, ordu da. Yıllardır fidan gibi yavrılarımız telef oldu, hala da oluyo. Cepeden bile gaçmış olsan seni gınamam çocuğum. Böyle bi havada seni dışarıda bırakacak değelikya. Buralardan birine benzedemedim, nerelisin sen deligannı?

– Yozgatdanım Arif Dede, Yozgadın bi koyünden. Birliğimden gaçmadım dede, birliğim olarakdan bi şey galmadı ortada. Memlekete dönüyodum emme gışa yakalandım buralarda.

– Olur böyle şeyler çocuğum, insanın başına her şey gelir. Bu gış gıyametde başını sokacak bi yer buldun ya sen buna şükret. Gevezeliğe daldık gapının önünde, içeri buyur demeyi unutduk. Hadi, soğukda daha fazla beklemiyek içeri girelim.

Senem Gelin dönüp kapıyı açtı, arkasına geçip kapanmaması için tuttu. Önde Arif Dede, arkasından diğerleri teker, teker içeri süzüldüler. Tezek yanan ocağın iki tarafına dizilmiş, arkalarında halı yastıkların olduğu yün minderlere, baş tarafa Arif Dede ve Gülsüm Nine olmak üzere, Sadık ve Hayrullah oturdular. Sadığın, dedeleri ve nineleri tarafından biraz şımartılmış gibi algıladığı, on yaşın altında görünen çocuklardan Ruşen ninesinin, Asiye de dedesinin kucağına oturdu.

***

Anadoluda o dönemin köy evleri birbirine çok benzerdi. Vasat bir Anadolu köy evi, hayvanların barınağı dışında, oldukça büyük tek göz bir mekândan ibaretti. Bu tek göz ev, kışları çerçeveli bir camla kapatılan, yazları çerçeve çıkartılarak açılan, tavandaki bir pencere ve yaz kış açık olan evin geniş bacasından giren ışıkla aydınlanır ve de havalanırdı. İlkbaharda, pek çok evin tavanındaki penceresinden içeri girerek, tavandaki ağaçların arasına yuvalarını yapıp yavrularını büyüten, kış gelmeden de hep birlikte, ertesi yılın baharına kadar, yuvayı ve köyü terk eden kırlangıçlar bu evlerin neşesi olurdu. Kışları ılık, yazları serin olan bu evlere, dış duvarın bir köşesinde açılmış bir kapıdan girilirdi. Kapının yer aldığı duvarın devamına yerleştirilen raflara kap, kaçak türü mutfak levazımatı, yan duvarlardan birine ‘Yüklük’ denen yatak, yorgan, karşı duvara buğday, un vb. çuvalları dizilirdi. Son duvarda, büyük bir kemerin içine yerleştirilmiş ocak ve baca bulunurdu. Bacanın iki yanındaki boşluktan birisinde, alçak bir duvar ya da çitle bölünmüş, odunluk (tezeklik), diğer yanında kiler yer alırdı. Yine evin giriş tarafının karşı köşesine kurulmuş bir dokuma tezgâhı bulunurdu. Ailenin varlık durumuna göre bu standart yapı, sadece malzemenin kalitesi ve işçiliği yönünden değişiklik gösterirdi. Bir de, fakir ailelerin bu mekânı, arayı tahta vb. paravanla ayırarak, hayvanlarıyla paylaştıkları farklı durumları olurdu. Dışarıda, evin duvarları alçaltılarak iki yandan da uzatılır, ön duvara uyarlanan, genellikle iki kanatlı bir kapı (çatalkapı) ile evin avlusu oluşturulurdu. Pek çok evde, çatalkapının üzeri dam’la örtülür, kışları bu damın üstüne, keçilerin yemesi için, yazdan biçilip kurutulmuş Çakırdikeni, Köygöçüren, Kangaldikeni gibi kışlık yemleri yığılırdı.

Arif Dedelerin evi ortalama bir köy eviydi. Bir önceki paragrafta saydıklarımızın hemen hepsi bu evde de vardı. Yapılan ve yapılması gereken günlük işler burada da Sadığın kendi evlerinde yaptıklarının benzeriydi. Nitekim, oturmalarının üzerinden yarım saat bile geçmemişti ki, Hayrullah babasına dönüp;

– “Baba ağşam olmadan ben şu damı sıyırıyım. Gar gece de yağarsa eyi olmaz.” diyerek ayağa kalktı. Sadık;

– İzin verin ben de yardım ediyim. Çokdan beri gar sıyırmadım, özlemişim valla.

Arif Dede karısına ve oğluna baktı, gülüştüler, sonra da Sadığa dönüp;

– Pekâlâ evlat, seni mi gıracağam, hadi get, beraber sıyırın. Tek sıyırgımız var, emme sende kureğinen atarsın.

Gülsüm Nine, oğluyla birlikte kapıya yönelmiş olan Sadığın ardından baktı, üzgün bir tavırla Arif Dede’ye;

– Bu Sadık eyi bi çocuğa benziyo. Evinde, ayilesinin yanında olmayı ne çok isdiyodur kimbilir. Acep ne zamandan beri evinden uzakda ki? Yozgat buruya kaç saat çeker Arif Ağa, bi malumatın var mı?

– Ne saatinden bahsediyon gadın, hafdalar, hatda aylar sürer yörüyerek gedilirse. Bu garda, gışta heç kimse, böyle bi uzun yolculuğa çıkamaz. Biz bu çocuğun getmesine izin verirsek çok böyük bi vebal yüklenmiş oluruk. Havalar düzelene gadar onu burada dutmamız gerek. Baksene, hemen işe, güce yardım etmiye soyundu. Galmıya ikna edersek belki de Hayrullah’ın tek başına yapmayı goze alamadığı işleri birlikde yapallar, ne dersin?

– Hele bi niyetini, huyunu, suyunu ağnıyak. Ona gore Hayrullahınan garar verirsiniz.

Hava bulutsuzdu. Güneş batmak üzereydi. Akşam vaktinin ayazı, eldivensiz elleri ceplerden çıkarttırmayacak kadar sertti. Damları sıyırmak için ya da başka bir nedenle dışarıda bulunan insanların kulakları, burunları elma gibi kızarmıştı. Sadık ve Hayrullah işlerini bitirip döndüklerinde henüz ortalık kararmamıştı. Ellerindeki malzemeleri hayatta, ahır kapısının arkasına bıraktılar. Hayrullah, sığırları dereye indirip sulaması gerektiğini söyledi. “İsdiyosan sen de beniminen gel” dedi Sadığa. Sadık teklifi sevinçle karşıladı. Ahıra birlikte girdiler, sığırları musullarından çözdüler. Alışık olan hayvanlar açık kapıdan sırayla çıktılar ve derenin yolunu tuttular. Kenarları karla kaplı derenin buz gibi suyundan kana, kana içtiler. Hiçbir müdahaleye gerek bırakmadan ahırlarına döndüler. Herkes kendi musulunun önüne geçip bağlanmayı beklemeğe başladılar. Hayrullah ve Sadık bir ucu musula bağlı duran ipleri, hayvanların boyunlarından geçirerek bağladılar. Hayrullah saman, kuru ot ve birer avuç arpadan oluşan akşam yemlerini musullarına döktü, ahır kapısını kapatıp, açılmaması için iple bağladı, Sadık’la eve döndüler.

Hayrullah’ın karısı Senem akşam sofrasını hazırlamakla meşgudü. Kızı Asiye de getir, götür işlerinde ona yardım ediyordu. Hayrullah kapıyı aralayıp içeri seslendi;

– Asiye, gız ırbığı doldur da avluya getir, Sadık ağbinle ellerimizi yuyacağak.

Kısa bir süre sonra Asiye, dolu ibrikle avluda hazırdı. Babası Asiye’ye, önce misafirin eline dökmesini buyurdu. Eller yıkandı. Hayrullah havlu getirmediği için Asiye’yi azarladı. Asiye elindeki ibriği bırakıp koşarak içeri girdi. Havluyu getirdiğinde ikisininde elleri artık ıslak değildi. Hayrullah Asiye’yi bir kere daha azarladı. Zavallı küçük mahcup, utanmış vaziyette başı öne eğik içeri girdi. Arif Dede ve Gülsüm Nine yerlerinden kalkmayacak şekilde, yuvarlak yer sofrası ocağın önüne kuruldu. Hep birlikte sofraya oturdular. Kuru fasulye, bulgur pilavı ve domates turşusundan oluşan yemeklerini iştahla ve afiyetle yemeğe koyuldular.

Sabah erkenden uyanıp, hacet gidermek, el yüz yıkamak üzere dışarı çıktığında Sadık gözlerine inanamadı. Yerdeki kar kalınlığı yarım metreyi aşmıştı. Hâlâ da hafif bir tempoda yağmağa devam ediyordu. Karları yara, yara dereye kadar indi. İhtiyaç gördükten sonra, derenin buz gibi suyunda ellerini yıkadı ve gerisin geriye eve döndü. Görüntü moralini hayli bozmuştu. Bu şartlarda yola çıkması imkânsızdı. Kış tam anlamıyla bastırmıştı. Bu misafirperver insanlara daha fazla yük olmak istemiyordu. Eğer bir süre daha kalacaksa onlara faydası olacak bir işlerinin ucundan tutması gerekiyordu. Bunları düşünürken, sıkıntıdan adeta ateş basıyordu vücudunu.

Eve dönüp içeri girdiğinde çocuklar dışında herkes kalkmıştı. Arif Dede ile Gülsüm Nine ocağın başında karşılıklı oturmuşlardı. Ocağın üzerindeki kapaklı kazanın içinde ne varsa, Gülsüm Nine, bir an önce kaynasın diye altındaki ateşi eşeliyor, tezek parçalarıyla besliyordu. Arif Dede Sadığın kapıdan girdiğini görünce;

– Gel Sadık evladım. Galiba gece boyunca gar yağmış. Yollar hepden gapanmışdır. Sen gayli bizim oğlumuzsun. Heç bi yere gidemen. Gel otur şöyle. Dışarı soğuk mu? Üşüdüysen şöyle ataşın yakınına gel.

– Sağolasın Arif Dede. Dediğin gibi gar gece boyunca yağmış, ne yol bırakmış, ne iz.

Gülsüm Nine kazanın kapağını açtı, çömçeyle içindekini karıştırdı, tekrar kapatıp çömçeyi kapağın üzerine yerleştirdi, Sadığa dönerek;

– İrahat uyuyabildin mi Sadık evladım? İşallah yerini yadırgamadın. Gelin, ocağa duğurcük aşı goydu. Birezden bişer. Yerik hep beraber, içimiz ısınır. Gışın buralarda gar çok olur. Bu yıl erken yağdı. Bıldır, zahmeriye (zemheri) gadar gar gormediydik. Allahan hekmeti, suval olunmaz ki.

Hayrullah elinde teneke bir kutu ile ocak başına kadar geldi;

– “Sadık hayvannarı yemliyeceğem. Beniminen gel, sana bi şey gosdereceğem ve de fikir danışacağam. Hadi şindi ahıra gidek.” diyerek Sadığı kaldırdı, Arif dedenin ve ninenin meraklı bakışları altında kapıya yöneldiler.

Ahırda, yem saatini hiç şaşırmayan hayvanların bakışları Hayrullah’ın üzerindeydi. Hayrullah, içinde arpa olan, teneke kutuyu bir kenara bıraktı, köşede yığılı duran samandan bir çuval doldurdu, sırayla hayvanların musullarına dağıttı. Hiçbiri samana ağzını bile sürmedi. Ne zaman ki üzerlerine ikişer avuç arpayı döküp karıştırdı, büyük bir iştahla yeme saldırdılar. Hayvanlar karınlarını doyururken Hayrullah Sadığa, hayvanların altına kadar yayılmış samanları göstererek;

– Samanın, böyle yayılarak hayvan bokuna garışması gafama dakılıyo. Ahırın uygun bi koşesine iki duvar örüyüm, bi de ufak gapı yapıyım samannığı ahırdan ayırıyım diyom. Emme yerine garar veremiyom. Sence hangi koşe daha uygun olur? Bana bi akıl ver.

– Vallaha ne desem bilmiyom ki. İki tarafa da yapılır da, daha irahat hareket etmek bakımından şu sağ koşe daha münasıp gibi duruyo bence.

– Ben de öyle düşünüyom. Samanı ordan alıp yemlemek daha golay olur, haklısın, doğru diyon Sadık. Duvar için daş avluda hazır bekliyo. İlk fırsatda yapacağam bunu.

– Birlikde yapak. Ben duvar işinden birez ağnarım. Bi gunde yapıp bitiririk.

– Bakalım. Şu avludaki gar bi erisin. Daş, toprak ortaya çıksın hele, gerisi golay.

Ahırdan döndüklerinde kahvaltı sofrası hazırdı. Geçip, kendilerine ayrılmış yerlere oturdular.
Üzerine, eritilerek dökülmüş bol tereyağlı düğürcük çorbası nefis kokuyordu. Hele yanında bir de çömlek peyniri vardı ki, Sadık çok uzun zamandır böyle lezzetli bir kahvaltı etmemişti. Böyle mükellef bir sofranın her sabah kurulmadığını, bunun kendisine, yani misafire karşı bir sevgi, saygı ifadesi olduğunu düşündü. Anadolu insanının gönül zenginliğini, alicenaplığını, misafirperverliğini düşündü. İster istemez, baskınlar yaparak kadın, kız, çocuk, ihtiyar demeden, Ermenilere reva görülen hunharlıkları hatırladı. O mezalimi yapanlar da bu ülkenin insanlarıydı. Bu kadar yüce gönüllü, sevgi dolu, dost insanlar nasıl öyle bir canavara da dönüşebiliyorlardı? Onlar farklı bir dünyanın insanları mıydı yoksa? Görevini bırakıp kaçtıktan sonra geride kalan ihtiyar, kadın ve çocuklara ne olmuştu acaba? Saldırılar devam ediyor muydu? Ne yeyip ne içiyorlardı? Birçoğu için ölüm kurtuluş olmalıydı. Bu sorulara kafasında ve yüreğinde bir yanıt bulamıyordu. Gülsüm Nine’nin;

-Sadık çocuğum çok dalgın gorünüyon, melmeketi mi düşünüyon? Gaç zaman oldu evden çıkalı? Ayilenden, nışannından heç haber aldığın oldu mu?
– Nerdeyse altı yılı geride bırakdım Guslüm nene. Ayrıldıkdan bi ay soğna bi mekdup aldım, başga ne bi mekdup, ne bi haber aldım.

– “Allahdan umut kesilmez evladım. Gun gelir sevdiklerine de gavuşursun. Sabır, sabır her şeyin ilacıdır. Bunarı düşünme. Garnını eyi doyur. Kayfeltiden soğna Hayrullahınan çıkıp bi daha sıyırın şu damın garını.” diyerek konuyu değiştirdi Arif Dede.

Sofradan kalkmağa yakın, çocuklarda uyandı, kalkıp giyindiler. Senem Bacı çocuklara;

– Hadi çocuklar, sofrayı toplamadan, ellerinizi yuyup sofraya oturun. Toplarsam öğlenece aç galırsınız, ağnadınız mı? Benim daha bi sürü işim, gucüm var, keyfinizi bekliyemem.

Çocukların sofraya oturmaları uzun sürmedi. Ruşen’in kardeşine karşı hükümran ve şımarık davranışları yüzünden hırgür, itiş kakış içinde yemeklerini bitirdiler. Dışarı çıkıp karda oynamak isteyince, anneleri sıkıca giydirdi, biraz da ayak altından çekilsinler diye, başından savmak için dışarıda oynamalarına izin verdi.

Damın karını sıyırırlarken Sadık merak ettiği, kafasına takılan bir şeyi Hayrullah’a sormadan edemedi;

– Hayrullah Abi, asgerliği sağ salim nasıl bitirebildin? Yani gazasız, belasız terhis olabildiysen çok şanslısın demekdir vallaha.

– Ben yaşamıyom ki Sadık. İresmen ölüyüm. ‘Bu nasıl olur’ diyeceğeni biliyom. Ağnadıyım yiğenim: Balkannarda Sırplarla şavaşıyok. Duşman bizden iki gat daha guçlü. Takviye alamıyok, cepanemiz desen bitdi bitecek. Bi bakdım, bölük gumandanımız vuruldu. Zaten o zamana gadar bölüğün yarıdan fazlası şehit düşdüydü. Başçavış geri çekilme emri verdi. Bölüğün kalan erlerinden yarıdan fazlası da bu geri çekilme sırasında vuruldu. Ben de omzumdan vuruldum, bi çukura gapaklandım. Duşman asgerleri üsdümüzden böyük bi gürültü, patırtıynan geçdi. Geri çekilen bizim bölüğün peşinden giderken, ırasladıkları yaralıların gafasına bi gurşun sıkarak ilerlemişler. Birisi ayağıynan beni sırtüstü çevirdi. Ben ölü taklidi yapdım. Bi dekme savırdı, çekip getdi. Gece yarısınaca orda öyle yatdım. Yaram çok kotü değelidi. Mendilimi basdım, ganamayı durdurdum. El, ayak eyice çekildikden soğna kalkdım yörüdüm. Eve gadar nasıl gediğimi ağnatsam akşama da bitiremem. Velhasıl ben eve gelmeden ölüm haberim gelmiş. Şubeden, o savaşda şehit düşdüğüme dair bi evrak getirip babama teslim etmişler. Bu olaydan iki ay sona eve ulaştım. Beni garşılarında görünce evdekilerin suratını bi goreceğedin. Babam da, anam da tıpgı hortlak gormüş gibi nerdeyse dabannarı yağlayıp gaçıyolarıdı. Aklıma geldikce, o hallarına hâlâ gulerim. Neyise, ağnıyacağın ben bi ölüyüm. İki yıl önce bi tarlanın sınırı meselesinden, Çolak Şahan’ı dövdüydüm. Gafasını yarmışım, beni gadıya şikâyet etmiş. Gadı’nın garşısına çıktım. Gadı efendi, “Sen bu gayıtlara gore ölüsün” dedi, davayı düşürdü eyi mi!

– Vallaha Hayrullah Ağam, senin durumun hemi eyi, hemi de kotü gibi. Neyse, işallah bu yüzden başın belaya girmez.

– Girse de, girmese de benim yapacağam bi sey yok. Şindilik işime de yarıyo doğrusu.

Arif Dede’lerdeki misafirliğinin üçüncü gününü de tamamlamıştı Sadık. Ara ara yağan karla yollar iyice kapanmıştı. Kimsenin köyden dışarı adım attığı yoktu. Dördüncü günün sabahı köyün hases’si kapı kapı dolaşarak yukarı mahalleden, bir süredir hasta olan, Cennet Kadın’ın vefatını duyurdu. Arif Dede haberi duyunca,

– “Şu aksiliklere bakın siz, hepisi üsdüsde geldi. Bu garda, gışta vallahi de, billahi de olacak şey değel yahu.” diyerek, kızgınlığını ve şaşkınlığını belirtiyordu. Sadık, Arif Dede’nin tavrını merak edip sordu;

– Hayrola Arif Dede, niye gızdın ki? Beklenmedik bi ölüm müydü yoğsa?

– Ona gızmadım evladım. Allahın hekmetinden sual olunmaz emme, Cennet gadın durdu durdu da bu gunü buldu. Sen gelmeden bi hafta evel koyün imamı bi kızınan gaçtı. Gızı, Alahan emriynen isdetdi. Dedesinin imamla arası birez açıkdı. Gızı vermedi. “Ben torunumu bu adama vermem de vermem” deyi dutdurduydu. İmam da gaçırdı gızı. Daha on beş gun olmadı, gızı alıp gayıplara garıştı. Bıldır garısını gaybetdiydi. Senin ağnıyacağan, şu an koyde cenazeyi defnedecek bi hoca yok. En yakın koy buruya iki saat çeker. Bu gar, gışda kimse başga bi koyden imam bulup getiremez de. N’olacak şindi. Gadıncağazı mındar mı gondereceğek ahiretine? Gızgınlığım birez bundandır.

– Koyde cenazeyi galdıracak başga kimse yok mu yani dede?

– Ne gezer evladım, koyde bi gaç dene, yerinden bile galkamıyan ehdiyardan başga adam mı kaldı ki?

Sadık, bir cenazenin defin merasimini eksiksiz biliyordu. Bunu kendisinin yapabileceğini söylese miydi aceba? Kimdir, necidir bilmedikleri bir yabancıya cenazelerini teslim etmeyebilirlerdi. İş yapayım derken başına iş açmış olabilirdi. En iyisi bekleyip gelişmeleri izlemekti.

Üç gün geçmiş olmasına karşın cenaze kaldırılamamıştı. En yakın komşu köyden imam getirmek için, bir metreye yaklaşmış olan ve ara ara yağmayı sürdüren karın durması bekleniyordu. Sadık da köylüler gibi durumdan rahatsızlık duymağa başlamıştı. Sonunda dayanamadı;

– Eğer siz ve ölü sahipleri uygun gorürseniz cenazeyi ben galdırabilirim. Birez hocalığım var.

– Esah mı diyon Sadık çocuğum? Uygun gormek de ne demek? Korün aradığı bi göz, Allah verdi… Bu haberi Hayrullah hemen ölü evine iletsin. Zavallı Cennet gadının uruhu işgenceden, taciz edilmekden bir an evel gurtulsun. Asiye, gızım şu babanı bana bi çığır bakıyım. Oyalanmasın hemen buruya gelsin.

Ahırda, hayvanların altını süpüren Hayrullah beş dakika sonra babasının karşısındaydı. Arif Dede durumu oğluna açıkladıktan sonra;

– Guş gibi ölü evine get, ve onnara de ki, misafirimizin çok guvatlı bi hoca olduğunu, cenazeyi usulüne uygun olarak defnedeceğeni söyle. Boş yere daha fazla bekledip zavallı Cennetin uruhunu da, bedenini de örselemesinler. Hadi evladım vakıt gaybetme.

Ertesi gün öyle vakti Sadık, Hayrullahla birlikte cenaze evine gittiler. Sadık yapılması gerekenleri anlattı. Cenazeyi camiye taşımalarını, Musalla taşının yakınında ateş yakıp bir kazan su ısıtmalarını, ölüyü yıkayacak olan hanımın abdest alıp orda hazır bulunmasını söyledi. İnsanlara, cenazenin ikindi vakti camide namazı kılınarak defnedileceğinin duyurulmasını istedi. Cenaze evinde bulunan akraba, eş, dost Sadığın çocuksu görünümüne bakarak önce inanamadılar. Fakat Arif Dede söylemişse bunun doğru olduğundan da şüphe etmediler. Aralarında iş taksimi yaparak, Sadığın talimatlarını karşılamağa koyuldular

Cenaze, köylülerin umduğundan daha güzel, sade ve usulüne uygun olarak defnedilmişti. Cenazeye katılan kadın, erkek pek çok kimse bu genç adamın maharetine, bilgisine hayran kaldı. Cenaze merasiminden sonra, aralarında kümeleşerek, neler konuştuklarını Sadık bimiyordu doğal olarak. Akşam vakti, köyün ileri gelenlerinden üç kişinin Arif Dede’yi ziyareti ile durum aydınlığa kavuştu. Köylüler, Sadığın imam olarak köyde kalmasını istiyorlardı. Arif Dedenin fikrini aldıktan sonra bu teklifi Sadığa sunmağa gelmişlerdi. Arif Dede, gelenlerden Sadığın cenaze merasimini yönetmedeki başarısını dinledikçe göğsü kabardı, gurur duydu misafiriyle. İmamlık meselesine gelince, olaya temkinli yaklaşmak gerektiğini hissediyordu.

Sadık, kendisine yapılan bu tekliften dolayı kendine güveni artmış, mutlu olmuştu olmasına da bir an önce memlekete gitmesi gerektiğini de aklından çıkartamıyordu. Adamlara ne yanıt vereceğini bilemedi. “Olmaz bu” diye kestirip atarak onları üzmek de istemiyordu.

– Ağalar, benim bi an evel getmem gerek. Burada galıcı değelim. Bana münasıp gordüğünüz imamlık rübbesi beni çok gururlandırdı. Bu benim için çok böyük bi paye. Guveninizi boşa çıkarmamayı çok isderim. Emme bu benin için çok zor olur. Beni bağaşlayın n’olur.

Heyetten biri;

– Hoca efendi oğlum, bu gar gışda yola çıkman zaten mümkün değel ki, heç olmazsa yollar açılana gadar yani burada galdığın süre içinde imamımız ol. Seni çok irahat etdiririk. Evini, barkını aratmazık. Bize “he” de irahatlıyak.

Sadık, Arif Dede’nin yüzüne baktı, gülümseyerek yaptığı göz işaretiyle onun da adamlar gibi düşündüğünü anladı. Adamlara dönerek saygılı bir tavır içinde;

– “O zaman bana yarına gadar müsaade edin, enine boyuna bi düşünüyüm. Arif Dedeyinen de bi gonuşuyum, size yarın bi cevap veriyim, olur mu emmilerim?” diyerek görüşmeyi sonlandırdı. Adamlar Sadığın kararını sabırsızlıkla bekleyeceklerini söyleyerek ayrıldılar.

Akşam sofrasından sonra Arif Dede konuyu yeniden açtı. Bu koşullarda gitmeğe kalkışmasının çok saçma ve anlamsız olacağını söyledi. Gitmeğe kalkışsa bile kesinlikle bırakmıyacağını, böyle bir vebali asla yüklenmek istemediğini söyledi.

– “Daha gışın başında olduğumuza bakılırsa, bu garın eririyip de yolların açılmasının aylar süreceğe apaçık ortada. Onun uçun ben de doğrusu, koylünün teklifini gabul edip gışı burada geçirmenin en doğru garar olacağanı düşünüyom. Bence doğru olan bu. Eyi düşün, gararını ona gore ver çocuğum.” diyerek kendi görüşünü ortaya koymuş oldu.

Sadığın çok da fazla düşünmesi gerekmiyordu. Arif Dedelerde misafir olarak daha fazla kalamazdı. Yolların açılması uzun sürebilirdi. O zaman ne yüzle misafirliğini sürdürecekti ki? Madem imam olmasını istiyorlardı, yapacağı hizmetin karşılığında, göğsünü gere, gere köyde barınabilecek, kışı çıkartabilecekti. Kendisine kalabileceği bir yer, işlerine yardım edecek bir kadın bulacaklarını söylemişlerdi zaten. Kimseye müdanesi olmayacaktı. Böylece bahara kadar bile, köyün imamı olarak, sıkıntı çekmeden hayatını sürdürebilecekti. O zamana kadar kimbilir, belki yeni bir imam da bulmuş olurlardı. Arif Dede’ye;

– Dedeciğim, sence ben bu imamlık işinin altından galkabilir miyim? sen gerçekden benim imamlık yapmamı isdiyon mu? Sence galmalı mıyım? Ben daha evel heç imamlık yapmadım. Ya üsdesinden gelemeyip çuvallarsam? O zaman bu koyün insanlarını yüzüne nasıl bakarım? Sence haksız mıyım?

– Bunda yapamıyacak ne var ki çocuğum? Gunde beş vakıt ezen okuyup namaz gıldıracağan. Cumalar dışında burada namaza camiye giden üç, dört gişiyi geçmez zaten. İrahat edersin, heç tasalanma. Hemi biz varık yanında. Bi müşgulün olursa bizi arkanda bil.

– Teklifi gabul etmemeyi düşünüyodum emme size daha fazla yük olmak isdemiyom gayrı. Gidemiyom da. Gabul etmekden başga çarem yok galiba. Ne deyim, gısmetimde, alın yazımda bu da varımış.

– Ha şöyle evlat. Heç pişman olmıyacağan, goreceksin, her şey düşündüğünden daha eyi olacak. Benim de içimi ferahlatdın. Hasese haber ver Hayrullah. Sadığın koyün imamı olmayı gabul etdiğini herkese duyursun. Artık Sohulu koyünün yeni bi imamı var. Koyde ezen sesi daha fazla susmuyacak.

-Tamam baba, ben şindi Selim’i bulur haberi duyurmasını söylerim, meraklanma.

Sadığı, eski imamın terk edip gittiği evi temizleyerek oraya yerleştirdiler. Ev, küçük bir avlusu olan, büyükçe bir odadan ibaretti. Odanın, girişte sağ yanı tahta bir çitle ayrılmış, imamın tek varlığı olan boz bir erkek eşek için ahır haline getirilmişti. İmamın köyde bir akrabası olmayınca eşeği de Sadığın hizmetine verdiler. Ayrıca, giden imamın işlerine bakan, kırk beş, elli yaşlarında, kocası askerden dönmemiş, kimsesi olmayan Dudu adındaki kadına Sadığın işlerine bakma görevi verildi. Evde Sadığın gereksinim duyabileceği her şey vardı. Arif dedenin emri üzerine de Sadığın kullanacağı yorgan yüzü, yastık yüzü, çarşaf, tencere, tava, bardak, çanak ne varsa pırırl, pırıl yıkandı, yerleştirildi. Ev baştan aşağı silip süpürüldü. Ahırın bir köşesinde kışlık odun, tezek, ateşi tutuşturmak için çalı vardı. Kışı çıkartacak kadar olmasa da bir süre idare ederdi. Yakacakların yanında iki çuval saman ve yarım çuval arpa da boz oğlanın kışlık nafakası olmalıydı. Sadık, eşeğe Bozoğlan adının yakışacağını düşündü. Öyle demeye karar verdi. Bu ismi Arif Dede ve ötekiler de benimsedi.

Sadık her sabah ışımadan uyanıyor, yıkanıp, giyinip camiye gidiyordu. Ezanı okuduktan kısa bir süre sonra camiye gelen Raşit Ağa ve Abdullah Ağa ile sabah namazlarını kılıyor sonra bir köşeye çekiliyor, birisi Kuran-ı Kerim olmak üzere, camideki dört kitaptan ‘İlmihal’ kitabını alıp birkaç sayfa okuyordu. İslamiyetle ilgili bilmediği çok şeyin olduğunu, bazı bildiklerinin yanlış olduğunu bu kitaptan öğreniyordu. Ayrıca öğrendikleri bilgilerin Cuma hutbelerini hazırlarken çok faydası olduğunu fark etti. Cuma namazları dışındaki beş vakit namazlara köylü pek ilgi duymuyordu. Dört kişiyle birlikte namaz kıldırdığı gün sayısı, hiçbir zaman iki elin parmak sayısını geçmedi. Sadece Cuma namazında cemaati otuz, kırk kişiyi buluyordu. Bu durum Sadık için bir sorun değildi. O görevini eksiksiz yerine getirmek için elinden geleni yapıyordu. Köylü de bunun farkındaydı ve imamları olduğu için onunla gurur duyuyorlardı. Sık sık ölüm yıldönümlerinde geçmişleri için kuran okumasını istiyorlar, bunu gerçekleştirdiği zaman, Sadık kabul etmek istemese de, ona hediyeler getiriyorlardı.

Sadık, askere alındığı beş yılı aşkın bir süreden beri, ilk kez böyle rahat bir ortamda hayatını sürdürüyordu. Yaptığı işin hiçbir yoruculuğu yoktu. Hatta, başkalarının nezdinde bir işe yarıyor olmaktan ilk kez bir haz duyuyordu. Köyde okuma yazma bilen bir kişi vardı Sadığın dışında. Çopur Hamdi. Hamdi’nin babası vakti zamanında köyün en varlıklısıymış. Hamdi’yi kasabadaki arkadaşının yanına yollamış, altı yıl o kasabadaki medreseye gitmesini sağlamış. Böylece köyün tek okuma yazma bilen kişisi ünvanını kazanmıştı. Bütün asker mektuplarını okur, köye gelen resmi tebligatları okuyup cevaplardı. Zaten, askerlik yapamaz raporu alarak köye döndüğünden beri köyün muhtarlığını da Çopur Hamdi yapıyordu. Bütün bunlara karşılık dini bilgisi imamlık yapmasına yetecek düzeyde değildi. Kırk yaşlarında olmasına karşın, savaşta kalçasına aldığı kurşun yüzünden topallıyor, ancak bastonla yürüyebiliyordu. Köylünün, sözüne itibar ettiği kişilerden biriydi Çopur Hamdi. Ara sıra camiye namaza geliyordu. Her namazdan sonra Sadığın yanına gelir, hâl hatır sorar, her ne konuda olursa olsun bir ihtiyacı, bir sıkıntısı olduğunda mutlaka kendisine duyurmasını tembihlerdi. Sonra da Sadığı evine yemeğe davet ederdi. Bir keresinde Sadık, Çopur Hamdi’yi kırmamak için davetini kabul etmişti. Yemekten sonra yatsı namazına kadar sohbet etmişlerdi. Hamdi tam tamına iki sene üç ay askerlik yapmıştı. Bunun bir sene bir ayı çavuşlukta geçmişti. Çarpışmalarda gösterdiği üstün başarılar sonucu, kumandanının kendisine verdiği bu rütbeden dolayı çok gurur duyuyordu. Çok iyi nışancıydı. Namaz vaktine kadar tüm askerlik anılarını ve sonunda nasıl yaralanıp çürüğe çıkarıldığını anlatmıştı. Sonra da birlikte kalkıp yatsı namazı için camiye gitmişlerdi.

Köylüler Sadığı sık sık evlerine yemeğe çağırsalar da Sadık bu davetleri çeşitli bahanelerle geri çeviriyordu. Bununla birlikte hemen her gün, sanki aralarında anlaşıp sıraya koymuşlar gibi, Sadığın evine yemek getiriyorlardı. Sadık bazen Dudu teyzenin yaptığı yemeği yiyecek fırsatı bulamıyor, sonunda yemek Bozoğlana kısmet oluyordu. Karşılaştığı köylülere de, her hafta evlerine uğradığı Arif Dede ve Gülsüm Nine’ye de kendisine yemek getirmemelerini, buna gerek olmadığını anlatmağa çalışıyor, ama laf dinletemiyordu. Getirdikleri yemekler aynı gibiydi; bulgur pilavı ile turşu, kuru fasülye yanında turşu ya da kuru soğan, yoğurt-pekmez’den oluşan ikililer oluyordu. Köylünün sabah kahvaltısı ise çökelek ya da peynir eşliğinde bir çorbadan ibaretti. Fazladan pişirilen bir tas çorbanın veya bir sahan yemeğin onlar açısından bir değeri harbiyesi olmadığından Sadığa yemek göndermekten bir türlü vazgeçmiyorlardı.

Aralık ayının sonlarına doğru, yetmiş yaşına ulaşabilmeyi başarmış, nadir ve şanslı bir nine olarak, köylülerin atmıştan sonraki yıllarını hayranlık ve gıpta ile izledikleri Emine Nine hakkın rahmetine kavuştu. Emine Nine dördü kız, ikisi oğlan olan altı çocuk anası bir kadındı. Oğullarından küçük olanı yedi sene önce gittiği askerden geri dönememişti. Diğeri ise çopur hamdiydi. Anasına çok düşkün olan Çopur dörtdörtlük bir cenaze töreni yapılmasını çok istiyordu. Aralık ayının o günleri de yağışsız ve ılık geçiyordu. Damlarda, avlularda kar kalmamıştı. Hamdi komşu köylerdeki akraba ve dostlarına, cenaze törenine katılmaları halinde bundan çok mutlu olacağı haberini yolladı. Böylece komşu köylerden pek çok insanı cenazeye çağırmış oldu. Emine nine çarşamba günü yatsı ezanından biraz sonra ruhunu teslim etmişti. Cenazeyi Cuma namazından sonra defnetmeğe karar verdiler. Perşembe gününün taziye ziyaretleriyle geçirilmesi uygun görüldü.

Sadığın ilmihal kitabından öğrendiği yeni bilgilerle zenginleştirmeye gayret ettiği cenaze merasimi, cenaze namazından iki saat kadar önce başlamıştı. Sadığın ve komşu köyden gelen bir başka imamın, sırayla okudukları dua ve ayetler eşliğinde cenaze yıkandı, omuzlarda taşınan tabut, tekbirlerle camiye getirildi. Caminin önü, Sokulu Köyü’nün o güne kadar hiç görmediği bir kalabalığa tanık oluyordu. Bir saygı davranışı olacağını düşünen Sadık, kendisinden hayli yaşlı olduğu açık seçik belli olan konuk imamın, cenaze namazını kıldırmasının daha uygun olacağını düşünüyordu. Bu fikrini Çopur Hamdi’ye söyledi. Öneri kabul gördü. Sadık ezan okudu, kadınlar ve bir miktar erkek çocuklar dışında cemaat Cuma namazını konuk hocanın imamlığında kıldılar. Arkasından cenaze namazı kılındı. Yine, imamların sırayla okudukları dualar ve arkalarından gelen, tabuta omuz vermek için adeta birbiriyle yarışan kalabalığın, tekbir! nidalarıyla, yaklaşık yirmi dakika süren bir yürüyüşün sonunda mezarlığa ulaşıldı. Ceset önceden hazırlanmış olan kabrine özenle konuldu. Kapak taşlarıyla üzeri örtüldü. Taşların üzerine önce çamur, sonra da toprak yığıldı, mezar kapatıldı. İmamlar sırayla Kuran’dan ayetler okudular. Büyükçe bir kazandan, cemaate maşrapayla pekmez şerbeti ikram edildi. İmamlar ve Çopur Hamdi bir süre daha mezarlıkta kaldılar. Sonra da, biraz gec kalmış olsalar da, hazırlatılan öyle yemeği için Çopur Hamdi’nin evinin yolunu tuttular.

Çopur Hamdi’nin avlusunda on beş kadar yer sofrası kurulmuştu. Yuvarlak yer sofralarının her birinde sekiz ile on civarında cemaat ehli yer alıyordu. Sadığın oturduğu sofrada konuk imam, Arif Dede, köyden üç kişi ve diğerleri konuklardan oluşan on kişi vardı. Konuk imam Sadığa nereli olduğunu, imamlık mesleğini daha önce yapıp yapmadığını, Sokulu’da ne kadar kalmayı düşündüğünü sordu. Sadık Yozgatlı olduğunu, burada bahara kadar kalabileceğini söyledi. Aynı masada oturan konuklardan, adının Şehmuz olduğunu söyleyen biri Sadığın Yozgatlı olduğunu duyunca heyecanla Sadığa dönüp;

– “Yozgadın neresindensin hocam?” diye sordu merakla.
– Yozgadın içi sayılır, şehere yörüyerek bi saate galmaz varırsın. Koyümüzün adı Koçeğin Komü. Yozgadın doğusu düşer.

– Deme be hocam, o koy bi gızılbaş koyüdür. Ben üç yıldır yazları İrecepli koyünde çobannık yapıyom. Koyünüzü çok yakından tanırım.

Masadaki herkes şaşkın ve hayret içinde Sadığa çevirdi bakışlarını. Sadık morardığını hisseti. Bozuntuya vermek istemedi. Toparlanıp, soğukkanlı bir tavırla;

– Doğru dedin, koyümüz bi alevi koyüdür. Biz kimseyi alevi, sünnü deyi ayırmak. İnsan olsun yeter bizim için. İnsannıkdan nasip almamışısa isderse peygamber soyu olsun bizim nazarımızda bi değeri olmaz.

Sadığın bu sözlerine karşın masada buz gibi bir hava esti. Masada oluşan gergin havayı ve sessizliği Arif Dede bozdu.

– Burada kimsenin seceresini ortaya çıkarıp gabahat yaratmak, suçlu yaratmak gibi bi amacımız da, gorevimiz de yokdur, olmamalıdır çocuklar. Bunu yapmak, aramıza nifak sokmakdan başka bi şey olmaz. Senelerdir ekilen bu nifak tohomları yüzünden melmeketimizin ne hallara düşdüğünü içinizde bilmiyeniniz var mı? Hani nerde şindi asırlardır acılarımızı, tasalarımızı, sevinçlerimizi birlikte paylaşdığımız Ermeni arkadaşlarımız, ahbaplarımız, komşularımız? Hep bu nifak yüzünden hemi gendi evlatlarımızı, hemi de onları gaybettik. Gızılbaş yakışdırmasını Aleviler hakaret sayar. Onun için Sehmuz oğlumun bu tarz hitabı çok hatalı oldu. Alevisi de, sünnüsü de bu melmekedin öz evladıdır. Duşmana garşı Osmannı topraklarını hep birlikde müdafa ediyok. Sadık oğlumun dediği gibi önemli olan insan olmak. İnsan olamadıkdan soğna hangi milletden, hangi dinden, mesepden olursan ol, heç önemi yok.
Arif Dede’nin sözlerinden sonra Şehmuz, yanlış anlaşıldığını, kötü niyetle söylemediğini anlatmağa çalıştı. Masadan, yine de buruk ve soğuk bir havanın etkisinde kalkıldı.

Sadığın Alevi olduğu köyde hemen yayıldı. Duyan şaşkınlığını gizleyemiyor, böyle bir şeyin akıllarından hiç geçmediğini söylüyorlardı. Kısa sürede köylü ikiye bölündü: bir kısım, Sadığın imamlık yapmasının caiz olamayacağını ileri sürüyor, Sadığın İmamlıktan derhal alınmasını istiyordu. İmamlık teklif edildiğinde, kendisinin Kızılbaş olduğunu söylemediği için, onun bir sahtekâr olduğunu söyleyenler bile vardı. Onun arkasında kılanan namazın fasıh olduğunu iddia ediyorlardı. Diğer kesim ise Alevi de olsa onun Müslüman sayılması gerektiğini, bir Müslüman olarak yetiştirilmiş olduğunu, o güne kadar bir hatasının görülmediğini söylüyor, görevine devam etmesi gerektiğini savunuyorlardı. Köydeki bu tartışmaların Sadığın kulağına kadar ulaşması gecikmedi. Sadığa arka çıkan gurubun başında Arif Dede geliyordu. Karşı fikri savunanları akıldan, mantıktan yoksun, şartlanmış, kulaktan dolma bilgilere inanan, cahil kimseler olarak nitelendiriyordu. Yapılmak istenen şeyin tam bir ayrımcılık olduğunu, bunun sonuçlarının memleketi bu hallere düşürdüğünü söylüyordu. “Koylü isder kabul etsin, isder etmesin, ben Sadık oğlumun arkasında namazımı gılmaya, orucumu dutmağa devam edeceğem.” diyordu.

Kış ayları köylünün en az işi olduğu aylardır. Sadece hayvanların yemlenmesi, sulanması ve altlarının temizlenmesi işi vardır. Bir de, kar yağdığı zaman, damlardaki karın kürünmesi ile avluda biriken karların dışarı atılması işi. Bu nedenle oldukça fazla boş zamana sahiptirler. Bu boş zamanlarını da cami avlusunda, köy odasında, komşu evlerde bir araya gelerek sohbetlerle, çekişme ve atışmalarla geçirirler. Uzun yıllardan beri bu sohbetlerin en önemli konusu, Osmanlının hal ve gidişi, şavaşları, bu savaşların bitip bitmeyeceği olmaktaydı. Ne zaman erkek çocuklarını artık Osmanlının, sonu hiç gelmeyen savaşları için değil de, kendileri için, ailenin bekası için doğurup, besleyip büyütebileceklerini tartışırlardı. Bu konuda her ailenin içinde kanayan bir yarası mutlaka vardı. Her dert, her sıkıntı, her acı unutulabiliyordu da, zorunlu askerlik hizmeti deyip evlerinden, analarından, sevgililerinden, çoğu birkaç aylık taze gelin olan eşlerinden kopartılarak götürülen gencecik yiğitlerin geri dönmeyişleri ve ölüm haberleri bir türlü unutulamıyordu. Acılı ailelerin sayısı arttıkça devlete saygı, bağlılık, güven azalıyor, öfke, kızgınlık içten içe büyüyordu. Köylüler bu ve benzeri konuları konuşmaktan, tartışmaktan artık eskiden olduğu gibi çekinmiyorlardı. Osmanlının, artık kendilerini esenliğe çıkarkarabileceği umudunu tümden kaybetmişlerdi. Özellikle kadınlar, hayatın yükünü taşımakta zorlanır olmuşlardı. Neredeyse Anadolunun bütün köyleri, kasabaları bu duyguları paylaşıyordu.

Şubat ayında kar yağışları yeniden artmış, yollar yine kapanmıştı. Sadığın Sokulu köyünde rahatı ve huzuru iyice bozulmuştu. Hiçbir kabahati olmasa da, nedenini kendisinin de bilmediği, bir suçluluk duygusu vardı içinde. Uzun süre bu böyle devam edemezdi. Bir an önce köyden ayrılmak istiyordu. O bunu istedikçe, sanki gizli bir güç, buna engel olmak için çaba harcıyor gibiydi. Yollardaki kar kalınlığı her gün biraz daha artıyor, köyden ayrılmayı olanaksız duruma getiriyordu. Bir haftadan beri giderek şiddetini artıran tipi kapıdan dışarı adım atmağa izin vermiyordu. O güne kadar büyük bir şevk ve heyecanla sürdürdüğü imamlık, omuzlarında kaldıramayacağı bir yük haline gelmişti. Camiye gitmek, ezan okumak, namaz kıldırmak, kılmak haddinden fazla sıkıntı veriyordu. Karın yolları kapattığı, tipinin göz açtırmadığı son hafta camiye gelen bir cemaat de olmamıştı zaten. O hafta Sadık sadece bir kez Arif Dede’ye uğradı, elini öptü. Ona, yollar izin verir vermez gitmek istediğini söyledi. Kendisi yüzünden köyün huzurunun bozulmasını istemediğini anlattı. Arif Dede, her şeyin farkında olduğunu, huzursuz olmakta çok haklı olduğunu, sabır göstermesi gerektiğini anlattı.

Cahil insanlara laf atlatmanın ne kadar zor olduğunu anlattı. Olanların, geçmişte yobaz, bilgisiz, zırcahil hocaların halkı yanlış, düzmece bilgilerle yönlendirmesinin eseri olduğunu anlattı. Sadığı rahatlatmağa yönelik başka şeylerde söyledi. Durumdan kendisinin de çok rahatsız olduğunu ve üzüldüğünü anlattı.

Arif Dede’yle konuşmak, her zaman olduğu gibi Sadığa iyi gelmişti. Evden ayrılırken bir miktar rahatladığını duyumsadı. Arif Dede, yörede kışların Nisan ayı ortalarına kadar sürdüğünü, o zaman gelmeden köyden ayrılmasının doğru olmayacağını söylemişti ısrarla.

– “Buraların gışına guvenilmez evlat, bi bakarsın gunnük guneşlik, bi de bakmışın her şey tersine dönmüş, dipi, gar, fırtına ortalık birbirine girmiş. O yüzden sen benim sözümü diğnemelisin.”

***

Osmanlı İmparatorluğu için dünya savaşı sona ermişti. En büyük müttefiki ve umudu olan Almanya bütün cephelerde savaşı kaybetmiş, Alman hükümeti yenildiğini resmen kabul etmişti. Bu durum, Osmanlı Devleti’ni yöneten İttihat ve Terakki Partisinin de sonunu getirmiş görünüyordu. Parti içindeki çekişmeler yüzünden doğru, düzgün hiçbir iş yapılamıyordu. Koca Osmanlı İmparatorluğu’nda ordu diye bir kurum kalmamıştı adeta. Anadolunun her tarafında cephelerde, başsız kalmış, sahipsiz birliklerden canını kurtarmış olan askerler evlerine dönebilmenin binbir çilesi ile boğuşuyordu. Üst rübbeli subayların pek çoğu kendi geleceğini güveceye alma çabasına düşmüştü. Bunu sağlayabilmek için siyaset çamuru içinde debelenip duruyorlardı. Bazı yurtsever subayların oluşturduğu kurtuluş komiteleri ya olanaksızlıklar yüzünden, ya da saraya yapılan bir ihbarın sonucunda uğradıkları baskınlar nedeniyle bir neticeye ulaşamadan dağılıp yok oluyordu.

İmparatorluk tahtında Sultan Reşat (5.Mehmet) oturuyordu. Sorumluluk almaktan korkan, insiyatif kullanmayı sevmeyen, etliye sütlüye karışmak istemeyen, oldukça pasif bir padişah olan Sultan Reşat döneminde devletin ipleri, sadrazam Halil Paşa’yı da kukla haline getirmiş olan, Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) Talat Bey, Bahriye Nazırı (Denizcilik Bakanı) Cemal Paşa ve Harbiye Nazırı (Savunma Bakanı) Enver Paşa üçlüsünün elindeydi. Harbiye Nazırı Enver, Sultan Reşat’ın kız kardeşi ile evlenerek yarbay iken, üç kademe birden atlayarak, tümgeneralliğe yükseltilmiş, saraydaki ve hükümetteki konumunu güçlendirmişti.

Balkan harbi büyük bir yenilgiyle sonuçlanmıştı. Osmanlının, Doğu Trakya dışında, Avrupada bir karış toprağı kalmamıştı. Üçlü, Enver Paşa’nın kararı ve olağanüstü gayretleriyle, ordunun kalan unsurlarını yeniden toparlayıp savaşa hazır hale getirdi, ya da onlar öyle olduğuna içtenlikle inanıyordu. Başta Enver Paşa olmak üzere bu komite, son yıllarda kaybedilen bütün toprakları geri almanın hayalerini kuruyordu. Bu hayalin peşinden koşan bu maceraperest üçlü padişaha, sadrazama, meclise sormadan, hatta haber bile vermeden Osmanlı Devleti’ni 1.Dünya Savaşına sokmuşlardı. Bu karar son yüzyılın tarihinde eşi, benzeri olmayan bir olaydır*. O günün hükümetinin birçok üyesi bu olay sonucunda istifa ederek hükümetten çekilmişlerdir. Sultan Reşat ise, 1.Dünya Savaşının sonlarına doğru, büyük felaketi görmeden öldü.

Geleceklerini güvence altına almak için, adeta örgütlenmiş, bir gurup daha vardı. Anadoludaki jandarma teşkilatı. Ortalık kaçak asker kaynarken birilerinin bunu bir kazanç kapısı olarak fark etmemesi düşünülemezdi. Bu amaçla birkaç jandarma eri, bir onbaşı, çavuş, başçavuş ya da bir subay önderliğinde bir gurup jandarma örgütlenip kaçak askerleri yakalayarak haraç alma işine soyunmuşlardı. Anadolunun hemen her yöresinde, bu benzer resmi çeteler cirit atıyordu. Birçok yerde bu örgütlere ihbarcı vatandaşlar da katılıyordu. İhbar sonucu ya da çıkılan kaçak avlarında yakalanan asker kaçakları, tam anlamıyla soyuluyorlardı. Evlerine yaklaşmış olanlara göz yumularak eve varmaları bekleniyor, daha hasret gidermeden baskınla yakalanıyordu. Aileler, çocuklarının tekrar götürülmesine mâni olmak için varını yoğunu ortaya koyuyor, jandarmayı memnun ederek yolluyordu. Kaçağa göz yummak için jandarmanın en favori talebi, ailenin varlık durumuna göre değişen sayıda mecidiye altını almaktaydı. Pazarlık bazen üç, dört altına kadar çıkabiliyordu. Jandarma yağlı bir kuyruk yakalamışsa bu alışveriş her ay tekrarlanabiliyordu.

Vereceği hiçbir şeyi olmayan gariban kaçaklar ise derdest edilip, birkaç gün nezarette tutulduktan sonra, en yakın şubeye teslim ediliyordu. Bunlar için, o güne kadar yaşadıklarına benzer, yeni bir serüven başlıyordu.

***

Sadık, bir süre daha havaların yumaşamasını ve yolların açılmasını sıkıntı içinde, sabırsızlıkla bekledi. Mart ayının ilk haftası Arif Dede’ye giderek, ayrılma vaktinin geldiğini söyledi. Arif Dede’nin, bir süre daha kalması yönündeki ısrarlarına bu sefer kulaklarını tıkamıştı. Yola düşme kararı kesindi. Arif Dede de ısrar etmesinin artık bir yararı olmayacağına kanaat getirmişti.

– Sadık, evladım gorüyom ki sen kesin gararını vermişin. Biz ne desek bundan geri dönmüyeceğen. Dileğimiz odur ki işler umduğun gibi yörüsün. Cenabı Rabbıl Alemin seninyardımcın olsun. Koyde olannar hepimizi üzdü, emme sen üzülme çocuğum. Her yerde her tiynetde insan bulunur. Bunarı gabullenmekden, hoşgorüynen yaklaşmakdan başga yapacak bi şey yok. Sen de böyle düşün. Gordün işde, koylünün yarıdan fazlası senin arkanda durdu. Mekdep medirese gormemiş bu insanlardan gordüğün bu desdek bile az sayılmaz. Sen içini ferah dut çocuğum. Bizlere hakgını helal et. Bizden yana hakgımız helal osun. Var salıcakla get evine. Bizleri de unutma.

– Sakın yanış ağnama Arif Dede, ben sizden sadece ana, baba şefgatı gordüm. Hakgınızı ödüyemem. Asıl siz hakgınızı helal edin. Allah sizden razı olsun. Bana gucak açdınız. Evladınız yerine kodunuz. Benim sizde ne hakgım olabilirki? Gararımın sizinle heç bi ilgisi yok. Tam aksine sizlerden ayrılacağam için gerçekden üzgunüm. Emme benim getme vakdım geldi.

Arif Dede’den başlayarak herkesle bir, bir sarılıp kucaklaştılar, öpütüler. Gülsüm Nene, kaybettiği oğlunun yerine koyduğu, Sadığın gitme kararından en çok etkilenen olmuştu. Gözleri doldu,

– “Keşgem getmeseydin a be çocuğum, keşgem seni de gaybetmeseydim” diye inledi adeta. Eteği ile gözlerini sildi. “Dualarım hep seniğnen beraber olacak, yolun açık olsun, ayaklarına daş dağmesin.” diye ekledi.

Senem’in alelacele hazırladığı, iki gözü de dolu heybeyi de alıp hep birlikte avluya çıktılar. Hayrullah, Sadık’tan kendisini az bir zaman bekleme sözü alarak avludan dışarıya fırladı. Bir sigara içimlik zaman sonra Bozoğlanın sırtında avludan içeri girdi. Manzara avludaki herkesi gülümsetti. Arif Dede;

– Hay aklınla bin yaşayasın Hayrullah. Nasıl oldu da biz bunu akıl edemedik. Sadık oğlumun yolculuğu şindi birez daha golaylamış olacak.

– Ben Bozoğlanı alamam, o bana burada galdığım zamannar için verildiydi. Benim malım olmadığını herkeş biliyo. Buradan onu da yanıma alıp gidemem, o bu koyün malı.

– Sadık, evladım, sen almazsan bu hayvana kim bakacak, düşündün mü? Ortada galacak, ne yemliyeni, ne suluyanı olacak. Goyverecekler yılhıya, gurda guşa yem olacak. Sen buna ırazı gelecek misin? Koyde herkeş onu senin eşşeğen diye biliyo. Hemi de senin yolculuğunu nasıl golaylaştıracak gormüyon mu?

Gülsüm Nene değneğine dayanarak doğruldu, elini Sadığın omzuna koydu;

– Eşşeğe almazsan sana hakgımı halal etmem, ona gore. Dahası, yolda gara, dipiye yakalanırsan sakın yola devam etme. En yakın koye sap, hava düzelenece yola çıkma. Anana, babana, nışannına selamlarımızı ilet. Hağbeni eşşeğen sırtına at şindi. Yorulduğun yerde gendin de binersin. İşallah bi aksiliğinen garşılaşmadan varırsın evine, gavışırsın sevdiklerine. Ben arkandan dua edceğem. Hepimiz sağ salim eline, yurduna erişmen uçun dua edeceğek. Haydi gayli, selametle get. Yolun açık olsun evladım.

Onuncu Bölüm >>

İsmail İlhan Hakkında17 Yazıları
1940 yılında Yozgat’ın Köçek Kömü Köyünde beş çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olarak doğdum. İlkokulu üçüncü sınıfa kadar kendi köyümüzde eğitmenle okudum. İlkokulun kalanı ile orta öğrenimimi Yozgat’ta tamamladım. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik Bölümünü bitirdim. 1976 da Dr., 1982 de Doç., 1987’de Prof. oldu. 6 adet mesleki ve bilimsel kitap ile çok sayıda bilimsel makale yayımladım. 2007 yılında emekliye ayrıldıktan sonra Bursa Belediyesi Türk Sanat Müziği Konservatuvar’ını bitirdim. Keman çalıyor, beste yapıyor ve öykü yazıyorum. Yazarımız İsmail İlhan 7 Nisan 2020 günü yaşama veda etti.

Yorumlar

İlk yorumu siz yapın

Yanıt Ver

E-posta adresiniz yayımlanmayacak.




Loading Facebook Comments ...