Kaçış – Yedinci Bölüm

<< Altıncı Bölüm

Yedinci Bölüm

Tam tamına yirmi sekiz gün süren yorucu ve zahmetli bir yolculuktan sonra, ikindi vakti Hatay şehrine ulaştılar. Şehrin kıyısında, nehir görünümünde bir suyun kenarındaki ağaçların altında oturdular. Çıkınlarındaki, yol boyunca aralarından geçtikleri meyve bahçelerinden üçer, beşer tane aldıkları elma, armut, erik gibi meyveleri çıkartıp yediler. Irmağın kenarına indiler, çarıklarını çıkarttılar, ayaklarını suya sokarak bir süre öylece oturdular. Muharrem;

– Sadık benim ayaklarıma bu su eyi geldi yav. Öyle irahatladım ki sorma. Birez daha böyle diğnenek bence.

– Sen onu bırak da, var ya bu gadar böyük suda balık da vardır. Yakalıyabiliesek yaşadık demekdir biliyon mu?

– Doğru diyon da, balık nasıl dutulur biliyon mu? Ben bi gaç kere Haydar emmiminen Yarlı Dereye balık dutmıya getdiydim. Emme aklımda galdığına gore Haydar emmim ‘ağ’ dediği, ipden örülmüş bi şeyinen dutduydu balılğı. Bizim öyle bi şeyimiz yok ki.

– Ben de Aden’de denizde yakaladıydım. Ok gibi sivri bi deyneğinen balığı vurduydum. Emme orda balık suyun içinde yüzerken gorünüyodu. Bu suda heç görünmüyo. Yani öyle bi ok yapsak da okla avlama şansımız yok.

Kısa bir süre sonra şans ayaklarına geldi. On üç, on dört yaşlarında iki çocuk, yakınlarında bir yere oturdular, birkaç dakikalık bir hazırlıktan sonra, birer kamış sırığın ucundaki uzunca ipi, ucuna birer ağırlık bağlayarak suya fırlattılar. Beş dakika bile geçmeden birisi, sırığa asılarak geriye doğru koşmağa başladı. İpin ucunda koca bir balık çırpınarak sudan çıkıp karaya taşındı. Az sonra öteki çocuk için aynı olay tekrarlandı. Sadık Aden’de Ahmet’le yakalayıp oracıkta pişirerek yedikleri balığın lezzetini anımsadı, ağzı sulandı. Bir süre daha izledikten sonra kalkıp çocukların yanına gittiler. Selam verdiler, tanıştılar, oturup izlemeye başladılar. Adı Hasan olan çocuk, daha güleryüzlü ve konuşkandı. Öteki, beraber oldukları süre içinde neredeyse hiç ağzını açmadı. Sadık, her balık yakalandıktan sonra, yenisi için yapılan işlemleri merakla ve dikkatle inceliyordu. Bazen kendisi, bazen de Muharrem sorular sordular, aldıkları yanıtları beyinlerine not ettiler. İki çocuk bir saat içinde bir düzineden çok balık yakalamışlardı. Sadık, kamış sopayı ve ipin ucuna bağlanan iğneyi nasıl ve nereden temin edebileceklerini sorup öğrendi. Bu kadar çok su taşıyan öz’ün Asi nehri olduğunu da öğrendiler. Şehre iner inmez bu malzemeleri temin ederek buraya tekrar gelip balık tutmağa karar verdiler.

Şehrin ana caddesinden geçerken aç olduklarını duyumsadılar. Çevredeki lokantalardan burunlarına, karşı konulması güç, mis gibi et kokuları geliyordu. Sadığın hala iki mecidiye lirası vardı koynunda. Muharrem’in kolundan tuttu, kapısının üzerinde ‘Hatay Kebapçısı Nadir Usta’ yazan lokantaya yöneldi.

İkisi de birer Hatay Kebabı söylediler. Biraz bekledikten sonra, üstünde buğusu tüten kebapları geldi. Hayatları boyunca görmadikleri, hissetmedikleri, duyumsamadıkları nefasette, lezzette bir yemek yediler ikinci kez. Şalgam suyu içtiler. Çıkarken lokantacıdan, balık tutma için gerekli olan malzemeleri nereden alabileceklerini sordu Sadık.

Lokantacı kapıya kadar gelerek, caddenin karşı çaprazındaki, kapısı açık duran dükkânı işaret etti. İstediklerini orada bulabileceklerini söyledi, işinin başına döndü. Bu kadar kolay bulabileceklerini ummadığından olacak, Muharrem aradıkları dükkânın karşılarında olduğunu görünce farkında olmadan bir sevinç çığlığı attı. Doğruca o dükkâna yöneldiler.

Dükkânda, başında renkli bir takke olan ak sakallı, beyaz entarili, orta yaşları geçmiş gibi görünen, gözlüklü birisi, hasır altlıklı bir tabureye oturmuş, kitap okumakla meşguldü. İçeri girenlere şöyle dönüp bir göz attı, tekrar kitabına çevirdi bakışlarını. Çocuklar adamın önüne kadar vardılar. Sadık;

-Selamün aleyküm emmi. Okuduğun kitap çok güzel herhal, irahatsiz etmiş olmıyak seni?

-Aleyküm selam evladım. Ne isdemişidiniz söyleyin hele.

Muharrem heyecanla;

– Dayıcığım biz balık dutmak isdiyok. Bunun için lazım olan öte, beri neyse onnarı alacağak.

Garşıdaki lokantacı emmi sana gonderdi bizi.

– Daha önce heç balık dutdunuz mu, bana önce onu söyleyin bakıyım?

– “Dutduk desek yalan olur. Dutmadık.” dedi Sadık.

– Ben şimdi size gerekli malzemeyi veriyim vermesine de bu iş o gadar da golay değel. En eyisi yanınıza bi de çocuk gatıyım. O size yapacağanız işleri gösderir. Bir dakım mı, yoksa iki dakım mı istiyorsunuz?

Muharrem;

– Şindilik bi dakım yeter bize.

– “Pekala çocuklar, o zaman Gamışdan başlıyalım işe. Bu gamışlar en az üç okgalık balığı sudan çekecek gadar sağlamdır.” dedikten sonra gerekli malzemeleri beş dakika içinde hazırladı. Ardından, dükkândan çıkıp kayboldu. Kısa süre sonra, yanında on yaşın üstünde görünen bir çocukla döndü.

– Bakın gençler, bu çocuk çok eyi balık dutar. Adı Mükremin. Siziynen beraber gelecek. İşin püf nokdalarını size gosderecek. Haydi, şansınız açık olsun.

Sadık parasını ödedi, malzemeleri aldı. Mükremin’in peşinden nehrin yolunu tuttular.

İki saatlik bir çabanın sonunda, her biri yaklaşık bir okkaya yakın sayılır, dört tane balık yakalamayı başardılar. İkisini rehberlik eden çocuğa verdiler. Mükremin, balıkların pişirilmesi konusunda da onlara bilgi verdi ve yanlarından ayrıldı. Sadık bıçağını çıkartıp, balığın pullarını kazıdı, karnını yarıp içini temizledi. Suda yıkadı. Pişmeye hazır hale getirdi. Muharrem’in topladığı çalı, çırpı ve odun parçalarını uygun bir yerde toplayıp yaktılar. Sadık, bir ağaçtan kestiği dallardan şiş yaparak balıkları şişlere geçirdi. Alevleri geçmek üzere olan ateşin başında karşılıklı oturdular. Biri şişin bir ucundan, diğeri öteki ucundan tutarak ateşin üzerinde çevire, çevire pişirdiler. Nar gibi kızaran balıktan nefis kokular yayıldı çevreye. İkinci balığı da aynı şekilde kızarttılar.

Güneş henüz batmış, minarelerden ezan sesleri duyuluyordu. Hava son derece güzeldi. Ilık bir meltem esiyordu. Emeklerinin ürünü olan balıklarla kendilerine nefis bir akşam yemeği ziyafeti çekmişlerdi. Sonra da kalkıp malzemelerini topladılar, büyük bir çınar ağacının altına gittiler. Çimenlerin üzerine uzandılar. Muharrem;
– Yav Sadık, burada bi gaç gun galsak mı, ne dersin? Ben balık dutma işini çok sevdim. Her gun balık dutarık. Çok dutarsak belki fazlasını satarık bile. Ekmek eleden su golden. Bu arada bizi arayıp soran var mı, yok mu el altından onu araşdırırık. Şartlar elverdiğinde de yola çıkarık.

– Vallaha ben de sevdim burayı. Asiye’me gavuşsam, buruya getirmek, burada yaşamak isderdim doğrusu. Ooof of! Allah, Allaaaah! Ben ne diyom yav. Bizim oralar buradan geri kalır mı sanki? Evimiz, bağımız, bahcemiz buralardan daha güzel. Bi varabilsek, başga ne isderim ki. Emme bi gaç gun burada galabilirik. Dediğin gibi, ne olup bitdiğini bi araşdırmakda fayda var.

– Hatay nerde, biliyon mu Sadık? Bizim memlekete yakın mı acep?

– Vallaha bilmiyom Muharem. İnsannar Türkçe bildiklerine gore Anadoluda bi şeher gibi geldi bana. Bizim oralara uzaklığı ne gadar heç bi fikrim yok. Hatay adını duydum duymasına da nerde olduğunu bilmiyom. Zabah olsun şehere enerik nasılsa, bunnarı sorup oğrenirik.
Tokluğun da verdiği rehavetle art arda esnemeğe başladılar. Kısa bir süre sonra da uykuya daldılar.

Önce Sadık uyandı. Her yer zifiri karanlıktı. Sadece, aşağıda akan ırmağın sularının kenarlara çarparak çıkardığı hafıf çırpıntı sesleri duyuluyordu. Bir de, arada bir esen rüzgârla ağaçların yapraklarında oluşan hışırtı. Sadık bir süre bu sessizliği dinledi. Ağaçların arasından, gökyüzünün görünen kısımlarındaki parıldayan yıldızlara baktı. O an, belki annesinin, babasının ya da kardeşlerinden birinin, kim bilir, belki de Asiye’nin uyanık olduğunu, onların da gökyüzüne bakıyor olduğunu düşündü. Diğerlerinden daha çok parıldayan bir yıldızda Asiye’nin gözlerini, yüzünü seyretti. Aynı yıldızda Asiye’nin de kendisini seyretmekte olduğunu hayal etti. İçlendi, gözyaşları kendiliğinden boşaldı. Sessizce bir süre ağladı. Kalktı, ırmağın kenarına indi. Kenarlardaki küçük çırpıntılar da olmasa, sanki hiç akmıyormuş gibi sessiz, durğun akan ırmağın sularında parıldayan gökyüzünü seyretti. Bazı yıldızların neden daha parlak olduğunu düşündü. Onca yıldızın barış içinde bir arada, yan yana kalabilmelerinin sırını düşündü. İnsanların bunu neden başaramadıklarını düşündü. Dünyayı, açgözlü adamların bu hale getirdiğini, onların her şeye sahip olma, herkese hühmetme hırsının buna sebep olduğunu düşündü. Asiye’yle aralarına bunca mesafeleri, hasretleri, özlemleri, acıları, çileleri, zorlukları koyanların bu muhterislerden başkası olmadığını düşündü. Sessizce yanına kadar sokulmuş olan Muharrem’in;

– “Sadık, neydiyon burada bu saatde gardaşım?” seslenişiyle düşüncelerinden sıyrıldı.

– Gece yarısının böyle muhdeşem olduğunu heç bilmiyodum Muharem. Şu ırmağın, ağaçların, göğün sessizliğine, güzelliğine baksana, nasıl da huzur dolduruyo insanın içine. Biliyon mu Muharem, insanın dışında her şeyde, her yerde huzur var, her yerde guzellik var. Huzuru bozan, her şeyi çirkinneşdiren bizik, insannar. Halbuki aklı olan, gonuşarak annaşma şansı olan, düşüncelerini başgalarına akdarabilen, paylaşabilen, birine fenalık yapmanın yannış olduğunu idirak edebilen varlık da insan. Emme, bakıyon ki her kotülük, cinayetler, harpler, sefaletler insanın başının altından çıkıyo. Bu terslik neden böyle heç düşündün mü?

– Sen bu gecenin ortasında bunarı mı düşünon gardaşım? Kafayı mı yedin lan Sadık? Dünya böyle gurulmuş. Bunu ne sen, ne ben değişdirebilirik. Edirafında gorüyon, herkeş gaderini, alın yazısını yaşayıp, çekip gediyo. Sen alnına yazılanı değeşdirebilin mi? Boş ver şindi bunarı. Zabaha çok var mı acep?

– Balık dutmayı deniyek mi? Balıklar gece uyumuyosa belki de dutabilirik. Dutamasak da zaman geçirrmiş oluruk.

Sadık kamış oltayı aldı, ipin ucundaki iğneye, dünden kalan solucanlardan yem taktı, suya gönderdi. Bir saat kadar beklemesine karşın oltaya bir şey takılmadı. O zaman balıkların, geceleri uyuduklarına hükmetti. Oltasını sudan çekti. İğnenin ucuna takmış olduğu solucan olduğu gibi duruyordu. Bu, balıklara ilişkin kanaatini güçlendirdi.

Oltasının ipini sararak geceledikleri ağacın yanına geldiğinde Muharrem’in horlayarak uyumakta olduğunu gördü. Arkadaşını uyandırmamağa özen gösterek kendisi de yanına uzandı. Kendisi ile baş başa kaldığı zamanlarda olduğu gibi yine, güzel hayallerinin kollarında, bir zaman sonra o da uykuya daldı.

Sıcacık Haziran güneşinin, asırlık çınar ağaçlarının dalları arasından süzülen ışıklarıyla uyandılar. Çarıklarını ayaklarına çektiler. Ağaçların arkasında bir yerler ayarlıyarak ihtiyaç gördüler. Sonra ırmağın kenarına indiler, ellerini, yüzlerini yıkadılar. Geceledikleri ağacın altına dönüp oltayı alarak, otların ve çalıların arasında bir yere gizlediler. Kuşluk vakti şehir merkezine doğru yola çıktılar.

***

Hatay’ın tek bir büyük caddesi vardı. Bütün kebapçılar, manifaturacılar, manavlar, bakkallar, terziler, berberler, kunduracılar vb. o caddede bulunuyorlardı ya da bizimkilere öyle gelmişti.
Yarım saat kadar süren bir yürüyüşle olta malzemesi aldıkları dükkâna vardılar. İçeri girdiklerinde renli takkeli, entarili adam yine kitap okuyordu. Selam verdiler. Adam başını kitaptan kaldırıp gelenlere çevirdi;

– Hoş geldiniz gençler. Nasıl geçdi balık avınız? Dutabildiniz mi? Neler oldu bana da ağnadın. Bizim ırmak her gonuda zegindir. Muhakgak o zenginliğinden size de sunmuşdur.

– Dutduk Hacemmi, sağolasın. Hemi de orda ataş yakdık, bi gozel de bişirdik ki ağzına layık, sayende gendimize bi balık ziyafeti çekdik, dün ağşam.

Sadığın gözü yine adamın okuduğu kitaba takılmıştı.

– Hacemmi, kusuruma bakma, okuduğun kitabı çok merak etdim. Kitabın adını bağaşlar mısın?

– Annaşılan o ki okuma, yazman var yeğenim senin. Kitabın adı, ‘İslam İlmihali’ burada canım sıkıldıkca okuyom. Hemi, bütün İslam aleminin biribirinden çok farklı yaşama şekillerini, hemi inanış ve ibadet şekillerini öğreniyom, hemi de dükkâna gelen giden az olduğundan yalınızlıkdan sıkılmıyom.

– Okumam yazmam var da okumuya heç zamanım olmadığı gibi esgerlikde elime okuyacak bi kitap da geçmedi ki. Biz şindi senden başga bi şeyi sormak isdiyok hacemmi; Ben Yozgatlıyım, arkadaşım da Sivazlı. Biz buradan en tez zamanda memlekete nasıl giderik, bi bilgin var mı? Bize yardım edebilin mi?

– Evladım, benim oralara gadar getmişliğim yok. Eşitdiğim gadarıyla Yozgat da, Sivas da buruya çok uzak. Herhal aylarca yörümeniz gerekecek. Amma şu var: buradan Adana’ya varırsanız, ordan Antebe, Gonya’ya, Angara’ya belki daha başga şeherlere tren var. Trene binerseniz en yakın şeherede iner, yolu gısaldırsınız.

– “Yörüyerek getmek isdesek, o zaman nasıl gidebilirik emmiciğim?” diye Muharrem araya girdi.

– Çocuklar, gonuşmalarınızdan asger gaçağı olduğunuz ağnaşılıyo. Doğru mu söylediğim?

– “Doğrudur hacemmi.” dedi Sadık. Hacı amca tekrar konuşmayı aldı;

– Benden size zarar gelmez çocuklar. Yalınız size evela şunu söyleyim; gundüzleri ortalıkda fazla dolaşmayın. Cendermeler her an yanınızda bitebilir. Buralarda tebdili gıyafet dolaşdıklarını söylüyolar. Hafda başından bu yana, bilmem gaç dene gaçak yakalayıp gotürmüşler. Çok dikgatlı olun. Öteki meseliye gelince; vallaha çocuklar, duyduğum gadarıynan memleketleriniz Anadoluda olması lazım. Anadolu’ya getmek için Torosları aşmanız gerek. Bence çok zor bi yolculuk olur bu. Annatdıklarına gore Toroslar eşgiya gaynıyomuş. Size irahat vermezler evladım. Soyup soğana çeviriler.

– Bizim soyulacak nemiz var ki bre emmi. Üs yok, baş yok. Sağlam olan bi çarıklarımız var, onnar da oruya varmadan ayağamızda dağalır zaten. Canımıza gasdetmedikden soğna bizi soymaları vız gelir.

– Öyle söyleme çocuğum, eşgiya bu, ne yapacağa belli mi olur? İcabında canınıza da gasdeder.

Sadık söze girerek,

– Bizim bi şekilde muhakkak evimize ulaşmamız ilazım gurban olduğum hacemmim. Gerekirse her tehlikeyi goze alacağak. Bu Toroslar dediğin ne oluyo ki? Eğer bi yüğsek dağdan bahsediyosan, aşmak şart mı? Edirafından dolaşır gine geçerik arkasına.

– Çocuklar, size ağnadamadım galiba; Toroslar öyle edirafından dolaşılacak bi dağ değel. Bütün Anadolu’yu bi başdan ötekine gateden çok böyük ve de yüksek, garlı dağlar. Dediğim gibi memleketin bütün eşgiyalarının da barınak yeri. Bütün geçitleri dutmuşlardır, değel izinsiz bir insanın geçmesi, guş bile uçurtmazlar. Şimdi söylen bakıyım, bu tehlikeleri goze alabilecek misiniz?

– Bi de şeyi sormak isdiyom; yolculukda yanımıza ne alak? Yolumuzun üsdünde çöl filan var mı? Yeme içme sıkıntısı olur mu? Buraya gelirken çok sıkıntı çekdik de.

– Dedim ya evlatlarım. Oralara getmediğimden heç bilmiyom. Sadece duyduklarımla hüküm yörüdüyom. Emme mevsim yaz olduğundan her yerde yiyecek içecek bi şeyler bulmanız mümkün olabilir. Eğer bugun, yarin yola çıkarsanız on beş güne galmaz Adana’ya varırsınız.

İkisi de Hacemminin elini öpüp başlarına koyarak,

– “Hakgını helal et, sağlıcakla gal. Hadi Allaha emanet ol emmi.” diyerek dükkândan ayrıldılar.

Yakınlarında bulunan, birirbirinden çok uzak olmayan iki caminin minarelerinden okunan ezan, vaktin öylen olduğunun da habercisiydi. Irmak kenarında mekân belledikleri koca çınarların bulunduğu yere doğru yürüdüler. Yolda Sadık;

– Yav Muharem, biz sadece hacemminin sözüynen yola düşmesek diyom. Başgalarından da bilgi alsak eyi olacak.

– Bence de.

– Bu adam oralara heç getmemiş. Bize ondan, bundan duyduklarını söyledi.

– Her halükârda bizim önce Adanı’ya getmemiz gerek. Ordan soğnası için ilazım olan bilgileri ordan da alabilirik, değel mi?

– O da doğru ya. Peki burada daha gaç gun galacağak ki? Bence bi an önce yola çıkmakda fayda var. Hacemminin dediğini duydun. Yozgat da, Sivaz da buruya çok uzak dedi.

– Sıvazdayken Adana şeherini çok duyduydum. Hemi çok böyük, hemi de çok zengin bi şeherimiş. Bizim oralardan bile, baharda Adana’nın Çukurovasına çalışmıya gidenner olurdu.
Ben diyom ki yarın da burada galalım. Ertesi gun Adanı’ya doğru yola çıkalım. Ne dersin?

– Hani, bi hafda burada galak diyodun, nooldu? Tamam, tamam. Ne gadar erken çıkarsak o gadar eyi. Buralarda zaman tüketmiyek. Yolcu yolunda gerek. Dediğin gibi olsun.

Koca çınarlara vardıklarında sıcak iyice bastırmıştı. Hafiften esintiyle birlikte ağaçların koyu gölgesi ikisine de çok iyi geldi. Sakladıkları yerden oltayı aldılar, ırmağın kenarına indiler. Muharrem, balıklara yem olarak, solucan yerine ağaçlarda, otların içinde daha bol bulunan tırtıl önerdi. Öneriyi Sadığın da benimsemesi üzerine koşarak uzaklaştı. Az sonra bir avuç tırtılla döndü. Sadık, tırtıllardan en irisini iğneye takıp oltayı suya fırlattı.

Uzunca sayılabilecek bir süre beklemesine karşın, kamış sopa bir, iki kez sarsılsa da Sadık balık yakalayamadı. Muharrem’e,

– Balıklar tırtılı yemiyo zahar. Biz gine soğulcan geçirek iğneye Muharem. Sen suyun kenarını gaz da bigaç soğulcan çıkart.

Oltanın ipini çekti, sudan çıkardı. İğnenin ucunda tırtıl yoktu.

– “Suda tırtılın inneden gurtulup düşmesi imkânsız, balıklar tırtılı yemiş Muharem. Zaten gamışın elimde sarsılmasından balığın yemi gapdığını hissetdiydim lan oğlum.” dedi.

– Neyse! Biz gine de bildiğimizden şaşmıyak. Ben şindi sana soğulcan bulurum, merak etme sen.

Beş dakika bile geçmeden, serçe parmak kalınlığında bir solucanla döndü Muharrem. Sadık, hala kıvrılıp bükülen solucanı aldı, bir taşın üzerine uzattı, başka bir taşla dört parçaya ayırdı. Parçalardan birini oltanın iğnesine güzelce sarıp suya gönderdi. İkisi bir umutla beklemeye başladılar.

Yarım saat içinde iki balık yakalamışlardı. Fazlası da gerekmiyordu zaten. Tutsalar bile sıcakta, bozulmadan akşama bekletmeleri zordu. “Ağşam üsdü gine dutarık.” diye geçirdi içinden Sadık. Balıkları pişmeğe hazır hale getirmeleri yarım saate yakın vakit aldı. Ateşi yaktılar, Muharrem dün şiş olarak kullandukları çubuğu buldu. Balığı çubuğa geçirip kızartmağa koyuldular.

Güneş hayli eğilmiş, ikindi vakti yaklaşmıştı. İkiside iyice acıklmışlardı. Çok acıkıldığında, bırakın odun ateşinde nar gibi kızarmış bir balık ziyafetinin lezzetini, sıradan bir yiyecek bile çok lezzetli gelir insana. Kızarmış balık, ikisine de o kadar lezzetli, o kadar tatlı gelmişti ki dünyanın en mutlu insanları gibi hissettiler kendilerini. Sadık, artıkları toplayıp suya attı. Balıkların kafasıyla birlikte omurgalarının suyun üzerinde bata, çıka yüzerek uzaklaşmalatını izledi. Dönüp Muharrem’in yanına sırtüstü uzandı. Bir süre, balık yemenin güzelliğinden, doğanın güzelliğinden, burada yaşayan insanların ne kadar şanslı olduğundan konuştular. Ardından da bastıran uykuya teslim oldular.

Uyandıklarında ortalık karanlıktı. Masmavi göküzünde tek, tük yıldızlar görülmeye başlamıştı. Hafiften esen rüzgâr, koca çınarların dallarının arasında dolaşıyor, yaprakların arasında gezinirken çıkardığı sesler Sadığın duygularını, yüreğini okşuyordu. Karanlıkları yaran Asiye’nin yüzü karşısına geçip gülümsüyordu gözlerine bakarak. İyi ki nişanlanmıştı Asiye’yle. İyi ki ona sarılmış, yanağını onun yanağına bastırmış, saçlarını koklamış, onu öpmüştü. Bir kere daha dudaklarını onun yanağında hisseti. Kavuşma umudu varsa hayal kurmak, özlemek güzeldi. “Asiye’me gavışmak için her zoru yenmiye hazırım. Heç bi şey buna mâni olamıyacak” diye, yüksek sesle kendi kendine söz verdi. Yine duyguları taştı, gözleri bulutlandı. Elinin tersiyle gözlerini sildi. Yerinden doğrulan Muharrem’in sesiyle gerçek dünyasına döndü.

– Yav Sadık gine mi ağlıyon gardaşım? Benim yerimde olsan her halde goz yaşın sel olurdu vallaha. Moral bozma Allahasen. İşin zor yanını atlatdık. Gadir Mevlam izin verirse bi gaç ay soğna evdeyik işallah. Hadi şindi ırmak boyunda yörüyek birez. Hemi uykumuz açılır, hemi çevreyi gorürük, hemi de vakıt geçer.

Kalktılar, oltalarını yine dünkü yerine gizlediler, şehrin ters istikametinde, ırmağın akış yönünde yürümeğe başladılar. On, on beş dakika yürüdükten sonra dev çınar ağaçları seyreldi, önlerinde çok uzak olmayan mesafeden köpek sesleri gelmeğe başladı. biraz daha yürüyünce bir köyün önüne gelmiş olduklarını fark ettiler. Ses tonlarıyla saldırıya hazırlandıkları hissi veren köpeklerin hücumuna uğramamak için geri dönmeyi önerdi Sadık.

– Yarın öylenden soğna gelek buruya Muharem. Belki işimize yarıyacak bilgiler edinirik koylülerden.

– Şindi zaten ortalıklarda kimse yok. Bu garannıkda başımıza bi iş gelmeden bence de dönmemiz eyolacak. Ayrıca, bu saatde gedip birinin gapısını çalacak halımız da yok doğrusu.

– Şehere gidek mi? Bi kayfede otururuk. Hemi birer gayfe içerik, hemi de belki gonuşacak birini bulur sohbet ederik.

– Olur, gidek. Başga yapacak işimiz mi var? Bu saatde uyku da uyumuyacağamıza gore, eyi diyon vallaha.

Yönlerini şehre çevirdiler. Biraz ağır tempoda yürüdüklerinden, şehrin tek bildikleri ana caddesinde, bir kahvenin önüne varmaları bir saat aldı. Kahvehanenin caddeye taşmış masalarından birine geçip oturdular. Bir gaz lambası kahvehanenin içinde, diğeri de dışında olmak üzere iki lamba aydınlatıyordu çevreyi. Açık kapıdan içeride, sadece, bir masada oturan üç kişi ve ocakçı görünüyordu. Dışarıda bir iki, masa dışında masalar doluydu. İnsanlar, ağızlıklarına geçirmiş oldukları sarma tütün sıgaralarının dumanlarını savurarak, kimi kaygılı, kimi üzüntülü, kimi şen, şakrak sohbet ediyorlardı. Boynundan ve belinden bağlı sarı bir önlük takmış garson çocuk yaklaşarak;

– Ne içeceksiniz ağabeyler?” diye saygılı bir şekilde önlerinde durdu. Muharrem;

– Kayfeden başga içecek bi şey varmı ki?

– Helbet de var. Darçın, nane limon, limonata, şalgam suyu, şerbet, salep, ayran, dondurma. Gurabiye bile var isgerseniz.

– “O zaman ben bi limonata isdiyom.” dedi Sadık. Muharrem;

– Benimki de limonata olsun gardaşım.

Muharrem’in parası olmadığı için, böyle yerlerde ya “ben istemiyom” diyor, ya da Sadık ne istemişse o da aynısını istiyordu. Limonataları hemen geldi. Keyifle, bir dikişte koca kâseyi diplediler.

İki masa ötelerinde, saçı sakalı ağarmış, eli yüzü düzgün iki adam vardı sohbet eden. Sadık, el kol hareketlerinden ve yüz ifadelerinden, önemli konulardan söz ettikleri kanısına varmıştı. Düşüncesini Muharrem’e de söyledi,

– Muharem şu Emmilerin masasına gidek mi? Onnardan bi şeyler öğrenirik belki. Ne dersin?
Muharrem’in, başını sallıyarak onaylaması üzerine kalkıp adamların masasına yöneldiler. Sadık;

– Selamün aleyküm emmiler. Biz buraların yabancısıyık. İzin verirseniz bazı bilgiler öğrenmek isdiyoduk sizden. Masanıza oturabilir miyik?

– “Elbe de oturabilirsiniz, şöyle buyurun, hoş geldiniz gençler.” diye karşılık verdi tepesinde saç kalmamış olanı.

– Hoş gordük, sağolun. İrahatsız etdik gusurumuzu bağaşlanyın. Benim adım Sadık, arkadaşım da Muharem. Yozgatlıyım, Muharem de Sivazlı.” diyerek kendilerini tanıttılar, sayğılı bir şekilde ellerini öptüler, boş sandalyaları çekip oturdular. Sadece gür kaşları siyah kalmış olan ikinci adam;

– Deyin hele bakalım, sorunuz neyimiş deliganlılar? Memleketlerinizden hayli uzakdasınız dediğinize göre. Neler öğrenmek isdersiniz, sorun hele bi?

Sadık sandalyesini masaya biraz daha yaklaştırarak yeniden yerleşti, yutkundu;

– Biz Yemen elinden geliyok. Asgeridik ikimiz de. Birliklerimiz yok oldu. Arkadaşlarımızın hemen, hemen hepisi ya şehit oldular, ya da ingilize yesir düşdüler. Biz ikimiz gaçmayı başardık. Ta buruya gadar gelebildik. Şindi evimize getmek isdiyok. Ne nasıl gidebileceğemizi, ne de dünyada olup bitenneri biliyok. Buralarda heç kimseyi tanımıyok. Bize bi yol gosdermenizi, bi akıl vermenizi isdiyok emmiler.

Biraz daha yaşlı gibi duran kel kafalı adam;

– Geçmiş olsun çocuklar, ta Yemen gibi bi diyardan buralara gadar gelebildiğinize göre belli ki böyük bi iş başarmışınız. Bundan soğnası da sizin için bek golay olmıyacak, önce bunu bilin. Neden derseniz; duyduğumuza gore, birincisi Anadolu’da çok sıkı cenderme gontrolu varımış. Müfrezeler asger gaçaklarına göz açdırmıyomuş. Yakaladıklarını tekrar cepeye sürüyolarımış.

Onun için ne trene binebilirsiniz, ne de düz yolları gullanabilirsiniz. Kimsenin gullanmadığı dağ yollarını gullanmanız lazım. O zaman da ikinci tehlike başlıyo. Anadolu dağları eşgiya gaynıyo diyolar. Ellerine düşme ehdimaliniz oldukca fazla. Bu durumda sizi irahatladacak bi tavsiyede bulunamadığım için üzgünüm çocuklar.

İkisi de anlatılanları can kulağı ile dinliyorlardı. Karakaşlı adam aldı sözü;

– Osmanlının durumu çok kötü gençler. Yedi düvelde yenilmediğimiz, bozguna uğramadığımız cepe galmadı. Bir ay gadar önce Çanakgale’de böyük bi zafer gazandığımız söylendi, amma bu İngiliz gavurunu durdurmıya yetmedi diyolar. Birlikde savaşdığımız Almannar yenilmişler. Bize yardım edemiyolarımış. Şimdiden ecnebi gorkusu buraları da sardı. Ne zaman gelecekler bakalım. Geldiklerinde garşı goyacak gucümüz yok. Ahali işi oluruna bırakmış vaziyetde. Ne şeherde, ne koyde eli silah dutan genç kaldı. Benin oğlumu da aldılar asgere. İki yıla yaklaşdı, ne bi mektup aldık, ne de bi haber var. Anası, hepimiz bi umudunan bekleşiyok. Allah yardımcımız olsun. Dünyanın ahvali böyle işde. Biz de burada gubannık koyunnar gibiyik.

Muharrem;

– Emmiler, Hatay’da asger kacakları aranmıyo mu? Biz üç gundür cendermiye heç ıraslamadık da. Gerçi şeherde fazla bi dolaşmışlığımız da olmadı ya.

– Burda da arıyolar helbet, emme çok sıkı değel. Burada her milletden insan var evladım. Kim kime, dum duma. Gene de yakaladıkları oluyomuş gulağamıza gelen heberlere göre. Çok dikgatli olmak lazım. Ortalıklarda fazla gorünmeyin. Herhal buradan Adana tarafına gidersiniz. Benim size tavsiyem, mecbur galmadıkça gundüz yol almayın. Geceleri yörüyün. Böylece cenderme tehlikesini bertaraf etmiş olursunuz. Bi de tanımadığınız insannara guvenip olan, biten her şeyi ağnatmayın. Öyle bi zamanda yaşıyok ki babana bile ehdimat etmiyeceen.

Sadık;

– Bu zamana gadar hep, sizin gibi eyi insannarınan garşılaşdık. Emme çok haklısın emmi. Uyanık olmazsak çekdiğimiz bütün emekler boşa gidebilir. Allah sizden ırazı olsun.

***

Dünya savaşı pek çok cephede, pek çok ülkeyi, alabildiğine kan ve gözyaşlarına boğarak, sınırları sürekli değiştirerek, şehirleri yakıp yıkarak devam ediyordu. Başta İngiltere olmak üzere Fransa ve İtalya kuzey Afrikadaki Osmanlı hakimiyetinde gözüken Arap ülkelerini istila etmiş, Afrika içlerine kadar yayılmışlardı. Çok geniş topraklara sahip bu ülkeleri, bağımsızlık vaadiyle kandırarak, kolayca kendi taraflarına çekiyorlardı. Zaman zaman, başını Almanya’nın çektiği İttifak devletleri savaş başarıları kazansa da, Avrupa ve Afrika’daki savaşlar genellikle İtilaf devletlerinin kazanmakta olduğunu gösteriyordu. Diğer yandan Ruslar, Osmanlı ordularıyla yaptıkları savaşların çoğunu kazanarak, kuzey doğudan Erzurum’a kadar, kuzey batıdan da İstanbul yakınlarına kadar sokulmuşlardı.

Öte yandan, İngilizlerin, Almanya’nın Çin sularındaki donanmasını etkisiz hale getirmek için, Japonya’dan yardım istemesi üzerine, zaten Ortadoğunun zengin petrol yataklarından pay kapabileceği umudunu taşıyan Japonlar da Almanya’ya karşı savaşa girmişti. Savaşta Çin üzerindeki etkisini ve baskısını artırmış, bazı kazanımlar elde etmişti. Ayrıca Hindistan’da, İngilizlere karşı baş gösteren kalkışmalar da bu ülke orduları tarafından etkisiz hale getirilmiştir. Japonya İtilaf devletlerine en büyük desteği denizlerde sağlamıştı. Savaşın sonunda bu destekleri karşılıksız kalmamış, Afrika ve başka ülkelerde toprak kazanmalarına göz yumulmuştur.

Alman denizaltıları sürekli olarak, karşı tarafa ait ticaret ve yolcu gemilerine saldırıyorlar, önemli ölçüde maddi ve manevi zararlara yol açıyorlardı. Bu saldırılarda çok sayıda Amerikan vatandaşı ölmüştü. ABD’nin bunu sineye çekmesi düşünülemezdi. Diğer yandan, Ortadoğunun zenginliklerinden pay kapma hesabı, savaşa girme kararında etkili olan bir unsurdu. Rusya’da bolşefiklerin çarlığı yıkmak üzere giriştikleri ayaklanmalar, Çarlık Rusyasının savaştaki etkinliklerini hayli azaltıyordu. Başta İngiltere olmak üzere İtilaf devletleri, Çarlık Rusyasının bu boşluğunu gidermek ihtiyacındaydı. Bu nedenle Amerika’nın da savaşa girmesi için büyük çabalar sarfediyorlardı. Bunun üzerin Amerikan başkanı Wilson İtilaf devletlerinin kabul etmelerini istediği bazı şartlar ileri sürmüştü. Bu prensiplerin kabul görmesinin ardından, İttifak devletlerine karşı, savaşa dahil olmuştu. Böylece savaş, dünyanın bir ucundan öteki ucuna kadar bütün ülkelere yayılmıştı.

Almanmyanın başını çektiği blokun yenilgisi ile sonuçlanan Dünya Savaşının en çok kayba uğrayan ülkelerinin başında Osmanlı İmparatorluğu geliyordu. Avrupa’da, Afrika’da hatta Asya’da kaybettiği büyük toprakların yanında çok önemli sayıda genç insanını toprağa verdi, sakat bıraktı, yerinden yurdundan etti. Devletin de, milletinde yoksullaşmasına sebep oldu. Ailelerin sefaletine, dağılmasına, halkın sahipsizleşmesine sebep oldu. Devlet otoritesinin sadece rüşvet ve kayırmalarda ortaya çıktığı, adaletin, vicdanın, merhametin yok olduğu, gücün, gaddarlığın, zulmün hâkim olduğu, ortalığı yakıp yıkan çetelerin her yanı sardığı bir ülkeye evrildi Osmanlı toprakları.

***

Hayli sıkıntılı geçen, çoğunu gece boyu sürdürdükleri on üç günlük bir yürüyüşün sabahında Adana’ya ulaşmayı başardılar. Yolculukları boyunca, Hatay’dan ayrılmadan önce konuştukları emmilerin tavsiyelerine uymuşlardı. Uğradıkları kasaba ve köylerin içine girmeyip uzağından dolaşmaya, kalabalık yerlerden uzak durmaya, mecbur kalmadıkça kimseyle konuşmamaya özen göstermişlerdi. Bir şey sormak ya da bir konuda bilgi edinmek için genelde ya bir çocuğu, ya da yaşlı birini tercih etmişti Sadık.

– “Şukürler olsun, buruya gadar sağ selamat geldik. Böyle giderse bi, iki aya varmaz evde oluruk işallah Sadık.” dedi Muharrem. Sadık;

– Emmilerin demensine gore esas zorluklar, belalar bundan soğna. Neyise bunnarı soğna da gonuşuruk. Burada galacak mıyık, yoksa devam mı edeciğik? Önce buna bi garar verek Muharem.

– Sen ne düşünüyon? Bana sorarsan heç olmazsa bu gece galalım derim. Bizim oralarda Adana’dan o gadar çok bahsedilir ki, heç bi yerini gormeden getmek olmaz değel mi?

– Pekey, bugun Adana’yı gezek. Yalınız bi şey diyeceğem. Birlikde gezmiyek. Şüpelenmesin kimse. Ayrı, ayrı gezek. Gararlaştırdığımız bi yerde ağşam buluşuruk. Emniyetli bi yer bulur birez uyur, diğnenir, geceden yola çıkarık, temam mı?

Dün akşamdan beri, çok kısa iki mola dışında hiç mola vermeden yürümüşlerdi. İkisinin de uyumağa ihtıyacı vardı. Şehrin batı kıyısında, yoldan iki yüz adım kadar uzakta bulunan sık ağaçlıklı bir alana yürüdüler. Kuşların, arıların ve böceklerin sesinden başka sesin duyulmadığı bu ağaçlık alanda birazcık uyumak için otların üzerine uzandılar. Kısa süre sonra da uykuya daldılar.

Muharrem terden sırılsıklam, korku içinde, kalbi göğsünden çıkacakmışcasına güm, güm atarken fırlayıp uyandı. Uyanırken attığı çığlık Sadığı da uyandırmıştı. Sadık telaş ve heyecanla;

– N’oldu Muharem? Bi şey mi gordün?

– Dur hele bi gendime geliyim Sadık. Nefesim kesildi.

– Hayırdır, kotü bi düş mü gordün yoğsa?

– He ya, hemi de öyle, böyle değel, bi düş gordüm ki sorma gardaşım.

– Ağnatsana ne gordün. Belki de hayırınadır.

– Hayırına böyle düşmolur Sadık yav? Ne gordüm söyleyim sana. Cendermeler yakalamışlar beni. Bi ağaca sarmışlar. Garşıdaki ağaca da yağlı urganı asmışlar. Gadı beni idama çarpdırmış. Orda asacaklarıdı. Meydana ahali birikmiş. İçlerinde garım ve ekizlerimde var. Bana el sallıyolar. “Baba biz buradayık, seni özledik, seni bekliyok, hadi gel” deyi ellerini bana doğru uzatmış bağarıyolar. Ben iplerden gurtulup, yannarına varabilmek için çabalayıp duruyom. Cendermeler gelip beni çözüyolar. Gollarımdan sarılıp asmıya gotürüyolar. Tam o sırada “ben suçsuzum” deyi bağarıyodum, uyandım. Ne demek oluya şindi bu düş? Sen olsan neye yorarsın böyle bi düşü? Bi fikrin var mı? Yani böyle bi düşü hayıra yoracak bi sebep var mı sence?

– Vallaa ne deyim, bilmiyom ki. İşallah hayıra vesile olur Muharem. Soğna, düşlerin gerçek olduğu nerde gorülmüş ki? Bence metanetini bozmana heç bi sebep yok gardaşım. Sen içini ferah dut. Allah böyük.

Güneşin durumuna bakılırsa üç saat kadar uyumuşlardı. Çıkınlarını açtılar, dün akşamüzeri yol kenarındaki bir bahçeden kopardıkları elmalardan, ikişer tane çıkarıp yediler. Kalkıp yola indiler, at arabalarının, kağnıların teker izleriyle yarılmış tozlu yoldan şehre doğru yürüdüler. Taş kemerli, sayılamıyacak kadar çok gözü olan uzun bir köprü ile karşı tarafa geçilen, büyük bir suya gelmişlerdi. Sadık, karşılaştıkları ilk adama sormadan kendini alamadı:

– Dayı bu suyun adı ne ki? Biz buraların yabancısıyık, bu gadar böyük bi su, bu gadar böyük bi koplü heç gormediydik de merek etdik, bağaşla bizi.

– Bu Seyhan ırmağı, koprünün adı da Daş Koprü deler buruya deligannı. Çok esgi bi koprüdür. Sağlam ikibin yaşında var. Kimin yapdığını ben bilemiyom. Nice afatlar gormüş, nice depremler yaşamış, gordüğünüz gibi bi daşı bile düşmemiş. Nerelisiniz evlat? Çalışmıya mı geldiniz Adanıya?

Muharrem, Sadıktan önce davrandı;

– Çalışmıya geldik gelmesine de eyi bi iş bulamadık. Herhal memlekete geri döneceğek. Ben Sivazlıyım, arkadaşım da Yozgatlı.

– Epey yol gatetmişiniz. Heç mi iş bulamadınız? Çukurovaya endiniz mi? Orda her daim iş bulunur.

– “Oruya da endik emmi. Çalışma şartları çok ağar, dayanamadık. Başga iş de bulamayınca geri dönmüye garar verdik.” diyerek Sadık, Muharrem’in yalanını belli etmemek için, konuşmaya katıldı.

– Ta buralara gadar gelip de eli boş dönmenize üzüldüm çocuklar. Benim çiflik sahabı bi arkadaşım var, isderseniz sizi ona gonderebilirim. Çifliğinde belki size gore iş vardır. İsder misiniz?

Sadık;

– Sağolasın emmi. Biz kesin gararımızı verdik. Başga şeherlere de bakarak memlekete döneceğek. Orda da gorülecek işlerimiz var. Hadi sağlıcakla gal, bize müsaade emmi.

Köprüyü geçip biraz yürüdüler, yol ikiye ayrılıyordu. Sadık;

– “Muharem burada ayrılak. Sen şu yoldan get, ben de buradan, tamam mı? Ağşam ezeninde gine bu koprünün ortasında buluşak. Getdiğin, gezdiğin yerlerde Hatay’daki emmilerin dediklerini aklından çıkarma sakın. Haydi şindi yolun açık olsun gardaşım.” diyerek kucaklaşıp ayrıldılar.

Bir süre yürüdükten sonra Sadık kendini, oldukça kalabalık ve gürültülü bir meydanda buldu. İnsanlar, alıp sattıkları şeyleri bir yana bırakarak küme küme toplanmış, hararetli bir şekilde ve yüzlerinde mutlu bir ifadeyle bir şeyler konuşup tartışıyorlardı. Bir guruba yaklaşarak konuyu anlamağa çalıştı. Kısa süre sonra olayı öğrendi. Bir ay kadar önce, Osmanlı birlikleri Kutül Emare’de İngilizlere karşı büyük bir zafer kazanmış. On beş bin İngiliz askeri esir alınmış. Esirlerin arasında İngiliz kumandan davşan (Towshend) da varmış. Osmanlının makus talihi dönüyormuş. İnsanlar bunu öğrenmişler, haber buralara henüz ulaşmış. Haberi birbirlerine iletme çabalarının ve sevinçten kucaklaşmalarının nedeni buymuş. Sadık Arap ülkelerindeki Osmanlı ordusunun perişan halini bildiğinden olsa gerek, bu duyuma fazla güvenip sevinemedi. Bunun, ahalinin maneviyatını moralini yükseltme taktiği olabileceğini düşündü. İngiliz askerleriyle Osmanlı askerlerinin olanaklarını gözünün önüne getirdi. İkisi arasında erişilmez farklar vardı. Bu büyük fark ortadayken herhangi bir savaşı Osmanlının kazanması mümkün olabilir miydi? Eğer bu insanların söyledikleri doğruysa bir mucize gerçekleşmiş olmalıydı.

Sadık, iki yanında, mis gibi kokan portakal ağaçlarının yer aldığı bakımlı bir caddede yürüyordu şimdi. Caddenin iki yanında, süslü demir ferforjelerle çevrili bahçe duvarlarının arkasında iki katlı, mavi, sarı, yeşil vb. cumbalı, balkonlu, çok güzel evler sıralanmıştı. İşlemeli demir kapılarının önünden geçerken, kafasını uzatarak eğilip baktığı bahçelerin muhteşem görüntüleriyle büyülendi adeta. Bu evlerde yaşayanların nasıl insanlar olduğunu, bu kadar parayı nasıl kazandıklarını anlamağa çalıştı aklınca, içinden bir türlü çıkamadı. Gölgesinde, güneşin yakıcı sıcağını fazla hissetmeden yürüdüğü portakal ağaçlarının onlara ait olup olmadığını düşündü. Ağaçların dallarında, esen hafif ve serin poyraz yeliyle sarı portakallar hala nazlı, nazlı sallanıyordu. Sadık, neden kimsenin bunları koparmadığına şaştı. Sağına, soluna baktı. Çevrede kimsenin olmadığından emin olduğunda, gölgesinde durduğu ağaçtan uzanıp bir portakal kopardı. Uygun bir yer bulduğunda yemek için avucunun içinde sakladı. Götürebileceğinden emin olsa, bu harika ağaçların fidanlarından memlekete götürür, kendi bahçelerinde de yetiştirirdi.

Caddenin sonuna kadar yürüdü, sonra sola saptı. Kısa bir süre, yolun kenarındaki çimenlikte çelik, çomak oynayan çocukları izledi. Köyde, özellikle son baharda, bahçelerde arkadaşlarıyla oynadığı, bu oyuna çok banzeyen kendi oyunlarını hatırladı. Bu oyunların en usta oyuncusu olduğunu, oyun kurulurken iki tarafın da kendisini takıma almak için yarıştıklarını anımsadı. Oyunculardan gözünün tuttuğu bir çocuğa, kazanmak için geliştirdiği özel bir vuruşu göstermek arzusuna kapıldıysa da bundan vazgeçti. Yoluna devam etti.

Yozgattaki Büyük Cami’ye benzeyen bir caminin avlusuna vardı. Bir taşın üzerine oturdu, portakalını soydu, iştahla yedi. İçinden, “Bu camide bi öylen namazı gılıyım. Birez dua ediyim. Belki bi işe yarar.” diye geçirdi aklından. Namaz vaktine kadar çarşıyı dolaşmağa çıktı. Uzakta, kalabalığın arasından gördüğü silahlı iki jandarma, kalbinin ritmini hızlandırdı. Bir ara sokağa saparak tehlikeyi savuşturdu. Başka da korkacağı bir durumla karşılaşmadı. Minareden yükselen ezan sesiyle tekrar camiye yöneldi.

Akşam karanlığı bastırmadan Sadık köprüde, sözleştikleri yerdeydi. On dakika geçti, geçmedi Muharrem yanında birisiyle, uzaktan göründü. Sadık, Muharrem’le birlikte gelen kişinin Muharrem’in Adana’da karşılaştığı asker arkadaşlarından biri olduğunu düşündü. Yaklaştıkça onun daha yaşlı olduğunu fark edip, düşüncesinden vazgeçti.

– “Selamün aleyküm evlat. Benim adım Mükremin.” diyerek elini Sadığa uzattı. Sadık selamı alıp, meraklı bakışlarla uzanan eli sıktı. Muharrem adamın ağzını açmasına fırsat bırakmadan;

– Sadık, bu emmi bize bi gaç gunnük bi iş teklif ediyo. Ben sana danışmadan ‘he’ demedim. ‘İş ne?’ dersen, böyükce bi nohut tallası varımış. Orda çalışacağak. Senin ağnıyacağan nohut yolacağak. Yeme, içme onnara ait. Gundelik iki gayme veririm diyo. Ben gabul edek diyom. Birez paramız olur. Üsdümüze, başımıza bi şeyler alırık. Ne dersin? Eğer gabul edersen irelide at arabası var emminin. Bizi alıp çütlüğüne gotürecek.

– “Ağnaşılan sen çokdan ‘temam’ demişin. Ben senin gararını bozmayım artık. Öyl’olsun. Gidek bakalım.” diyerek Sadık adamın yüzüne bir göz attı ve yürüdüler. Birisi sarı, diğeri beyaz iki atın koşulu olarak, harekete hazır durumdaki arabanın yanına vardıklarında, birbirlerine bir şeyler anlatıp gülüşerek bekleşen, üçü çocuk sayılabilecek yaşta, dört kişi daha vardı. Sadık selam verdi. İsimlerini söyleyerek uzattıkları ellerini tek, tek sıktı. Hep birlikte arabaya bindiler.

At arabasıyla bir saat kadar yol aldıktan sonra, büyük çam ağaçlarının arasından ilerleyen bir yolun sonunda, iki kanatlı, demir bir kapının önünde Mükremin Ağa arabayı durdurdu. Çocuklardan biri arabadan inip kapının kanatlarını açtı. Evin önünden fırlayıp avluyu koşarak geçen, kangalı andıran kocaman iki çoban köpeği havlayarak arabanın yanına kadar geldi. Mükremin Ağa, köpeklere isimleriyle hitabederek, onları susturduktan sonra arabayla hep birlikte avluya girdiler. Karanlık iyice bastırmıştı. Çevrelerindeki hiçbir şeyi seçemiyorlardı. Mükremin Ağa, yol boyunca hiç konuşmadan yanında oturmuş olan adama;

– Gasım, sen bu çocukları işliğe götür. Öteki işçilerle beraber garınlarını doyursunlar, yatacakları yeri de gösder. Sonra gel arabayı yerine çek, öteki işlerine bak. Ben de gidip ağama olanı biteni rapor ediyim. İşçilere de söyle, erken yatsınlar, diğnensinler. Işımadan tarlada olacağaz, unutmasınlar. Hadi bakıyım, iş başına.

Uyandırıldıklarında her yer zifir karanlıktı. Kenef kuyruğuna girdiler, sonra giyinip su pompasının başında el yüz yıkama kuyruğuna girdiler, işlikte sekilere sıralanıp, bir parça ekmekle beraber getirilen, birer tas mercimek çobasını kaşıkladılar ve avluda toplandılar. Az sonra Mükremin göründü, işçilerin karşısına geçti;

– Ben bu çifliğin kâhyasıyım. Çoğunuz adımı biliyonuz, Mükremin. En az sizin sayınız gadar avrat işçiler de aynı tarlada nohut yolacaklar. En ufak bi sarkıntılık duyarsam anında kovarım. Demedi demen. Beş, altı gunnük bi iş. İşden gaytarmıya çalışan görürsem, duyarsam onu da govarım bilmiş olun. Hadi şindi arabalara marş marş.

İki at arabası avluda harekete hazır bekliyordu. Sadık, göz ucuyla avludakileri saydı, yirmi kişi civarında işçi var görünüyordu. Taksim olup arabalara yerleştiler. Kâhyanın işaretiyle arabalar peş peşe hareket etti. On beş dakika kadar süren bir yolculuktan sonra nohut tarlasına vardılar. Ortalık yeni, yeni ağarmağa başlamıştı. Sadık, işçilerin çoğunun on beş, on altı yaşlarında çocuklar olduğunu, kendilerinden yaşlı sadece birkaç kişinin aralarında bulunduğunu fark etti. Üç, beş dakika kadar sonra iki araba daha geldi. Bu arabalardan da yirminin üstünde, çoğu çocuk sayılabilecek kadın, kız inmişti.

Tarla gerçekten çok büyük görünüyordu. Nohutun görünüşü ise, mevsim şartlarının çok uygun geçmiş olduğunun bir göstergesiydi. Sadık, köyde her yıl, bir tarla mercimek, bir tarla da nohut ektiklerini anımsadı. Hiçbir sene böyle güzel bir nohut mahsulü kaldırdıklarını hatırlamıyordu. Her kökte, kendi yetiştirdikleri nohutlarının en az iki katı nohut tanesi var görünüyordu. Nohut kökleri henüz tam olarak kurumamıştı. Bu yüzden yolmak zor olmayacaktı. Sadık içinden; “işallah toprak da yumuşakdır.” diye geçirdi.

Hanımlar tarlanın bir başından, erkekler öteki baştan işe koyuldular. Kuşluk vaktine kadar ara vermeden nohut yoldular. Sonra Kâhya Mükremin, bir sigara içimlik mola verdiğini söyledi. Çoğu işçi, tarlanın doğu sınırında bulunan, dört adet akasya ağacının gölgesine seğirti. Kadın ve kızların olduğu tarafta bir dere yatağı görünüyordu. Arkadaki tepelerden beri kıvrılarak gelip, nohut tarlalarına sınır olduktan sonra uzaklaşarak gözden kaybolan dere yatağı boyunca, eğri, büğrü gövdeleriyle yaşlı, genç söğüt ve kavak ağaçları sıralanmıştı. Sadık, daha önceden oraya yönelmiş olan birkaç kişinin peşinden, ihtiyaç giderebileceği düşüncesiyle dere yatağına yürüdü. Uygun bir yerden dereye inip gözden kayboldu. Kadınlar, dere yatağının kıvrımına denk düştüğünden, aşağıdan görülemeyen üst bölgesinde, erkekler aşağıda ihtiyaçlarını giderdiler. Sonuncu işçi de döndüğünde Mükremin Kâhya düdüğünü çalarak yeniden iş başı yaptırdı.

Nohut tarlasındaki çalışma altı gün sürmüştü. Bu arada Sadık ve Muharrem, başka pek çok gönüllü erkek işçinin yaptığı gibi, çiftliğe dönmeyip tarlada yatmayı yeğlemişlerdi. Böylece, hem yolda geçen zamanı tasarruf etmişler, hem de çok sevdikleri taze nohuttan bol, bol yeme fırsatı yakalamışlardı. Yedinci gün, kuşluk vakti yolunacak nohut kalmamıştı. Uçsuz, bucaksız bu koca tarlanın her yanında yüzlerce, kökleriyle birlikte sökülmüş, destelenmiş nohut yığını tepecikleri oluşmuştu.

Muharrem kazandıklarını hesapladığı 25 gaymenin, önemli bir para olduğunu düşünüyordu. Üzerine az bir miktar eklediklerinde kendilerine birer mintanla birer şalvar, hatta birer de çarık alabilirlerdi. Eğer kullanılmış mal satan bitpazarının yerini öğrenirlerse, hiç para katmadan da bunları alabileceklerini düşündü. Bu düşüncesini Sadığa da söyledi. O da uygun bulmuştu Muharrem’in bu düşüncesini.

– Sana bi şey deyim mi Muharem, ben bitbazarının yerini biliyom. Şeheri gezerken orayı da
gordüydüm. O böyük koplüye varırsak orayı bulmak çok golay.

– Ne eyi işde. Alacağamız parayınan başga şeyler de alabilirik o zaman.

– Ne alacağsak alak da yarın, en geç ağşam üsdü yola düşmemiz ilazım.

– Doğru diyon Sadık, epey zaman gaybetdik. Yarin ağşama gadar bu işleri bitirek gardaşım. Bitirek de bi an evel yola çıkak.

Vakit öyle saatlerine yaklaşmıştı. Sıcak her dakika etkisini artırıyordu. At arabaları hazırdı. Kâhya, arabalara binme talimatını verdi. Kısa bir kargaşanın ardından herkes arabalara yerleşmişti. Günün yorgunluğundan olacak, kimse ağzını açmadan, yarım saate yakın sürmüş olan yolculuk çifliğin avlusunda son buldu. İşçiler arabalardan indiler. Konuşmadan, sadece kâhyaya çevrilmiş olan bakışlarıyla, ondan paralarını beklediklerini, sabırsızlıkla haykırıyorlardı adeta. Kâhya içeri gitti. Bir süre sonra, elinde bir çanta ile tekrar binadan çıktı. Kapının önündeki küçük bir masanın arkasındaki, muhtemelen ayağının biri boşluğa geldiği için yamuk duran, iskemleyi düzelterek oturdu. Çantayı açtı, bir defter çıkardı, defteri açarak kadın ve kızların isimlerini okumağa başladı. İsmi okunan masanın önüne kadar ilerliyor, kâhyanın sayıp uzattığı parayı alıyordu. Sıra erkeklere geldi. Parasını alan, bir kere de kendisi sayarak uzaklaşıyordu. Sadık ve Muharrem’in ismi en sona kalmıştı. Onları okumadan kâhya masadan kalktı. Muharrem telaş ve heyecanla;

– Bizim adımızı okumadın. Sadığınan benim adımı okumadın.

– “Patronun emri, siziynen gonuşacakmış. Girin içeri, odasındadır şindi. Girince sağdaki ilk gapı.” diyerek çantasını alıp uzaklaştı.

Sadık, Muharrem’le birlikte kâhyanın tarif ettiği kapıyı bulup yavaşça tıklattı. İçerden gelen ses üzerine odaya süzüldüler. İçerdeki kocaman, kırmızı bir koltukta gömülmüş gibi oturan, uzun bir ağazlığın ucundaki sigaradan kıvrılarak yükselen dumanı izleyen bir adam;

– Hayırdır, kimsiniz siz? Ne isdiyorsunuz benden, söyleyin bakıyım.

– Ağam, Mükremin ağam seniynen gorüşmemizi söyledi.

Muharrem sözü aldı,
– Mükremin Ağa herkeşin parasını ödedi, bizimkini ödemedi. Seniynen gorüşeceğemişik.

– Ha! Şimdi ağnaşıldı. Siz şu asger gaçaklarısınız. Araşdırmasam bana sıradan vatandaşlar olduğunuzu yutduracakdınız değil mi? Amma ben yutmam. İşcilerimin neyin nesi, kimin fesi olduğunu araşdırmadan onlara iş vermem. Size acıdığımdan, candarmıya ihbar etmedim. Bir hafdadır, yediniz, içdiniz, yakalanma sıkıntısı çekmeden çifliğimde barındınız. Şimdi dutmuş bir de para isdiyorsunuz öyle mi? Sizin yerinizde olsam elimi öpüp hayır dualar ederek kimselere görünmeden buradan sıvışırım. Meraklanmayın, asger gaçağı olduğunuzu kâhyayınan benden başga bilen yok buralarda. Huzur içinde, endişe duymadan tüyün buralardan. Bu eyiliğimi de unutmayın. Benden size bir de baba nasihatı; hiçbir yerde, hiç kimseye asgerlikden söz etmeyin. Yerin gulağı vardır. Haydi şimdi, yolunuz açık olsun, selametle.

Sadık ve Muharrem kısa bir süre şaşkın, şaşkın birbirlerine baktılar, suçluluk duygusuyla kendilerini dışarı attılar.

Sadık, olup bitenlere bir anlam verememişti. Asker kaçağı olduklarını nasıl öğrenmiş olabilirlerdi ki? Duyduğu şaşkınlıktan, uğradıkları haksızlığın üzüntüsünü unutmuştu nerdeyse. Olayın bir açıklaması olmalıydı. Sadığın kafası bu düşüncelerle zonklamağa başlamıştı adeta. Dönüp Muharrem’i aradı gözleri. Beş, altı adım arkadan, sabit bakışlarla yürüyordu. Çfliğin avlusundan dışarı çıkmIşlardı. Sadık;

– Muharem, sen dün ağşam beniminen buluşmadan evel Mükremin Kâhyayınan neler gonuştun? Asgellikden heç söz etdin mi? Bunar nasıl öğrendi bizim gaçak olduğumuzu? Ben bi türlü akıl erdiremiyom.

– Gusura galma Sadık. Bu benim suçum. Ben bi bok yedim, bu ondan oldu. Gopasıca dilimi dutamadım. Mükremin bana nerden geldiğimizi sorunca, Yemen’de birliğimizin yok edildiğini ağzımdan gaçırdıydım. O da bana; “Bizim çiflikde kimse sizi arayıp sormaz meraklanmayın” dediydi.

– Aşgolsun Muharem. Hatay’daki emminin söyledikleri bi gulağandan girmiş, ötekinden çıkmış, doğrusu bıravı sana.

– Ne desen haklısın. Böyle olacağı heç aklıma gelmedi. Hakgımız haram olsun, ne deyim. O ağa denen herifin boğazına durur işallah.

– Bu sana bi ders olsun Muharem. Ağzından çıkacak her sözü ölçüp biçmeden söylemiyeceğen demekki gardaşım.

İkisi de daha bir söz söylemeksizin yürüyüşün temposunu yükselttiler.

Adana’nın o muhteşem tarihi köprüsüne vardıklarında güneş, günün son ışklarıyla Seyhan nehrinin ağır, ağır akan mavi sularında yakamozlar oluşturuyordu. Nehir boyunda sürdürdükleri yürüyüşlerinin temposunu düşürerek yürüyüşü bir gezintiye dönüştürdüler. Karşılarında duran bu eşsiz, bu muhteşem manzarayı seyretmek iyi gelmişti Sadığa. Bütün kötülüklere, savaşlara, haksızlıklara karşın hayat güzeldi, umut etmek güzeldi. Yaşadığı sürece iyi insanlarla, olaylarla, güzelliklerle karşılaşabiliyordu insan. Hayat bittiğinde ise her şey yok oluyor, bitiveriyordu. Ölüm kesinlikle bir bitiş, bir yokoluştu.

Bir hafta önce şehre ilk geldikleri, köprünün doğusundaki, meyve bahçelerine kadar yürüdüler. Büyükçe bir elma bahçesinin üst başında yer alan, önünde, ileri yaşlarda bir bayanla, saçı sakalı birbirine karışmış bir adamın oturduğu kulübeye yöneldiler. Kendilerini merakla süzen yaşlı adam;

– Buyurun gençler, bi şey mi soracakdınız?

Sadık;

– “Selamün aleyküm emmi. Biz bişey sormıyacağak da birer elma goparabilirmiyik? Dalda gorünce canımız çekdi. Garnımız acıkdı. Size sormadan goparmak isdemedik. Dalından vermek isdemezseniz yere düşmüş olannardan dan alabilirik.” dedikten sonra eğildi, baston gibi kullandığı sopasına dayanarak ayağa kalkmış olan adamın elini öptü. Sonra teyzenin elini öptü saygılı bir şekilde. Ardından aynı eylemi Muharrem de gerçekleştirdi.

– Bi elmanın, beş elmanın lafı mı olur çocuklar? İsderseniz hemi bahcayı gezin, hemi de canınızın çekdiği elmaları, isdediğiniz ağaçladan goparıp afiyetle yeyin. Benden yana helal olsun. Soğna da gelin, oturup sohbet edek, olmaz mı aslannar?

– Sağolasın emmi. Benim adım Muharem, arkadaşım da Sadık. Sizin gibi eyi insannar olmasa var ya, bu dünya heç çekilmez vallaha.

– Gevezeliği bırakın da gedip elmalarınızı goparıp yeyin afiyetle, hadi bakıyım.

Gençler fazla uzaklaşmadan, yakındaki ağaçlardan birkaç elma kopararak, tekrar kulübenin önüne döndüler.

– Benim adım Cafer, bu da benim gaşık duşmanı garı. Onun adı da Ümmü. Yazları bu bahceleri bekliyok. Bu bahcelerin çoğu Halim Ağanın. Biz bahceye bakıyok, Halim Ağa da sağolsun bize bakıyo, geçinip gediyok işde. Zaten şurda fazla bi ömrümüz de galmadı. Birer ayağamız çukurda.

– “Öyle deme Cafer emmi. Maşallah turp gibisin. Teyzem de öyle. Çoluk, çocuk yok mu, yaşlılıkda size bakacak?” diyerek sırayla gözlerine baktı Muharrem.

– Olmaz olur mu evlat. Bi oğlum, iki de gızım varıdı. Oğlum bıldır Çanakgale’de şehit düşdü. Gızlar desen evlenip getdiler. Böyük gızın gocası da gine Çanakgale’de galdı. Ötekinden iki yıldır heç haber yok. Öldü mü, galdımı kimse bi şey bilmiyo. Asgere getmeden oğlanı everdiydim. İki yıl karısıynan beraber oldu, emme çocukları olmadı. Soğna da asgere getdi işde. Gediş o gediş. Gelin anasında galıyo. Böyük gızdan üç, ötekinden bir, dört torunumuz var. Böyük gızım Halim Ağamın yanında çalışıyo. Guccük de başga bi ağanın yanında. Anaları çalışıp torunnarı böyüdüyo şimdilik. Ben de elimden gelen yardımı yaparım.

– “Allah Sabır versin emmi.” dedi Sadık. Ardından Muharrem de aynı dileği dillendirdi. Sadık, Çanakkale’de Osmanlının İngilizler ve başka milletlerle savaştığını işitmişti. Osmanlının savaşı kazandığını da duymuştu. Bir evden iki kişi birden şehit verecek kadar çok mu zayiat verilmişti? Merakını yenemedi;

– “Cafer emmi, bu Çanakgale nasıl bi harp ki hemi gazanmışık, hemi de, bi evden iki şehit verecek gadar çok şehit mi verdik?” diye sordu.

– Doğru söylüyon evladım. Çanakgale’de savaşı biz gazanmışık. İngilizleri Isdanbul’a sokmamışık. Emme çok şehit vemişik. Bizim buralardaki yakın koylerde benim duyduğum, tanıdığım elliye yakın şehit haberi geldi. Söylenennere gore Çanakgale’de yüz binden fazlaymış şehit sayımız.

– “Yüz bin mi? Yüz bin ne demek Cafer emmi yav? Goca bi ordu bu.” diyerek hayret ve şaşkınlığını gizleyemedi Muharrem.

– “Garşı tarafın gayıpları daha çok diyolar. Gaç dene böyük harp gemilerini batırmışık. Neyise çocuklar, Allah beterinden saklasın. Allah padişahımıza zeval vermesin, başımızdan eğsik etmesin. Yedi düvele garşı savaşıyo. Allah yardımcısı olsun, amin.” diye tamamladı sözlerini Cafer emmi.

Akşam Ümmü teyzenin pişirdiği patlıcan yemeğini, kulübenin önünde, açık havada ay ışığının ve yıldızların altında keyifle yediler. Cafer emmi, yemek yedirmeden bırakmamıştı bizimkileri. Sadık da, Muharrem de uzun zamandır ev yemeği yememişlerdi. Bu onlara çok iyi geldi. Sadık anasının pişirdiği etli patlıcan yemeklerini anımsadı. Anasını, kardeşlerini, sonra Asiyesini anımsadı. Hüzünlendi, gözleri buğulandı. Elinin tersiyle gözlerinden süzülmeye başlayan yaşları sildi. Ortalık fazla aydınlık olmadığından durumunu kimse fark etmedi. Ümmü ana yemeğin ardından koca bir sini dolusu erik, armut, şeftali ve elma getirdi sofraya. Sadık ve Muharrem her meyveden birer, ikişer yediler. İkisi de yılardır bu kadar çok doyduklarını anımsamıyorlardı. Muharrem;

– Ümmü Anam ellerine sağlık. Biliyon mu öyle çok doydumki bi hafda yemesem vallaha acıkman herhal.

– “Ben de öyle Ümmü Ana, ellerin dert gormesin, ellerine sağlık. Geçmişlerinizin canına dağsin. Gendimizi evimizde hissetdik. Allah goğnünüze gore versin.” diyerek Muharrem’i tasdik etti Sadık.

– Lafı mı olur çocuklar. Bizi çok sevindirdiniz. İnanın çok mutlu olduk. Keşgem bi gaç gün kalsanız. Ben size daha ne yemekler yapardım. Yeterki siz isdeyin.

Gülümseyen bakışlarıyla böyle yanıtladı Ümmü Ana.

Geceyi, elma ağaçlarının altına Ümmü Ana’nın serdiği çulun üzerinede, deliksiz uyuyarak geçirdiler. Uyanıp kalktıklarında Cafer Emmi de Ümmü Ana da çoktan ayaktaydılar. İhtiyaçlarını görüp, el yüz yıkamadan sonra Ümmü Ana’nın hazırladığı sofraya oturdular. Ümmü Ana’nın, değişik ot ve sebzelerden yaptığı, nefis sebze çorbasından doyuncaya kadar içtiler. Sofranın toplanmasında ona yardım ettiler. Sadık yardım edebilecekleri bir iş olup olmadığını sordu, olmadığı yanıtını alınca eğilip saygılı bir şekilde Ümmü Ana’nın elini öptü. El öpme faslı tamamlanınca Muharrem;

– Biz galkalım artık. Yolumuz uzun. Allaha emanet olun. Biz sizi heç unutmayacağak. Gendinize de eyi bakın. Allahaısmalladık. Haydi Sadık, vakıtlıca yola çıkıp birez yol alak.
Sadık, Ümmü Ana’nın hazırlamış olduğu çıkını, minnettarlık duygularıyla aldı ve buğulu bakışlarını Cafer Emmi’ye, Ümmü Ana’ya kısa bir süre çevirdi ve yürüdü.

***

Kâh açık bir arazide, kâh bahçelerin arasında, kısa molalar vererek, akşam vaktine kadar yürüdüler. Dinlenmek için, yanlarına kadar gelinmedikçe görülmeleri mümkün olmayan, bir dere yatağındaki çınar ağaçlarının altında mola verdiler. Çıkınlarını açarak Ümmü ananın koyduğu çökeleği yufka ekmeğe dürüm yaparak karınlarını doyurdular. Dere yatağınadaki su sızıntısını izleyerek ağaçların yukarısındaki su kaynağını buldular. Doyuncaya kadar su içtiler. Adana’da bitpazarından aldıkları mataraya su doldurdular. Sonra da ağaçların altına ölü gibi serildiler. Muharrem;

– Sadık uykun var mı?

– Eyi yorulmuşum Muharem, yere uzanıncı ne gadar yorulduğun daha bi ağnaşılıyo, emme uykum yok şindilik.

– Yav gardaşım aklım bişeye dakılıyo, sana da söyleyim; yol boyunca garşılaşdığımız insanar ne gadar eyi insannarıdı. Böyle bakarsan dünyada kotü insan yok. Emme bu harpleri, bu ölümleri, ayrılıkları kim icat ediyo, kim çıkarıyo ağnıyamıyom bi tüllü?

– Herkeş eyi olsa dediğin doğru da, kotüler de var. Misal bizim nohut ağası. Bizi tehdit etdi, paramızı vermedi. Bence guçlü olannar aynı zamanda kotü olannar. Guçlü oldukları için de hak, adalet tanımıyolar. Yağnış da olsa dediğimiz dedik, çaldığımız düdük diyolar. Gavga, gurültü, hatda harpler bile bu guçlülerin dayatmasından çıkıyo bence. Senin koyünde, benim koyümde bile öyle olmuyo mu? Guçlü istediğini yaparken zayıf bi şeye elini uzatsa eli hemen yanmıyo mu?

– Doğru diyon da, pekey bunun önüne nasıl geçilecek? Ne zaman haklıya hakgı verilecek, ne zaman haksız olana arka çıkılmıyacak?

– Vallaha bilmiyom Muharem. Dünyanın düzeni böyle gardaşım. Her zaman kötülerin dediği oluyo. Kotüler de, dediğim gibi guçlüler. Aslında bence azınlıkdalar. Emme bi guçlü bin guçsüze hökmedebiliyo.

– Vay anasını be! Şu işe bak! Bize söylenennere bakılırsa Allahu Taala, Peygamberimiz, Guran-ı Kerim hakdan, adaletden yana. Emme kimsenin bunnara aldırdığı, bunarı dakdığı yok ki arkadaş.

– Bu dediğim guçlüler var ya, Allahı da, peygamberi de, Guranı da ceblerine koymuşlar, işlerine geldiği gibi çıkadıp harcıyolar. Guçsüzleri yapdıklarının doğruluğuna inandırmak için ayetler, hadisler uyduruyolar. Kimse ayeti, hadisi bilmiyo ya nasıl olsa. Bu da onarın işini kolaylaşdırıyo.

– Vallaha ne diyeceğemi bilemiyom. Biz nasıl bi dünyada yaşıyok ki böyle? Birinin çıkıp bu gedişe dur demesi ilazım. Daha neriye gadar gidecek bu böyle?

– “Boş ver şindi bunarı, hadi birez uyuyak, soğna da yola çıkarık.” diye konuşmayı sonlandırdı Sadık.

Gecenin bir yarısında Muharrem uyandı. Dolunaya evrilmiş olan ayın parlayan ışığı ortalığı yeterince aydınlatıyordu. Yürümeye çok uygun bir ortam olduğunu düşündü. Yüzükoyun, ölü gibi yatmakta olan Sadığı uyandırmak için omzundan tutup birkaç kez sarstı.

– Sadık, Sadık uyan hadi lan. Uyan artık, yeter uyuduğun gardaşım. Yola çıkma vakdı. Serinnikde birez yol alsak eyolur.

Sadık kollarına dayanarak dönüp oturdu. Gözlerini oğuşturdu. Ayağa kalkıp, esneyerek şöyle bir gerindi.

– Eyi etdin de uyandırdın Muharem yav. Bana galsa guneş gozüme düşene gadar uyanamazdım vallaha.

Ortalık aydınlandıktan sonra başladıkları yürüyüşü, uzaktan görünen birkaç köy dışında kimseyi görmeden, kuşluk vaktine kadar sürdürdüler. Hasadı bitmiş geniş buğday tarlalarını, yeni, yeni çiçek açmağa başlamış pamuk tarlarını geride bıraktılar. Artık önlerindeki arazinin görüntüsü yer, yer tepelerle, derin çukurlarla farklılaşmağa başlamıştı. Uzakta, karşılarında daha yüksek tepeler, dağlar gözüküyordu. Toroslar dedikleri dağlar orası olmalıydı. Zamanla oralara da varıp, o dağları da aşacaklarını aklından geçirdi Sadık. Hayli yorulmuşlardı. Güneş te yakıcı etkisini giderek artırıyordu. Bir şeyler yeyip, biraz dinlenmeleri iyi gelecekti. Sadık Muharrem’e, kurşun atımı uzaklıkta görünen bir ağacı işaret ederek;

– Muharem, şu irelide gozüken ağacın altında birez mola versek mi, ne dersin?

– Vallaa, çok eyi olur. Hemi yoruldum, hemi de guneş fena yakıyo. Çıkınnarımızda bi öyünnük yiyecek galdıydı. Onu da yerik orda. Ben birez acıkdım. Sen acıkmadın mı?

– Olur, bende acıkdım da, o da bitinci ne olacak bilmiyom.
– Allah Kerim be Sadık. Düşünsene biz buruya gelene gadar ne açlıklar gördük. Ne vartaları atlatdık beraber. Bundan soğna olacaklarıun da üsdesinden gelirik evelallah.

– Buruya gadar hep şanslıydık Muharem. Duva et de şansımız dönmesin.

– Ben her zaman duva ediyom. Sesim çıkmıyosa bilki duva okuyom, ağnadın mı canım gardaşım?

Yaşlı Ahlat ağacının gölgesine oturup çıkınlarındaki kalan peynir-ekmeği ve son iki elmayı yediler. Mataradan su içtiler, ellerini başlarının altına yastık yaparak sırt üstü uzandılar. Kısa süre sonra da uykuya daldılar.

Güneş batmadan önce uyandılar. Gerindiler, esnediler, kalkıp yola düştüler. Sadık;

– Zabaha gadar yörüyek Muharem. Tabii bir gaç ufak defek mola veririk. Isıcakda yörümek zor oluyo gardaşım.

– Olur. Bana gore hava hoş. “Ben yorulmam” diyosan. Ben gece de giderim, gundüz de.

– Yarından soğnaki gece ay tam dolunaya dönecek zannedersem. Gece daha golay giderik. Bakarsın dağan eteğine varmışık.

– Ben yorulma nedir bilmem aslanım. Sen nasıl isdiyosan o şekilde giderik, temam mı?

– Eyi ozaman, hadi davran öyleyse.

Gerçekten de dediklerini aynen uyguladılar. Üç defa kısa mola vererek, gece boyunca yürüdüler. Yol sık, sık bir dere yatağından, çalılık bir bayırdan, bir mısır ya da pamuk tarlasından geçerek tepelere uzanıyordu. Ama yüksek tepeler hala çok uzak gözüküyordu. Tepelerin eteğine ulaşmak için en az iki gün daha yürümeleri gerektiğini tahmin ediyordu Sadık. Geriye dönüp baktı. Göz alabildiğince, Adana tarafına uzanan bir düzlük görünüyordu. İçinden; “Çukurova dedikleri bura olmalı.” diye geçirdi.

Ortalık alaca karanlıktı. Yüz adım kadar uzaklarından geçen, sayıları bir düzüne kadar olan, bir domuz sürüsü gördüler. Onlara karşı nasıl savunacaklarını bilmediklerinden, bir çalının arkasında sessizce, uzaklaşmalarını adeta nefeslerini tutarak beklediler. Domuzlar gözden kaybolunca, sağı, solu kolaçan ederek, gizlendikleri çalının arkasından çıktılar ve yollarına devam ettiler. Tepelerin ardından, altın sarısı ışıklardan oluşan sayısız kollarını her yana uzatarak, bütün doğayı uyandıran, tatlı kıpırtılarla kucaklaştıran muhteşem bir yaz güneşi, altından bir tepsi gibi kendini göstermişti. Yaşadığı bunca zorluklara karşın Sadığın içi bile bu manzara karşısında huzurla, sevinçle doldu.

– Yav Muharem, guneşin doğuşu sana da huzur veriyo mu? Böyle zabahlar bana her şeyi unutduruyo biliyon mu? Sanki o çileleri, sıkıntıları heç çekmemiş gibi oluyom.

– Eh! Senin gadar olmasa da böyle zabahlar bana da eyi geliyo. Bi de seniynen beraber olmak da bana huzur veriyo. Yalınız olsak var ya, içimiz de, gafamız da böyle irahat olmaz. Birez de birbirimizden aldığımız gucünen irahatık. İşallah melmeketlerimize varana gadar birbirimizden ayrılmak.

– Sana bi şey deyim mi? Eve vardığımız zaman ilk fırsatda seni gormüye gelmek istiyom. Hemi de size Asiye’minen geleceğem Allah izin verirse Muharem.

– İnan benim de gaç kere aklımdan geçdi. Aylece şöyle size gelmişik, senin, Asiye bacımın misafiri olarak, düşünsene, ne hoş olur. Yaparık bunu be Sadık, neden olmasın ki?

– O zaman söz ver. Ben sana dinime, imanıma söz veriyom. Sağ galırsam geleceğem lan.

– Ben de sana söz veriyom, dinime, imanıma, Allahama, kitabıma söz.

İçten gelerek birbirlerine söz verdiler. Bir molaya gereksinimleri vardı. Yürürken, gözlerden ırak, gölgelik, birazcık uyuyabilecekleri bir yer belirlemek vardı kafalarında. Böyle bir yeri bulmaları fazla uzun sürmedi. Üstüne üslük küçük bir kaynak ta vardı önlerinde. Çevre zaten makilikti, gölgeden bol bir şey yoktu.

Yüzükoyun yere yatarak buz gibi kaynak suyundan kana, kana içtiler. Yiyecek bir şeyleri kalmamıştı ama, çok fazla da açlık hissetmiyorlardı zaten. Çevredeki, pek çok değişik kuş seslerinin ve böçek seslerinin karışımından oluşan bir koroyu dinleyerek, mutlu ve huzurlu bir ruh haliyle, birer ağacın gölgesine uzandılar. Çok geçmeden ikisi de usul, usul horlamağa başlamışlardı.

Her zaman olduğu gibi yine önce Muharrem uyanmıştı. Güneş batıdaki dağlara doğru eğilmişti. Sadığın dizlerinden aşağısına güneş düşüyordu. “Biraz daha uyanmasaymışım Sadık ısıcakda gavrılacakmış” diye geçirdi aklından. Akşama daha birkaç saat var gibi görünüyordu. Acıktığını ve susadığını duyumsadı. Sadığı sarsarak uyandırdı.

– Hadi galk gayli uykucu gardaşım, nerdeyse ağşam olacak. Yiyecek bi şeyler bulmalıyık. Ben eyice acıkmışım. Sen acıkmadın mı?

Sadık gözlerini oğuşturarak, esneyip gerinerek yerinden doğruldu.

– Uykumu alamıyom bi tüllü Muharem yav. Bıraksan, kimbilir daha gaç saat uyurum vallaha.

– Eyi de bu yollar uykuda bitmez, biliyon. Galk, evela yiyecek bi şeyler bulsak eyolacak.

– Ne var da ne bulacağak ki?

– Sana inanamıyom Sadık yav. Biz seniğnen çölde bile bi şeyler bulduk, yedik. Helbet burada da buluruk yiyecek bi şey. Hadi kalk, önce bi su içek, soğna bakarık. Bu ağaçlık yerde muhakgak yenecek bi şeyler vardır.

Kaynağın yanına indiler, yatarak sularını içtiler, bayır yukarı ağaçlıkların, çalılıkların arasında yiyecek aramağa koyuldular.

Bildik bir dikenli çalıda buğday tanesi büyüklüğünde, mor renteki çalı üzümünü görüp sevindiler. Bu meyveyi ikisi de yakından tanıyordu. Yaz ortalarında kırda, bayırda rastladıklarında bu çalının meyvesini koparıp avuç, avuç yerlerdi. Ekşimsi, hoş bir tadı vardı. Muharrem eline batan dikenlerin acısına ardırmaksızın, çalı üzümünü avuçlayıp ağzına doldurdu. Anında da suratının şekli değişti. Hepsini ağzından dışarı püskürttü. Sadık gözlerini açmış, merak ve şaşkınlıkla Muharrem’i izliyordu.

– N’oldu Muharem, beğenmedin mi dadını?

Muharrem ardı ardına birkaç kez daha tükürdükten sonra;

– Oğlum Sadık, bu bizim bidiğimiz çalı üzümü filan değel gardaşım. Bu tam bi zehir. Bırak bi avıç yemeyi, bi adamı zehirlemiye bi denesi bile yeter vallaha. İnanmıyosan bana, dene bi.

Sadık elideki üzümlerden bir tanesini ağzına aldı. Anında o da tükürdü. İkisi de çalıyı incelediler. Kendi köylerinin dağlarındaki çalıdan tek farkı yapraklarının rengi idi. Kızamık çalısı olarak bildikleri çalının yaprağı mora yakın pembe olurdu. Bu çalınınki sarıya yakın yeşildi. İkisi de şaşkın, dönüp çalıya baka, baka uzaklaştılar. Biraz daha yukarı tırmandıklarında, çalıların arasından boy atmış olan, bodur alıç ağaçlarındaki meyvelerin sararıp olgunlaştığını gördüler. Meyvesi en iri olan ağacı seçerek toplamağa başladılar. Yeterince, dalından koparıp yediler. Çıkınlarını, alabildiği kadar, alıçla doldurdular. Tekrar kaynağın başına indiler. Bir kez daha su içtikten sonra Sadık matarayı doldurdu. Şimdi yola düşmeye hazırdılar.

Güneş tepelerin üzerine eğilmiş, çalıların gölgesi uzadıkça uzamıştı. Yürüdükleri yönde bilinen anlamda bir yol yoktu. Daha çok kullanılmış olduğunu düşündükleri patikayı izleyerek yürüyorlardı. Bu gece sabaha kadar yürüyebilirlerse ki yürümeğe kararlıydılar, güneş doğduğunda dağların eteğine varmayı umuyorlardı. Mevsim gereği, vahşi yaban hayvanlarının saldırısına uğrayabilecekleri pek akıllarına gelmiyordu. Bu hayvanlar için bu mevsiminde yiyecek bulmanın zor olmayacağını ikisi de biliyordu. Çok şükür şu ana kadar eşkiyayla da karşılaşmamışlardı. Güneşin yakıcı etkisi de kalmadığına göre rahat ve huzur içinde yürümeyi sürdürebileceklerdi.

Dolunayın aydınlığında patika yolda kolaylıkla yürüyorlardı. Sadığın Asiye’sine kavuşma umutları her zamankinden daha da fazlaydı. Adeta ona yaklaştığını duyumsuyordu. İçinde tanımlanamaz bir çoşku vardu. Bu duyguyu Muharrem’le paylaşmak istedi.

– Muharem, içimde garip bi his var yav. Memlekete, koye yaklaşmışık gibi. Sanki bi gaç gün soğna yolumuz bitecek de Asiyeme, evdekilere gavışacak gibi bu duygu. Garşımızdaki şu Toros mudur nedir, dağların ardı sanki bizin köyümüş gibi geliyo bana. Ne diyon? Doğru olabilir mi bu?

– İşallah öyledir gardaşım. Keşgem dediğin gibi olsa. Hatay’daki emmiler, “Daha çok yolunuz var” dediydiler, unutma. Emme yolun yarıdan çoğunu geçdik, bundan guşgum yok. Bu gadarını başardıysak galanını da başaracağak, guven bana.

– Düşünsene, mesela on gun soğna garın, çocukların seni garşılarında gorüyolar, şaşgınnıkdan guccük dillerini yutarlar herhal değe mi?

– Çocuklar beni nerden tanıyacak oğlum? Dışarıda gorsem, helbet ben de onarı tanıyamam. Emme anam, garım çok şaşırır, çok sevinirler tabi. Anacığım anında bi horuz gurbanı keser vallaha. Ertesi gunü de halam davet eder, o da bi tavuk keser biliyon mu.

– Desene, koye varınca davetden davete goşuşdurarak, grallar gibi ağarlanacaksın.

– Herhal sizin oralarda da öyledir Sadık yav? Esgerden döneni yakınnarı davet etmez mi sizin koyde?

Uzun süre köylerinden, ailelerinden, adetlerinden, yakın akrabalardan, kendilerini bekleyen işlerden konuştular. Patika yavaş, yavaş dikleşiyordu. Çevredeki çalılıklar şimdi daha sık, arada bir aralarından bodur çam ağaçlarının yükseldiği, ormanımsı bir görüntü sergiliyordu. Hafifçe esen poyrazın çalılıklarda çıkardığı tatlı hışırtıları saymazsanız doğa derin bir uykuya dalmış gibiydi. Duydukları tek ses kendi ayak sesleriydi.

Yorulmuşlardı. Gecenin tam ortasında bir süre dinlenmek için mola verdiler. Bir kayanın üzerine oturdular. Sol yanlarına düşen Torosların silueti şimdi daha yüksek, heybetli daha ürkütücü görünüyordu. Sadık, “her hal yarın ağşam o dağa sarmış oluruk” diye geçirdi aklından. Sonra Cafer Emmi’nin söyledikleri geldi aklına. “Hep dere yatağanı tagıp edin. O sizi dağın eteğine gadar gotürür. Evela şunu eyi bilin; Dağı her isdediğiniz yerden aşamazsınız çocuklar. İki ana yol var. Biri, dağdaki koylere gider, öteki de …. gider. Bana sorarsanız dağ köylerine giden yolu dutun derim. Yolun üsdündeki koyler Yörük koyleridir, tanrı misafirini seveler. Gorkmadan, çekinmeden gonaklıyabilirsiniz o koylerde. Eteğe vardığınızda birez yüğsek bi yere çıkıp bakarsanız iki yolu da göreceksiniz. Solda olan yolu dutun siz. İşde o yol koylere çıkar.” demişti.

– Muharem, ne dersin, yarin ağşamüsdü Torosların eteğine ulaşmış olabilir miyik?

– Vallaha, buradan yakın gibi gorünüyo, bence varırık. Bi terslik çıkmazsa Alahan iziniynen yarin gece dağa sararık.

– Dağı aşma gonusunda Cafer Emmi’nin söyledikleri aklında değel mi? Yağnış bi yola girmiyek, dikgat et de.

– Helbet dıkgat ederim, hele bi oruya varak da.

Şundan bundan bir süre daha gevezelik ettiler. Ufka doğru hızla kayan ayın ışığı yokolmadan, gidebilecekleri en uzun mesafeyi katetmek üzere, tekrar yürüyüşe geçtiler.

Kuşluk vaktine kadar, mola vermeden, yürüyüşlerini sürdürdüler. Dağın eteğine ulaşamamışlardı. Birkaç saat içinde ulaşmaları da mümkün görünmüyordu. Gece boyunca sanki yol almamışlar gibi bir görüntü vardı. Bazen birkaç yüz adım uzaktan, bazen kenarından hatta içinden yürüyerek, bazen de karşı tarafa geçerekten dere yatağını izlemeyi sürdürdüler. Dağ eteğinin hala uzakta görünmesine az da olsa canları sıkıldı. Sadık, mesafeyi bu kadar hatalı kestirmiş olmasına şaştı. Arazinin engebeli olmasına bağladı hatasını. Muharrem’e dönerek;

– Mola verek mi Muharem? Isıcak gendini gosdermiye başladı. Sağlam bi golge (gölge) bulak, birez alıç yeyip uyuyak, olmaz mı?

– Torosların eteğine bu gun varamıyacağak ya, canım sıkıldı yav. Yarin ağşam varabilsek bari. Adanadayken bakınca iki gunnük yol gibi goründüydü bana. Bi hafdadır varamadık, bak.

– Yav Muharem, ben ne diyom sen neden bahsediyon. Yorulmadın mı? Gannın acıkmadı mı? Diğnenmiye ehdiyacın yok mu gardaşım?

– Temam, temam. Şu irelideki ağaçların kolgesine oturak. Buralarda alıçdan başga yiyecek şeyler de vardır belki. Emme öyle yorulmuşum ki çıkıp arıyamam doğrusu.

– Hele ben¸ bi oturursam bi daha yerimden galkamam valla. Yani yemeğemiz gine alıç.

– Ona da şukür Sadık. Soğolcan kebabını unutma.

– Allah bi daha o gunneri gosdermesin işallah.

Ağaçların gölgesinde, kurumağa başlamış otların üzerine çöktüler. Sadık çıkını çözdü, bir okkadan daha fazla olduğunu düşündüğü alıcı önlerine serdi. Hepsini yediler. Midelerinin kazınması geçti. Sırt üstü, otlardan oluşmuş yataklarına uzandılar. Birkaç dakika içinde karmakarışık rüyalar görmeğe başlamışlardı bile.

İkindi vakti sonrası uyanıp dağlara doğru yola koyulduklarında, arkalarından esen bir rüzgârla birlikte gök yüzünde, kuzeye doğru ağır, ağır ilerleyen parçalı bulutlar görünmeğe başlamıştı. Muharrem;

– Şu gordüğün bulutlar var ya, ağşama gadar çoğalacak. Bunnar yağmur buludu. Goreceğen bu gece, ya da en fazla yarına yağmur var Sadık.

– Olsun, çokdandır yağmur yüzü gormedik. Her şeyin suya ehdiyacı var. Bitgiler, ağaçlar, hayvannar, her şey yağmur bekliyo. İşallah yağar.

– Bende senin gibi düşünüyom. Gerçi yörüyüşümüzü birez zorlaşdırır emme, sığınacak bi yer bulur geçmesini beklerik. Hatda soyunup yağmurun altında, yağmurunan çimerik. Ne hoş olur değe mi?

– Doğru diyon vallaha, niye olmasın ki? En son Hatay’daki ırmakda çimdiydik.

– Hemi de, orda çarşıdan aldığın sabununan birbirimizi adamakıllı sabunnadıydık ne gozel değe mi? Galan sabun yanımda, yağmurun altında da sabunnanırık, olmaz mı?

– Olur helbet, yaparık valla:

Giderek artan bulutların da etkisiyle karanlık erkenden bastırdı. Önlerindeki tepeyi aşarak dağın eteğine biraz daha yaklaşmış olmak için adımlarını hızlandırdılar. Bulutlar gökyüzünü tamamen kapladığı için gece çok karanlıktı. İki adım önlerini göremeden, karambole yürüyorlardı. Önlerindeki taşları göremediklerinden sık, sık tökezliyorlardı. Sadık bu yüzden, iki kez yere kapaklanmıştı. Bir yerlerde mola vermelerinin daha doğru olacağını düşünüyordu.
Muharrem’e;

– Muharem, bu böyle olmıyacak gardaşım. Mola versek diyom. Basdığımız yeri heç goremiyok. Düşüp bi yerimizi sakat edeceğek. Sen de ben de gaç kere yere gapaklandık. Bi tarafımızı gıracağak deyi gorkuyom valla.

– Geç otur şuruya, yani olduğun yere çök. Mola vermek için bu zifir garannıkda uygun bi yer arıyacak halımız mı var?

İkisi de bulundukları yere çöktüler. Bir süre şundan, bundan konuştuktan sonra uyuya kaldılar.

Yüzlerine ve vücutlarının açık yerlerine düşen yağmur damlalarıyla uyandılar. Daha korunaklı bir yer bulabilmek umuduyla çalılıkların içerilerine doğru ilerlediler. Çakan şimşeklerin aydınlığından yararlanarak, uygun gördükleri bir çalı kümesinin altına sığındılar. Ortalık, durmadan çakan şimşeklerin aydınlattığı çevre ve kapkara bulutlar, atmışbeşlik sahra topları gibi patlayan ve yeri göğü yaran, yırtan, inleten gök gürültüleriyle sarsılıyor, birbirine giriyordu. Simsiyah gökyüzünde, alevden oluşmuş kamçılar gibi yalabıyan şimşeklerin ardından gelen her patlama Sadığı, her seferinde yerinden hoplatıyor, sıçratıyor, ürkütüyordu. Sadık, gökgürültüsünden, özelikle de patlama şeklinde olanlarından, çocukluğundan beri korkar, ürkerdi. Çocukken, şimşekler çakıp gök gürlemeye başlayınca, koşup anasının eteğine sarınır, saklanırdı. Gürlemeler uzaklaşıncaya kadar eteğin altından çıkmazdı. Adile kadın oğlunun başını şefkatle okşar, korkacak bir şey olmadığını söylerdi. Şimdi de o aynı duygularla, başını Muharrem’in omzuna dayamış, sanki onun desteğine ihtiyacı varmış gibi, ona sokulmuştu.

Yağmur damlaları giderek sıklaştı. Bir süre, şimşekler ve gök gürültüleri ile birlikte artarak sağanak halini aldı. Sonra, pirinç tanesi büyüklüğünde kırcı yağışına çevirdi. Beş dakika geçti geçmedi doluya dönüştü. Önce nohut, sonra fındık büyüklüğünde yağan dolu azdıkça azdı, neredeyse ufak ceviz büyüklüğünde yağmağa başladı. Çalı dallarının arsından geçerek Sadığın ve Muharrem’in vücuduna kadar ulaşmayı başaran dolu taneleri, çocukların canını yakıyordu. Hele de kafasına isabet eden iki tanesi, sapan taşı yemiş gibi acı hissettirdi Muharrem’e. Dolu dininceye kadar ikisi de kafalarını elleriyle korumağa çalıştı.

Yarım saat kadar süren bu yağmur ve dolu yağışı, her taraftan gürül, gürül akan derecikler oluşturmuş, aşağıdaki dere yatağını coşturmuştu. Her yandan akan küçük dereciklerle beslenen ve dere yatağını taşıran sel sularının gümbürtüsünü rahatlıkla duyuyorlardı. Şimşek parıltıları ve ardından patlayan gök gürültüleri yavaş, yavaş kuzeydoğuya doğru uzaklaşıyordu. Bir süre sonra, o şiddetli dolu yağışı yerini, sicim gibi ince, ince yağan yağmura bırakmıştı. Çalıların koruması altında olsalar da bizimkiler sırılsıklam olmaktan kurtulamamışlardı. Üstlerindeki gömleği de çıkartıp, çalıların altından açığa çıktılar. Yağmağa devam eden yağmurun altında, önceden akıllarından geçirdikleri gibi, sabunlandılar. Ama şansları yaver gitmedi. Üzerlerindeki sabunu tam olarak arıtamadan yağmur tümden durdu. ‘Belki tekrar yağar’ düşüncesi de bir sonuç vermeyince mintanlarını, yarı sabunlu vücutlarının üstüne giydiler.

Kara bulutlar, yüklü oldukları şimşeklerini ve arkasından gelen gök gürlemelerini de alıp kuzeydoğudaki dağlara doğru uzaklaşmışlardı. Uzaklarda çakan şimşekler artık Sadıkların bulunduğu yerleri aydınlatmaktan uzaktı. Gök gürültüleri de çok sönük geliyordu gençlerin kulağına kadar. Uzunca bir süre yerleri kaplamış olan dolunun eriyip, yok olmasını beklediler.

Bulundukları bölgenin toprak özelliğinden olacak, onca yağmurun ve dolunun ardından yerlerde çamur namına bir şey oluşmamıştı. Bastıkları toprak sanki hiç yağmur yağmamış gibi ayaklarında bir dirhem çamur bırakmıyordu. Bu durum onların ‘yürümeğe devam’ kararı vermelerine neden oldu. Dere yatağına doğru indiler. Dere hâlâ yukarılarda yağmaya devam eden sağanağın, sel sularını taşıma görevini sürdürüyordu. Karanlıkta kayıp, dereye düşme olasılığına karşı, en az elli adım uzaktan dereyi izleyerek yürüdüler.

Güneyden beri göğü kaplamış olan bulutların dağılmağa başladığı, yer yer yıldızların her zamankinden daha parlak bi şekilde kendilerini gösterdiği mavi gökyüzünün ve arada bir dolunayın görünerek yollarını aydınlattığı bir gecenin ortasındaydılar şimdi. Birazdan, üzerlerindeki bulutların tümden yok olacağı, yıldızların ve dolunayın parlayan aydınlığında rahat bir yürüyüş yapabilecekleri düşüncesi geçti Sadığın aklından. Bu düşüncenin verdiği şevk ve huzurla adımlarını hızlandırdı.

Bütün bir gece yürümüşlerdi. Güneş doğduktan sonra, kısa bir molanın ardından, yürüyüşlerini öğleye kadar sürdürdüler. Gece yağan sağanaktan kaynaklanan serinlik, o saatlere kadar etkisini sürdürmüştü. Bu yüzden güneşin sıcağından çok etkilenmediler. Ağızlarına yirmi dört saatten fazla bir süredir bir şey koymamışlardı. Mideleri kazınıyordu. Bir şeyler bulup karınlarını doyurmaları gerekti. Sadık akıl edip, erimeye yüz tutmuş doludan avuç, avuç mataraya doldurmasa suları da kalmayacaktı. Patikanın kenarındaki bodur bir çam ağacının altına oturdular. Sadık;

– Muharem, senin garnın acıkmadı mı? Heç sesin çıkmadı. Vallaha, ben gurt gibi acıkdım.

– Acıkmam olur mu, oğlum. Midem gart, gart gazınıyo. Yiyecek bi şey varıdı da yemedik mi sanki?

– Birez diğnenek de, soğna gakıp yiyecek bulmuya çıkak. Helbet buluruk bi şey.

Makilikte tanıdık, tanımadık çeşitli yabani meyve bulunmaktaydı. Bildik meyvelerden yediler. Tanımadıklarına temkinle yaklaşarak, tadına baktıktan sonra yediler ya da yemediler. Buldukları bir tür ahlat ağacının olgunlaşmağa başlamış meyveleri en favori yemekleri oldu. Muharrem;

– Yav Sadık, ahlat sizin dağlarda da vardır, değe mi?

– Helbet de var. Guzün, çocuklar toplanır ahlat toplamıya giderdik. Olmuşları yerdik, olmamışlar da toplardık. Bi hafta, on gun içinde onar da gararır, yumuşayıp olgunnaşır, öyle yenirdi.

– Bu ahladın cinsi başga herhal. Çünkü şindi ahlat mevsimi değel. Dediğin gibi, guzün yenilir bu meyva.

– Boş ver bunarı, eyiki de şindi olgunnaşmış. Buralar bizim oralardan daha ısıcak ya, o yüzdendir.

– Doğru diyon vallaa. Ne gozel garnımızı doyurduk işte.

Uyumak için yine çam ağacının altına dönüyorlardı. Önlerinden, uzunluğu bir kulaçtan fazla, bir yılanın kıvrılarak geçtiğini fark ettiler. Sadık yılandan korkmazdı. Birkaç kez eliyle yakalamış ve öldürmüştü. Aklından, yılanı yakalamak ve güzel bir yılan kebabı yemek geçti şimşek gibi. Muharrem’e;

– Muharem hadi yardım et şunu yakalıyak.

Muharrem ne yapacağını bilemeden, korkulu gözlerle yılanı izlerken Sadık yerden aldığı iri bir taşı yılanın kafasına fırlattı, isabet ettiremedi. Kuyruğundan yakalamağa çalıştı. Yakaladığını sandığı bir anda yılan çalıların arasına akıp kayboldu.

– Ah be Muharem! Yakalıyabilseydik çok hoşuna gidecek bi yılan kebabı yapardım sana. Şansımız yoğumuş, gaçırdık.

– Sen heç yılan yedin mi Sadık?

– Bi kere yediydim. Hasdalandım, yılan eti eyi gelir demişler anama. O da koyün çocuklarına; “Yılan yakalayıp getirene beş yumurta vereceğem” demiş. Onlar da guccük bi yılan yakalamışlar, getirmişler. Onu anam yüzüp gavurdu, ben de yedim. Hatırlıyamıyom emme lezeti çok kotü değeldi.

– Ben heç yemedim, sonuçda o da et işde. Olsa da yesek keşke.

Çam ağacının altına gelip sırt üstü uzandılar ve uyudular.

Akşam yaklaştığında başlattıkları yürüyüşü, beşer onar dakikalık dinlenme molalarını saymazsak, güneşin doğuşuna kadar sürdürdüler. Nihayet toroslara ulaşmışlardı. Birkaç yüz metre yukarılardan başlayan çam ormanlarının koyu yeşil örtüsü yolculuğun zor geçeceğini düşündürdü Sadığa. Hiç bilmediği bir ormanda yol bulmak Sadığı her zaman korkuturdu. Ama Muharrem’e bundan söz etmeyi uygun bulmadı. Doğu yönünde, bir kilometre kadar uzaklıkta bir köy görünüyordu. Muharrem;

– Sadık birimiz şu koye gadar getsek bence eyi olur. Hemi yolu oğrenirik, hemi de belki birez yiyecek temin ederik.

– Aslına bakarsan ikimiz de gidebilirik. Baksan ya, yokarısı orman gozüküyo. Yolu bilmeden dağı aşmamız çok zor. Koylülerden yolu öğrenmemiz ilazım.

– Öyleyse beraber gediyok koye.

– Az birez oyalansak mı? Zabah, zabah yatıyo olmasınlar?

– Amma yapdın ha Sadık, koylünün gun doğmadan ayakda olduğunu sanki bilmiyon değe mi? Koydeyken bu saate gadar yatıyo muydun yoğsa?

– Olur mu lan? Ortalık ışımadan işe goyulurdum.

***

Köyün üst başında, özensizce örülmüş taş duvarlarla çevrili, geniş bir avlunun açık kapısından içeri adım atar atmaz, havlayarak üzerlerine doğru gelen, av köpeği görünümlü, bir köpeğin şokuyla avludan dışarı fırladılar, kapıyı kapattılar. Kapının öte yanında, ön ayaklarıyla kapıya tırmanmış köpeğin hırslı havavlamalarını sürdürmesi üzerine evin kapısı açıldı. Avlu kapısının kırık tahta deliğinden, kafasında beyaz bir takke, beli bükük, elinde bastonu, aksakallı yaşlıca bir adam kapıda belirdiğini gördüler. Boşta olan elini gözüne siper ederek avlu kapısına dikkatle bakan adam;

– “Kim var orda?” diye kısık bir sesle seslendi. Muharrem, avlu kapısının sağ tarafında, aralıklı ince ağaçlarla yapılmış çitin önüne vardı;

– Selamün eleyküm Dayı. Biz buradan geçen iki yolcuyuk. Bazı bilgiye ehdiyacımız var. Sana bi şeyler sormak isdiyok. Müsaden var mı, yanına gelek. Fazla zamanını almak.

Adam hala havlamağa devam eden köpeği “Alabaş, oğlum gel buraya” diye çağırarak susturdu. Köpek kuyruğunu sallayarak adamın yanına gidip yattı. Adam tekrar bizimkilere dönerek;

– Şindi şöyleyin bakıyım. Birez önce itin havlamalarından ne dediğinizi ağnıyamadım. Kim siniz siz? Hadi orda durmayın, önce içeri gelin bakıyım. Ne isdiyonuz benden, hele bi ağnadın bakıyım.

Gençler, avlu kapısını açıp, çekingen adımlarla adamın yanına kadar geldiler. Adam, önce kendisi yandaki sekiye oturdu, onlara da yanında yer göstererek oturmalarını buyurdu. Gençler, adamın hayli yaşlı olduğunu fark edince elini öpme gereği duydular. Sırayla eğilip, saygılı bir şekilde elini öptüler. Adam gülümsedi;

– Berhüdar olun çocuklar. Hayırdır, sabahan bu erken vakdında nerden gelip, neriye gidersiniz? Buralarda ne ararsınız? Neredensiniz? Kimlerdensiniz? Hele bi deyiverin bakem. Muharrem, “Hadi sen anlat” der gibi Sadığın gözlerine baktı. Sadık boğazını temizledi, ne söyleyeceğini toparlıyamamış gibi yerinde kıpırdadı, yutkundu,

– Adını bağaşlan mı dede? Benim adım Sadık. Arkadaşımınki de Muharem.

– Benim adım da Üseyin. Koyde Karüseyin (Kara Hüseyin) deler bana. Deyiverin hele, beni meraklandırdınız. Necisiniz siz? Buralarda ne arıyonuz?

– Üsöyün dede, biz Çukurovaya çalışmıya geldiydik. Doğru düzgün bi iş bulamayınca geri dönüyoduk. Para gazanamadığımızdan yayan gediyok memlekete. Buraların yolunu bilemedik. Toroslar dedikleri dağı geçmemiz gerekliymiş. Bize yolu tarif etmeni isdiyok senden.

– Hangi vilayetdensiniz evladım? Isdanbulun yolu başka, Gonyanın yolu başga, Erzurumun yolu daha başga. Neriye gideceğenizi söyle ki ona gore yol tarifi veriyim sana.

– Ben Yozgatdanım, arkadaşım da Sivazlı.

– Ha şöyle. Şindi tarif golay. Siz oralara gadar yayan mı gideceğeniz bakıyım?

– “Başga çaremiz yok ki, mecburen.” diye söze girdi Muharrem.

– Pekey, ne yeyip içeceğeniz bunca yol boyunca, nerde yatıp kalkacağanız?

– Ot, çöp, alıç, ahlat, ne bulursak onu yiyok. Bazı da sizin gibi ırasladığımız eyi insannar çıkınımaza yiyecek koyuyolar. İşde öyle dede.

– Sizin garnınız açdır şindi. Evela bişeyler yeyin. Soğna gonuşuruk. Siz burada oturun, ben birezden geliyom. Bizimkiler tarlıya getdiler erkenden. Evde torunum Fatmayınan ikimiz galdık.” diyerek içeri girdi. Kısa bir süre sonra, on yaşlarında, mavi gözlü, sarışın, dünya güzeli bir kız çocuğu, bir elinde ekmek sepeti diğerinde bir güğümle kapıda göründü. Elindekileri sekinin üstüne bırakırken, mahcup bir gülümsemeyle,”Hoş geldiniz” dedi. Arkasından da Hüseyin dede bir sahan yoğurt ve dilimlenmiş kan gibi kırmızı, bir tepsi karpuzu getirip çocukların önüne koydu.

– Bu yoğurdu her yerde yiyemezsiniz çocuklar. Goyun südünden yapıyo gelinim. Gaymak gibi lezzetlidir. Garpız da gendi tarlamızın. Şindi garnınızı gözelce doyurun. Ben tavıkların yemini vereceğem. Hadi size afiyet olsun.

– “Bizi çok mahcup etdin dede. Sadece bi şey sormıya geldiydik. Allah ırazı olsun senden. Yapdıkların bize çok hörmete geçdi. Sağolasın.” diyerek, Sadık minnet duygularını ifade etti.

Karınlarını bir güzel doyurmuşlar, Hüseyin Dede’den yola ilişkin tüm bilgileri edinmişler, yola çıkmak için, bir süre önce içeri girmiş olan dedenin, dışarı çıkmasını bekliyorlardı. Hüseyin Dede iki çıkınla evden dışarı çıktı. Birinde iki adet, orta boy, kavun görünüyordu. Ötekinde ne olduğu dışardan bakarak anlaşılamıyordu.

– Çocuklar bunarı alın. Tarif etdiğim yolda iki gun boyunca yiyecek bulamazsınız. Bunarla idare edrsiniz. Garpız da gayacağadım emme daşımak zor olacak. Zaten hep yokuş yokarı yörüyeceksiniz. Yükünüz ağar olmamalı. Haydi selametle.

Gençler Hüseyin dedenin elini öptüler, küçük Fatma’yı da yanaklarında öptüler,

– “Size borçlu galdık dede. Keşge bi işinize yarasaydık. Hakgını helal et. Allaha ısmalladık.” diyerek mahcup, hüzünlü ayrıldılar.

Bir süre çalılıkların arasında yürüdükten sonra çam ormanlarının içine daldılar. Hüseyin dedenin söylediklerine göre bu ormanlarda en büyük tehlike, başıbozuk eşkıya çeteleriydi. “İşallah onnarınan garşılaşmazsınız. Acımasız, zalım, ahlaksız insannar bunlar. Asdığı asdık, kesdiği kesdik bu cibiliyetsizlerin. Kimsenin gözünün yaşına bakmazlar. Devletin de gücü yetmiyor bunlara. Bu dağlarda istedikleri gibi at oynadıyolar. Bi gaç yıldır ortaya çıkdılar. Bizim koyü de iki kere basdılar. Gadın, gız, çocuk, ehdiyar demeden sıra dayağından geçirdiler. Elimizde avıcımızda ne var, ne yok alıp getdiler.” demişti. Karşılaşmamak için ne yapmak gerektiğini kendisinin de bilmediğini söylemişti. Yıkarılara tırmandıkça orman daha bir ürkütücü görünüyordu. Oklava gibi düzgün gövdeleriyle gök yüzüne tırmanmış, güneşi görünmez kılan sık çam ağaçları, rüzgârın dallarında çıkardığı garıp seslerle Sadığın içinde tarifsiz ürpertilere yol açıyordu. Arada bir, ilk kez duyduğu bir ses çıkaran, hiç tanımadığı bir kuş, bir böcek azmanı ya da ilk kez gördüğü bir sürüngen, meraklı bakışlarının hedefi oluyordu. Bir kaplumbağanın küçük bir hendeği aşmak için debelendiğini gördü. Yardım için uzandı, kaplumbağa, kafasını ve ayaklarını kabuğunun içine çekerek hemen gardını aldıysa da onu alarak hendeğin üstüne çıkartıp bıraktı. Ormana girdiklerinden beri Muharrem’in hiç konuşmadığını fark etti.

– Muharem hayırdır, sen gonuşmadan duraman lan. Neyi düşünüyon, söylesene?

– Ne düşünüyüm be Sadık. Evi, çocukları, anamı… Ah bi varabilsek melmekete! Ne dersin, varır mıyık sence Sadık?

– Allah Allaaah. Senden ilk defa böyle laflar duyuyom. Yav her zama sen beni yüreklendirirdin. N’oldu şindi Muharem?

– Bi şey olduğu yok be Sadık. Aklım kayıp getdi işde.

– Meraklanma, şu ana gadar her şey eyi getdi. Bence işin zor gısmını geçtik sayılır. Şu Torosları da bi aşak gerisi golay. Aklına kotü şeyler getirme gardaşım.

İkindi vakti yemek ve dinlenme molası verdiler. Muharrem, kavunun birini çıkından çıkarıp kesti. Peynir, kavun ve ekmekten oluşan yemeklerini büyük bir iştahla yediler. Sularını içtiler. Vurup kafayı yattılar. Kısa süre sonra, derin bir uykunun sarmalında, dünya ile ilişkileri kesilmişti.

İlk önce Muharrem uyanmıştı. Ortalık sessiz ve zifir karanlıktı. Rüzgâr durmuş, ağaçlar kıpırtısız, onlar da derin bir uykuya dalmıştı sanki. Çamların dalları arasından sızan ay ışığı ancak birkaç metre kadar bir çevrenin görebilmesine yetiyordu. Muharrem doğrulup, bir süre etrafı dinledi. Uykusunda, şimdi hiçbirini hatırlıyamadığı, karma karışık rüyalar gördüğünü anımsadı. “Hayırdır işallah” dedi kendi kendine. Sonra Sadığı dürterek uyandırdı.

– Sadık oğlum, hadi uyan artık. Nerdeyse zabah olacak. Getme vakdı.

Sadık isteksizce doğruldu, gözlerini oğuşturdu, esnedi, gerindi;

– Ne zabahı Muharem yav. Her yer zifiri garannık. Belki gece yeni başlıyo, nerden biliyon ki zabah olduğunu?

– Neyse, yörümemiz ilazım. Hadi canım gardaşım. Erken galkan yol alır, erken evlenen…

– Eyi bakalım, o zaman biz de birez yol alalım.

Sekizinci Bölüm >>

İsmail İlhan Hakkında17 Yazıları
1940 yılında Yozgat’ın Köçek Kömü Köyünde beş çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olarak doğdum. İlkokulu üçüncü sınıfa kadar kendi köyümüzde eğitmenle okudum. İlkokulun kalanı ile orta öğrenimimi Yozgat’ta tamamladım. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik Bölümünü bitirdim. 1976 da Dr., 1982 de Doç., 1987’de Prof. oldu. 6 adet mesleki ve bilimsel kitap ile çok sayıda bilimsel makale yayımladım. 2007 yılında emekliye ayrıldıktan sonra Bursa Belediyesi Türk Sanat Müziği Konservatuvar’ını bitirdim. Keman çalıyor, beste yapıyor ve öykü yazıyorum. Yazarımız İsmail İlhan 7 Nisan 2020 günü yaşama veda etti.

Yorumlar

İlk yorumu siz yapın

Yanıt Ver

E-posta adresiniz yayımlanmayacak.




Loading Facebook Comments ...