Kaçış – Sekizinci Bölüm

<< Yedinci Bölüm

Sekizinci Bölüm

İki saat kadar bir süre yürüdükten sonra ortalık aydınlanmıştı. Biraz daha yürüdüklerinde ağaçların seyreldiği kayalık bir alana geldiler. Güneş karşı tepelerden, altından bir tepsi gibi, ışıklarını dört bir yana saçarak kendini gösterdiğinde bizimkiler kayaların arasından sekerek, düşe kalka yürümeğe çalışıyorlardı. Birden, kayalıklardan; “Gıpırdamayın, olduğunuz yerde galın” diye yüksek perdeden bir haykırışla irkildiler. Eyvah! dedi Muharrem. “Bunnar eşgiyalar. Yakalanmıyak Sadık” dedikten sonra hızla aşağı doğru koşmağa başladı. Sadık önce Muharrem’e, sonra sesin gelgiği yöne baktı. İki kişi gördü kayaların arasında. Biri tüfeğini üzerlerine çevirmişti. Ne yapacağını bilemez halde donup kalmıştı. İki el silah sesi duydu. Kafasını çevirdiğinde Muharrem’in yüzüstü yere kapaklandığını gördü. Yanına koşmak için hamle yaptı. Aynı ses yine; “Gıpırdarsan sen de mermiyi yersin. Olduğun yerde gal” komutuyla birlikte, olduğu yerde donup kaldı. Muharrem’in yanına gitmesi gerektiğini, biliyor, bunu çok istiyordu. Gidemedi, yerinden kıpırdayamadı. Silahlarını Sadığa doğrultmuş iki kişi Sadığın yanına kadar geldiler. Birisi yürümeğe devam ederek, yerde boylu boyunca hareketsiz yatan Muharrem’in yanına kadar indi. Muharrem’i omzundan tutarak çevirdi. “Ölmüş bu” dedi. Üstünü şöyle bir aradı, sonra birkaç adım uzağa savrulmuş olan çıkını eğilip aldı. Tekrar arkadaşının yanına döndü.

Sadık olayın şokunu atlatamamıştı. Silahlı iki kişinin talimatıyla, onların bir adım kadar önünde yürüyerek kayaların arasından bir mağaranın önüne geldiler. Biri Sadığın başında beklerken diğeri mağaranın, eğilerek girilebilen kapısından içeri girdi. Bir süre sonra geri dödü. Tüfeğinin ucuyla Sadığın içeri girmesini işaret etti. Sadık eğilerek, çetenin bu iki elemanı ile birlikte mağaradan içeri girdi.

Girdikleri bölüm, küçük bir oda büyüklüğünde, duvarları düzgün olmayan, zeminine kilim ve çul serilmiş, karşılıklı duvar diplerine, arkalrına halı yastıkların konulduğu minderler döşenmiş, tavan yüksekliği normal bir insan boyunda olan, girişin sağ ilerisinde başka bir bölüme geçiş sağlayan, kayadan oyulmuş bir boşluktu. Minderlerin üzerinde kıvrılmış vaziyette uyuyan iki kişi vardı. Bir kişi de girişe yakın ayakta duruyordu. Üçü bir, bu bölmede eğlenmeksizin, ikinci geçitten eğilerek öteki tarafa geçtiler. Burası da girişteki odanın iki katı kadar genişlikte, yine yerler ve duvar dipleri halı, kilim ve minderlerle döşenmiş durumda bir başka oda gibi görünüyordu. Orta yerde, taşlarla dama oynayan iki kişi ve yüzüstü uyumakta olan bir kişi vardı. Diğerlerine benzer bir geçitten geçerek bu odayı da terk ettiler.

Girdikleri bu son odada iki iskemle, derme çatma bir masa, masanın arkasında derisi yer, yer yırtılmış bir koltuk ve koltukta oturan iri, yarı, palabıyıklı birisi vardı. Adam, karşısına diktikleri Sadığı şöyle bir süzdü. Yerinden kalktı, Sadığın önüne kadar yürüdü, elleri arkasında, sırıtarak tam karşısında durdu.

– Hoş geldin aslanım. Adın ne senin bakıyım?

– Sadık.

-Sadık, sen akıllı birinme benziyorsun. Arkadaşın gibi apdallık edip gaçmıya çalışmamışın. Seninle eyi annaşacağaz. Yeterki sözümden çıkma. Benden ve de buradan kaçmayı, göçmeyi de aklından sil. Sonra yine gorüşeceğez. Şimdilik bu gadar.

Adam yanıdakilere;

– Karnını doyurun, dinlensin. Arkadaşını da bi çukur kazıp gömün. Açıkda, ortalıkda kalmasın. Hadi çıkın şimdi.

Sadık, bir şey söylemek için yeltendi, “Ağam…” der demez adam;

– “Konuşma bitdi, dışarı.” diye gürledi. Sadık ürkek, çaresiz, diğer iki kişinin itip kakması ile birlikte, girdikleri delikten çıktı.

Sadık mağaradaki odacıklardan birisine getirilip bırakıldı. Mağaradaki her odacık, tepedeki bir delikten ışık alıyordu. Giren ışık bu küçük mekânları aydınlatmağa yetiyordu. Bu sessiz, taş odada Sadık tek başına şaşkın, üzüntüden perişan, ne yapacağını bilemez bir durumda, kafasını ellerinin arasına almış, içinden taşıp gelen acı ve kederle, sessizce ağlamağa başlamıştı. Çete reisi olduğunu düşündüğü adama, arkadaşının cenazesini usulünce defnetmeye izin vermesini isteyecekti. Ama bunu söylemesine izin vermemişti. Muharrem’i nasıl gömeceklerdi kim bilir? Belki de gömmeyecekler, ardından bir fatiha bile okumadan, bir çukura yuvarlayıp bırakacaklardı. “Muharem’in gurda, guşa yem olmasına seyirci galamam. Komülüp, komülmediğini gormem, bilmem ilazım. Bunnarda Allah, kitap gorkusu, vijdan azabı namına heç bi şey yok. Her şey beklenir bunnardan. Benim Muharem’in cesedini gormem gerek. Başında bi Fatiha okumam gerek. Helallık almam gerek” diye kendi kendini yeyip, bitiriyor, bu hiç beklemediği acıyla baş etmeye çalışıyordu. İçeri, bir elinde iki domates, bir salatalık, diğerinde ekmek ve peynir olan birisi eğilerek girdi. Elindekileri Sadığa uzattı. Sadık oralı olmayınca yanında yere bıraktı.

– Al bakıyım şunnarı. Garnını doyur. Derdine yanmıya soğna devam edersin Sadık Efendi. Benim adım Selim. Bi şey isdersen bana söyle. Tamam mı gardaş? Gorüşürük.” diyerek odadan çıktı.

Hayli zamandır midesi boş olmasına karşın Sadığın tek lokma yiyecek hali de, iştahı da yoktu. Eşkıya Selim’in getirdiği yiyeceklere elini bile sürmedi. O uğursuz iki mermi sesi kulağından, Muharrem’in yere kapaklanışı gözlerinin önünden gitmiyordu. Muharrem’i düştüğü yerden kaldırmak için yanına koşamamıştı. Yanına kadar gidip onu sırtüstü çeviren eşkıyanın, “Bu ölmüş” demesine karşın Sadık, Muharrem’in ölmemiş olabileceğini düşünüyordu. Yanına gidebilse, ona yardım edebilse belki kurtarabilirdi. Ama o an yerinden kıpırdıyamamıştı. Kendisi de vurulmaktan, ölmekten korktuğu için mi yapmamıştı, yapamamıştı bunu? Yoksa şaşkınlığından, ne yapacağını bilemeyişinden mi öyle olmuştu? Kafasında durmadan çarpışan bu düşünceler ve yüreğinde bir kor gibi yanan, onu param parça eden bir acıyla göz pınarları dolup taşıyordu. Yüzükoyun, oturduğu çulun üzerine uzandı.

Akşama kadar Sadığın yanına gelen olmadı. Arada bir yan odalardan gelen gürültüler, konuşmalar duysa da bu caniler çetesi ile ilgili hiçbir bilgiye sahip değildi Sadık. Kendisi ile ilgili ne karar aldıklarını, bırakıp bırakmayacaklarını, bırakmazlarsa burada nasıl tutacaklarını düşünmeye başlamıştı. Kaçmağa yeltendiğinde öldürmekten çekinmeyeceklerini biliyordu. Kendilerine faydası olmayan birini, boşu boşuna beslemiyecekleri de açıktı. O halde ona ne yapacaklardı? Kendisinden nasıl yararlanmayı düşünüyorlardı, nasıl kullanacaklardı? Bırakıp gitmesine izin verirler miydi? Öyle olsa, kimseye bir zararı dokunmamış olan, Muharrem’i neden vurup öldürdüler? Yanıtını bilmediği, bulamadığı o kadar çok soru vardı ki kafasında. İçindeki ateş yetmiyormuş gibi bir de bu düşünceler, bu sorularla yoruluyor, bitkin düşüyordu.

Güneş batıp, mağaranın odaları karanlığa gömülürken eşkıyalardan biri, odalardaki kayadan oyularak, içine idare lambası konulmuş aydınlatma sistemini çalıştırdı. Elindeki kibrit kutusundan çıkardığı kibritlerle idarelerin fitillerini birer, birer tutuşturdu. Ortalık yeniden aydınlandı. Sadık, ihtiyaç gidermek için nereyi kullandıklarını sordu lamba yakıcıya. “Dışarı çıkacaksın, nöbetci sana gosderir” diyerek öteki odaya geçti. Sadığın sahiden boşalmağa ihtiyacı vadı. Kalktı, kapıya yürüdü. İçlerinde üçer, beşer kişinin bulunduğu odaları geçti, dış kapıya ulaştı. Kapının önündeki, nöbetçi olduğunu tahmin ettiği, silahlı biri Sadığı durdurdu. Sorununu öğrenince onu kayaların arkasında, gözden ırak bir yere götürdü. Görebileceği bir yerde Sadığın işini görmesini bekledi. Birlikte mağaraya döndüler.

İki gün boyunca Sadık yalnızca ihtiyaç gidermek için mağaradan dışarı çıkabilmişti. Çıktığı zamanlarda fark ettirmemeğe çalışarak çevreyi, yapılan işleri, nöbet durumlarını, kaçma olanağı bulunup bulunmadığını araştırdı. Mağaranın arka tarafı ve sol yanı geçilmesi olanaksız dik kayalıklardan oluşuyordu. Ön ve sağ taraf ise her an nöbetçilerin kontrolunda bulunuyordu. Sonunda ne gündüz, ne de gece, kimseye görünmeden buradan kaçmanın hiç kolay olmadığı sonucuna vardı. Tevekkülle başına gelecekleri beklemeye, hele de, öldürülme riski çok yüksek olan, kaçma girişimine asla kalkışmamaya karar verdi.

İkinci günün akşamı, Sadığın yanına gelen biri, “şefin emri var, sen de herkes gibi yemekhaneye geleceksin. Hadi bakıyım, peşimden yürü” diyerek Sadığı yemekhaneye götürdü.

Yarım düzüneden fazla bölmeden geçtikten sonra, diğer odalara göre oldukça büyük bir odaya girdiler. Odanın ortasında birbirine paralel durumda, tahtaları kabaca yan yana çivilenerek oluşturulmuş iki masa, yine benzer tahtalarla masalara, iki yanlı olarak, tutturulmuş oturma yerleri olan yemekhane dedikleri yerdi burası. Masaların birinin en başında koltuğumsu, üzerinde halı minder olan bir sandalya duruyordu. Çete mensupları ikişer, üçer giriyorlardı yemekhaneye. Kısa bir süre sonra iki masa da doldu. Sadık gözucuyla, göz kararı çetenin sayısını anlamağa çalıştı. Tahminen kırk kişiye yakın görünüyordu sayıları. Tabii bunlara dışarılarda nöbet tutanlar dahil değildi. İki kişi masalara su, ekmek ve yemek servisi yapıyordu. Akşamın menüsü etli nohut ve çoban salatadan ibaretti. Masa, her dört kişiye büyükçe bir sahan, olmak üzere düzenlenmişti. Yemekler masaya konulduğu halde kimse yemeğe uzanmıyordu. Servis tamamlanmıştı ki, şef içeri girdi, herkesi selamladı, baş taraftaki koltuğa oturdu. “Afiyet olsun arkadaşlar” diyerek yemeğe başladı. Herkes adeta yemeğe saldırdı. Hızlı davranamayanların, sonunda yavan ekmekle karınlarını doyurmak zorunda kaldıkları Sadığın gözünden kaçmadı. Yemeğin ardından masalar hızla boşaldı. Şef, muhtemelen yardımcısı olan, yanındaki birisine, “Şu yeni çocuğu bana getir” emrini vererek yemek odasından ayrıldı.

Sadık, on dakika kadar sonra şefin kaşısındaydı.

– Tekrar hoş geldın delikanlı. Adın Sadık’dı, öyle mi? Otur bakıyım şu iskemleye.

Sadık saygılı, çekingen bir şekilde şefin gösterdiği sandalyaya bir emanetçi gibi tünedi.

Şef, yeleğinin cebinden tütün tabağını çıkardı, bir sigara sardı, Sadığa sıgara içip içmediğini sordu. “Gullanmıyom” yanıtını alınca da “Bundan sonra da gullanmamanı tavsiye ederim” dedi. Kapının dış yanında bekleyen nöbetçi koşarak geldi, şefin sigarasını yaktı, hemen yerine döndü. Şef sigarasından bir nefes çekti, başını kaldırarak dumanını tavandaki açık deliğe doğru üfledi. Sadığa döndü,

– Şu hikâyenizi bi anlat bakalım. Buralarda ne arıyodunuz? Arkadaşın ‘dur’ ihtarına neden uymayıp da ölümü bahasına gaçmak istedi? Neden, kimden gorkuyordunuz. Kimden gaçıyordunuz? Kimselerin geçmeğe cesaret edemediği bu dağlarda ne işiniz vardı? Bütün bu sorulara doğruca, dürüstçe cevap vermeni istiyom. Hadi şimdi öt bakıyım.

Sadık hikâyesini anlatmadan önce çekingen bir tavırla;

– Ağam, sana bi şey dememe müsaaden var mı?

– Nedir diyeceğen şey? Söyle hadi.

– Ağam, vurulan arkadaşımım mezeri başında Guran okumak isdiyom, heç olmazsa bi fatiha okumak isdiyom. İzin ver n’olur? Elini ayağanı öpüyüm ağam.

– Arkadaşının vurulmasına üzüldüm. Gendi apdallığı yüzünden olmuş. Şimdi sen sorularıma cevap ver. Onu daha sonra düşünürüm. Hadi annat şimdi.

Sadık, ailesinden başlayarak tüm serüvenini anlattı. Reis bazen gülümseyerek, bazen kahkaha atarak, bazen de üzgün, kızgın, somurtarak dinledi. Sadık, “işde böyle, benim ağnadacaklarımın hepisi bu. Ağnadacak başga bi şey yok” diye hikâyesini sonlandırdı.

– Demek sen de asger gaçağısın. Bu iyi. Şimdi sen de beni dinle: Benim adım Memiş. Buralarda ‘Çakal’ diye bilirler beni. Bu çetenin reisiyim. Bu çete benim. Kırk altı adamım var. Seninle kırk yedi oldu. Adamlarımın yarıdan fazlası asger gaçağı. Yakalanıp, tekrar asgere gitmek isdemiyolar. Bu gayalıklarda nasıl yaşadığımıza gelince; Birinci işimiz, düzdeki kervanlara basgın vermek. Yüklü bi kervandan galdırdıklarımız bize bigaç ay rahatca yetiyo. İhdiyaç halinde de çevre köylere de basgına gitdiğimiz olmuyo değil. Köylere mecbur galmadıkça ilişmiyoruz. Gönderdiğim adamlarıma iyi davranmaz, isdediklerimi vermezlerse o zaman garşılarında kim var, hatırlatıyom. Bu dağlarda başga çete gurupları da var. Fakat hemen hepsi benden çekinirler. Benim bölgeme zinhar girmezler. Ben bu çeteyi guralı üç yıl oldu. Ben kendim de asger kaçağıyım. Hapisden gaçan iki arkadaşla beraber, üç gişi kurduk bu çeteyi. Başlarda candarmayınan sık sık çatışdık. O iki arkadaşdan biri, bi çatışmada öldü. Öteki yaşıyo, benim yardımcım. Bugüne gadar yedi gayıp verdik. Her yıl daha da büyüdük, güçlendik. Bu dağlarda bizi alt edecek bir güç yok halıhazırda. Belli olmaz, bi gün bakarsın bu dağların tek hâkimi olurum. Candarma yerimizi biliyo. Üsdümüze gelmiye cesaret edemiyo. Bi kere kuşatmıya kalkdılar. İki gün mevzilerimizden çıkamadık. Sonunda iki ölü vererek çekilmek zorunda galdılar. O zamandan beri, neredeyse iki yıl geçdi, buralara uğradıkları yok. Zaten Osmanlının halı da hal değel. Memleketde eli silah dutan kim varsa asgere alıyo. Duyduklarımıza göre hiçbir harbi de gazanamıyomuş. Bütün cepelerde bozguna uğruyolarmış. Çepelerden kaçabilen asker dağlara çekiliyo. Çete kuruyolar, çetelere katılıyolar. Evine dönemiyo, n’aapsın ki? Dönse hemen yakalanıp tekrar cepeye sürülüyolarmış. İşde ben de bu garibanlara kucak açdım. Elemanlarımın çoğu asger kaçağı.

Yanımda bey gibi yaşayıp gidiyolar. Adamlarımın hiçbiri, kovsam bile, benden ayrılıp gitmez. Sağ salim bu dağları aşıp gitmek de zaten mümkün değidir. Ölüme gitmektir bile, bile. Sen akıllı birine benziyorsun. Buradan ayrılarak kendini ataşa atmazsın. Sülük Selim, okuma yazma bildiğini söyledi. Güvenimi gazanırsan seni yanıma yardımcı alırım. Rahat edersin. Bu akşama gadar sana izin veriyom. Akşamüstü gel bana kararını bildir. Kalmaya karar verirsen, şu üsdündekileri çıkaracaksın. Sana verecekleri kıyafeti giyeceksin. Hadi şimdi git, Sülük Selimi bul. Ne gerekiyosa o yapar.

Sadık yeni giysileri, omzuna dolayıp bağladığı, atmış tane mermi içeren, fişekliği ve mavzer tüfeğiyle kayalıklarda ilk nöbetini tutuyordu. Çakalın çetesinde kalma kararını vermekte çok zorlandı. Bu kararı verirken, bir süre burada kalıp kendine gelmesi gerektiğini düşünmüştü. Muharrem olmadan, tek başına bu çetin yolculuğu sürdürmesinin olanaksız olduğunu, çakalın dediği gibi, bile bile ölüme yürümek olduğunu düşünmüştü. İleride elbet önüne daha iyi fırsatlar çıkabilirdi. Zaman içinde daha sağlıklı karar verme olanakları bulabilirdi. ‘Kesin ölüm’ anlamına gelen çeteden ayrılmak fikri ne aklında, ne de gönlünde yer buldu. “Keşke Muharrem yaşasaydı da bunları onunla tartışsaydım.” diye geçirdi kafasından. O an, içine bir acı gelip oturdu. Kor gibi yakan bu acı, gözlerinden yol bulup tıpır, tıpır yağmur gibi boşandı. Muharrem’in ölmüş olduğuna bir türlü inanamıyordu. Bu asla böyle olmamalıydı. Nasıl oldu, neden böyle oldu anlayamıyordu. Muharrem’siz vücudunun da, kafasının da yarısı eksikti, çalışmıyordu adeta.

***

Sadığın çeteye katılmasının üzerinden bir ayı aşkın bir zaman geçmişti. İki güne bir, yarım günlük nöbet tutmak dışında yapılacak iş çok azdı. Günaşırı Muharrem’in mezarına gidiyor, dua ediyordu. Çetenin elemanları dama oynayarak, tavla oynayarak, daha çok da uyuyarak vakit öldürüyorlardı. Birkaç tane av meraklısı da ormanda ava çıkıyordu. Akşamüstü birkaç keklik, sülün, bazen bir tavşanla dönüyorlardı. Eli boş döndükleri de oluyordu. Ormandaki uygun ağaçlardan yararlanarak, barfiks vesaire gibi, kol ve vücut kaslarını geliştirme egzersizleri yapanlar vardı. Sadık bu sonuncu etkinliği benimsedi. Her gün yarım saat kadar vücut geliştirme çalışmalarını aksatmadan yapmağa karar verdi. Tavla oynamasını öğrendi. Bu oyunu çok sevdi. Çetedekilerin ‘Memo’ diye ünledikleri Kütahyalı Mehmet’le hergün iki parti, bazen üç, tavla oynuyordu. Başlarda hep yenilse de artık arada bir yenmenin zevkini tatmağa başlamıştı. Sonuç olarak Sadık, uzun zamandır tatmadığı, özlemini çektiği rahat bir yaşama kavuşmuştu. Geçici bir süre, çeteden ayrılıp eve dönme düşüncesini beyninin arka taraflarına itti.

Eylül ayının başlarında bir gün, akşam karanlığı basmak üzereyken Çakal çeteyi toplantıya çağırdı. Nöbetçiler dışınde herkes mağaranın önünde toplandı. Kısa bir süre bekledikten sonra Çakal mağaradan çıkarak, mağrur bir eda ile çetenin karşısında durdu. Herkesin duyabileceği bir ses tonuyla,

– Arkadaşlar, bir saat kadar önce aldığım bi malumata göre bu gece sabaha garşı aşağı yoldan böyük bi kervan geçecek. Her zaman olduğu gibi on tane atlı, on beş de piyade, pusuya yatıp kervanı basacağız. İşe yarar ne varsa galdıracağız. Gece yarısından hemen sonra gözcüler yerini alacak. Kervan görünür görünmez bizi haberdar edecek. En yakın bi konuma geldiğinde kesgin nışancılar muhafızları etgisiz hale getirecek. Atlılarla piyadeler birlikte kervanı kuşatacak. Yirmi kişi arkada takviye birliği olarak hazır bekliyecek. Mecbur kalmadıkça, gereksiz yere adam kurşunlanmıyacak. Bunları niye tekrar, tekrar söylüyom, biliyorsunuz. Hata isdemiyom. Görevini aksadanın canına okurum. Sonra elindeki listeyi yanında duran birine uzatarak,

– Kimlerin nerede görevlendirildiğini yüksek sesle oku, duysunlar.

Diyerek biraz yana çekildi. Otuzlu yaşlarda gösteren ve Çayır Hamdi diye ünlenen reisin yardımcısı listeyi alıp, önce bir göz gezdirdi, sonra başladı okumağa;

– Böyük Ahmet, çopur Sami… Bu saydıklarım süvari birliği. Haçır Musa, Guzucu Mahmıt… Bu saydığım on beş gişi atlılarınan beraber hareket edecek. Gevrek Hamdi, gara Yusuf… Bu yirmi gişi de tetikde, yedekde bekliyecek. Yerini ağnamamış olan varısa sorabilir. Hepisi bu gadar. Listeyi adamın elinden geri aldıktan sonra Çakal topluluğa dönerek,

– Herkes vazifesini öğrendi. Akşam yemekden sonra herkes ona göre hazırlığını yapsın. Hadi dağılın şimdi.

Sadığın ismi listeden,’Yeni çocuk Sadık’ diye okundu. Yedekte bekleyecek olan yirmi kişinin arasındaydı. Sabahın ilk ışıklarıyla Adana taraflarından gelip, kuzeye doğru yol alamakta olan kervan toz bulutları arasında göründü. Yol, kayalıkların altındaki ormanın alt sınırının üçyüz, dörtyüz metre kadar aşağısından geçiyordu. İki keskin nışancı, yola en yakın ağaçların arasında, siper almışlardı. Ormanda pusuya yatmış olan çete, kervan hizalarına yaklaşıncaya kadar hiçbir harekette bulunmadı. Çakal’ın ormanda yankılanan “Saldırın” emriyle atlılar ve yayalar var güçleriyle kervanın üzerine hücuma geçtiler. Kısa bir süre sonra kervandan silah sesleri duyuldu. Üzerlerine gelmekte olan eşkıyayı görüp ateş etmeğe başlamışlardı. Karşı ateşin başlaması gecikmedi. Keskin nışancılar, çeteye ateş eden silahları kısa sürede susturmayı başardı. Sadık, bulunduğu yerden, atlı iki kişinin kervanı bırakıp, geldikleri yöne doğru, dörtnala kaçtığını gördü. Kervan kuşatıldı. Sadığın da içinde bulunduğu gurup, bir işaretle birlikte, harekete geçip kuşatmaya katıldı.

Kervanın yanında yedi kişi vardı. Kaçan iki kişiyle beraber dokuz kişi. Bunlardan altı tanesinin, kervanı korumakla görevli, muhafızlar, diğer üçünün mal sahibi ile yardımcıları olduğu anlaşılıyordu. Çatışmada iki muhafız vurulmuştu. Vurulanları inceleyen bir çete mensubu Çakal’a, vurulanlardan birinin ölmüş olduğu söyledi. Diğeri de kasığından yediği mermi ile ağır yaralı durumda, kanlar içinde, inleyerek, önlerinde yerde yatıyordu. Geriye kalanlar, silahlarını yere bırakmış olarak, elleri havada, çakalın karşısına sıralanmışlardı. Çakal;

– Keşge heç karşı koymasaydınız. O zaman ne bi adamınız ölür, ne de yaralanırdı. Pisipisine gitdi adamcağaz. Belki öteki de ölecek. Karşı koydunuz da eyi mi oldu yani şindi? Yanındaki yardımcısına dönerek,

– Arayın eyice şunnarın üslerini, işe yarar ne varsa alın.

– Kervancılardan orta yaşlı, sakallı, çelimsiz biri;

– Ağam, gusurumuza galma. Biz sizi bilemedik, bi gaç gendini bilmez çapılcı sandık. Bizi bağaşla. Bu malları Gayseri Asgeri Birliğine gotürüyoduk. Hepisi de değersiz şeyler. Heç birimizde para, pul yok. Malı teslim edince paramızı alacağıdık. Boşu, boşuna aramış olacaksınız.

Kervan, öküzlerin çektiği iki kağnı, bir at arabası, bir düzüne kadar deve, bir o kadar da katırdan ibaretti. Hepsinde de taşıyabilecekleri kadar yük vardı. Çakal’ın emriyle yükler yere indirildi. Kervanın yükünün çoğu çuvallrdan ibaret görünüyordu. Çakal, kervancılara verdiği emirle, bütün çuvalları tek, tek açtırdı. Çuvallarda kurufasulye, nohut, mercimek, pirinç, kuru hurma ve keçiboynuzu vardı. Katırlardan indirilen balyalardan, toplar halinde çok miktarda kabut bezi, onar top mintanlık ve asker elbisesi kumaşı çıktı. Bunlardan başka iki balya kıyılmış, sarılmağa hazır tütün, bir miktar kahve ve şeker vardı. Çakal, ganimetine şöyle bir göz attıktan sonra kervancıya dönerek alaylı bir gülümsemeyle;

– Demek mallar değersiz şeyler. O zaman elinden aldığım için üzülmezsin, değel mi? Bu değersiz mallarını alıyom, sizin canınızı bağışlıyom. Bu da benim size kıyağım olsun. Katırları bırakın, öteki hayvannarınızı alıp tozolun burdan. On dakka içinde yok olmazsanız olacakların sorumlusu ben olmam. Süreniz başlamışdır, hadi bakıyım.

Kervandakiler apar, topar yaralı adamı kağnılardan birine taşıdılar, geriye dönüp geldikleri yönde, yola koyuldular. Öyle hızlı yol alıyorlardı ki gerçekten, on dakika sonra, arkalarında bir toz bulutu bırakarak, ateş menzilinden çıkmışlardı.

Çakal, yardımcısına;

– Malları en fazla bi saat içinde buradan kaldırıp ormana taşıyın. Atları ve katırları taşıma işinde kullanın. Malın tamamı akşam olmadan depolanmış olacak, annaşıldı mı? Mağaraya döndüğümde her şeyin yerli yerinde olup olmadığını tek, tek kontrol edeceğem. Eksik veya yağnış bi şey gormeyim. Hadi herkes iş başına şimdi. Biriniz gedip bana atımı getirsin. Çevrede biraz dolaşacağam.

Dedikten sonra, iki kalçasının üzerindeki tabancalarını sırayla kılıflarından çıkartıp, toplarını çevirerek mermilerini kontrol etti, tekrar yerlerine koydu. Getirilen atın sırtına bir hamlede yerleşerek, kuzeydoğu yönünde, ormana doğru atını mahmuzladı. Kısa bir süre sonra da gözden kayboldu.

Çakal gittikten sonra, yardımcısı Hüsam’ın talimatları doğrultusunda iş bölümü yapan çete elemanları, öngörülen süreden daha kısa zamanda, malların bulunduğu yerden kaldırılıp, ormanın içine naklini sağlamışlardı. Çakal’ın, malın ormana bir an önce taşımasını istemesinin nedeni, yoldan gelip geçebilecek olan kimselerin gözünden, olup biteni uzak tutmaktı. Gerçi görülseler de Çakal’ın umrunda bile değildi, ama laf, söz işitmek istemezdi. Bunu sağladıktan sonra aceleleri kalmıyordu. Atlarla taşınan çuvallar, doğrudan mağaranın önüne kadar götürülüp bırakıldı. Yüklerini boşaltan atlar dinlenmeğe bırakıldı, bu sefer katırların ormana taşımış olduğu çuvallar, yine katırlara yükleyerek mağaraya taşınmaya başlandı. Böylece akşam olmadan taşıma işi sona ermişti.

Bu olaydan iki gün sonra Çayır Hamdi, dama oynamakta olan Sadığı yanına çagırdı. Reisin kendisini görmek istediğini söyledi. Sadık, “Hemen mi?” diye sorunca da “Hemen, seni bekliyo” diyerek birlikte mağaraya girdiler. Çayır Hamdi kendi odasına geçti. Sadık da Çakal’ın odasına yöneldi.

– Gel bakıyım çocuk. Nasılsın? Buradaki hayata eyice alışdın mı? Canını sıkan bi şey var mı? Söyle, varsa icabına bakalım.

– Esdafullah İreyisim. İrahatım yerinde. Gendi evimde bile bu gadar irahat olmadım. Herkeş bana eyi davranıyo, Allah senden ırazı olsun.

– Sana bi vazife veriyom. Depoya gideceksin, orda ne var, ne yok hepisini tek, tek sayıp defdere kaydedeceksin. Bundan sonra deponun sorumlusu sen olacaksın. Oruya giren, çıkan ne olursa olsun senin bilgin dahilinde olacak. Bu iş bugüne kadar doğru düzgün yapılmadı. Bundan sonra her şey düzenli olacak. Ayda bi, gelip bana depoya girenin, çıkanın raporunu vereceksin. Ağnaşıldı mı evlat?

– Ağnadım kumandanım.

– O zaman şimdi git, yardımcım Hüsamı bulup bana getir. Hadi toz ol.

– “Başüsdüne efendim.” diyerek selam verip ayrıldı. Az sonra yardımcıyla beraber tekrar reisin karşısındaydı. Çakal yardımcısına kararını anlattıktan sonra;

– Sadığa yeni bi defder, divit, okka ver. Deponun yanında bi yer hazırlat, devamlı orda kalacak. Deponun tek sorumlusu olacak. Hazırda masa, isgemle yoksa marangoz hemen yapsın. Eski defderi de bana getir. Bundan böyle bu çocuğa nöbet de yazılmasın. Şimdilik bu kadar. Hadi hemen iş başına. Ha! Sadık, depoda işlerin bitince haber ver. Gelip göreceğem, tamam mı?

Sadık iki gün boyunca, gec vakitlere kadar çalışarak depoda ne var, ne yok tek, tek elden geçirdi. Malları cinslerine göre sınıflandırdı. Kuru erzakı, yaş meyve- sebze kasalarını, hazır giyecekleri, kumaş toplarını, yedek çul ve kilimleri, temizlik malzemelerini, alet- edevatları, yedek tüfekleri, el bombalarını, mermi sandıklarını ayırdı, tek, tek saydı, deftere kaydını yaptı. Belirlediği yerlere geçici olarak koydu. Bu işi bitirdikten sonra marangozhaneye gitti. Marangozlardan birini alıp depoya getirdi. Yapılmasını istediği rafların yerini göstererek neleri nereye koyacağını anlattı. Bu rafları en kısa zamanda istediğini söyledi. Marangoz ustası Sadığın özgüveni ve kararlı tavırları kaşısında biraz şaşırdı. İçinden, “Geleli iki gün oldu, tavırlarına bak şunun, gören de Çakal’ın sağ kolu sanacak” diye geçirdi içinden. Elindeki katlanır, ağaç metre ile gerekli ölçümlerini yaptı, cebinden defterini çıkardı, kulağının arkasına sıkıştırdığı sabit kalemi alarak gerekenleri yazdı.

– “İsdediklerin yarın ağşama hazır olur. Ertesi gun de malzemeyi buruya getirir, rafları gurarız.” diyerek çıkıp gitti.

Sadık malzemeleri raflara yerleştirdi. Erzak çuvalları zeminde olmak üzere ağırlıklarına, hacımlarına, cinslerini göre raflara düzgün bir şekilde yerleştirmişti. Yerleri de temizledikten sonra Çakal’a, işlerin bittiğini söylemek için çıktı. Kapıdaki nöbetçiye birazdan döneceğini söyleyerek uzaklaştı.

Çakal depoya girdiğinde gözlerine inanamadı. Her şey beklediğinden de, umduğundan da daha mükemmel görünüyordu. Dönüp Sadığa sarıldı, yanaklarından öptü.

– Aferim sana çocuk. Sen düşündüğümden de akıllı ve beceriklisin.

Sadık kayıt defterini de açararak, malların kayıtları nasıl yaptığını gösterip açıkladı.

– Bundan böyle depoya giren, çıkan her şeyin bilgisini, isdediğiniz zaman beni çağardıp oğrenebilirsiniz efendim.

– Hepsi çok eyi olmuş. Bu hep böyle devam etsin. Senden bi şey daha isdiyeceğem. Nöbet tutmalarda sık sık hır gür oluyo. Sana isim listesi versem, kimsenin kimseye hakkı geçmiyecek şekilde bu nöbet işini de bi düzene koyabilir misin?

– Yapabilirim herhal. Siz bana lisdeyi verin, bakıyım bi.

– Temam o zaman, şimdi benimle geliyorsun, sana listeyi veriyorum. Yapıp bitirdiğinde bana getiriyorsun. Oldu mu koçum?

Sadık, Çakal’ın çetesinde dördüncü ayını doldurmak üzereydi. Çetenin sevilen, sayılan, sözüne güvenilir, kafası çalışan bir üyesi olmuştu. Birçok çete mensubu, değişik konularda kendisine akıl danışıyor, düşüncesini soruyordu. Ayrıca usta bir tavla oyuncusu olmuştu. Sık, sık tavla turnuvaları yapıyorlardı. Sadık iki kez, turnuva birincisi için konulan, beşer gaymelik ödülü almayı başarmıştı. Bu süre içinde, dört adet köy, başlarında Çakal olmak üzere bir düzüne atlı eleman tarafından ziyaret edilmiş, vermekle yükümlü oldukları vergileri tahsil edilmişti. Bu köylerden, ikisi asker kaçağı olan üç yeni eleman daha çeteye katılmış, mevcutları elliyi aşmıştı. İki yeni kervan baskını yapmışlar, bu baskınlarda daha ziyade, yükte hafif pahada ağır olanları kaldırmışlardı. Baskınlardan birinde sadece iki yaralı olmasına karşı, diğerinde, ikisi kevan muhafızı, birisi yolcu olmak üzere üç kişi ölmüştü. Bu soygunlardan sonra Sadığın deposu ağzına kadar dolmuş, adım atacak yer kalmamıştı. Çakal kış çıkıncaya kadar yeni bir baskın yapılmayacağını, ailesi en çok iki günlük mesafede olanların ana, baba, varsa çoluk, çocuğunu görmek için on beş gün iznli sayılacağını söyledi. Bundan faydalanarak ailesini görmek isteyen sekiz kişi çıktı. Çakal onları, ceplerine yeterli harçlık koyarak, yolcu etti.

Sadık böyle bir fırsatı dört gözle bekliyordu. Ama ailesinin Yozgat’ta olduğunu Çakal çok iyi biliyordu. İzin alması imkansızdı. Buraya gelmeden önce Muharrem’le uğradıkları son köyü hatırladı. Hüseyin Dede’yi anımsadı. Çakal’ın huzuruna çıkarak;

– Ağam, biliyonuz benim ayilem Yozgat’da. On beş gunde oruya gidemem. Emme Şıhlar Koyünde böyük amcam oturuyo. Şıhlar buruya bi gunnük yolda. İzin verirsen Emmimi, guzennerimi gormek isdiyom ağam. Buruya gelirken iki gun yannarında galdıydık. Beni tekrar gorünce çok seviniller.

– Bak Sadık oğlum, sen eyi bi çocuksun. Geldiğinden beri çok eyi işler yapdın. Benim sağ golum olmaya en yakın adamımsın. Seni gaybetmek isdemiyom. Gidişde veya dönüşde başına bi şey gelmesinden gaygılıyım. Bu dağlarda en böyük tehlike başga çetelerin eline düşmek. Öyle bi şey olursa başına ne geleceğeni bilemem. O yüzden bence burada galsan senin için daha guvenli olur. Emme ille de getmek isdiyom diyosan sen bilin. Ben seni asla üzmek istemem.

– Yolu eyi biliyom ağam. Benim uçun siz heç endişelenmeyin. Goreceksiniz, sağ salim gedip döneceğem. Yeterki siz izin verin.

– Sana güveniyom Sadık. Zaten benden ayrılıp memlekete gitmeye galkışman çok anlamsız olur. Sizin oralardan çok böyük göçler olmuş. Aileyin hâlâa yerinde galmış olması, hatda koyün yerinde duruyo olması zayıf bi ehdimal. Eğer çetelerin eline düşmeden bu dağları aşabilirsen, büyük bir ihtimalle, Yozgat’a varamadan candarmıya yakalanırsın. Bence memlekete getmeyi aklının ucundan geçirme. Bu akıllı bi karar olmaz senin için.

– Yani izin veriyonuz mu ağam?

– Sen akıllı bi çocuksun. Nerelerin, nelerin tehlikeli olduğunu bilirsin. Çok dikgatli ol. Seni gaybedersem üzülürüm. Hadi, şimdi yıkıl karşımdan.

– “Allah sizden razı olsun. Ne muradınız varısa versin.” diyerek Çakal’ın eline sarılıp öptü. Çakal, gülümserek sadığın sırtına iki şaplak indirdi,

– “Hadi yolun açık olsun, sağlıcakla gedip gelesin evlat. Biraz daha oyalanırsan kararımdan cayacağam, haberin olsun.” diyerek mağaraya, odasına yöneldi, uzaklaştı.

Sadığın içi içine sığmıyordu. Kalbi yerinden fırlayacak gibi çarpıyordu. Çeteden bu kadar kısa sürede, bu kadar kolay kurtulabileceğini hiç düşünmemişti. Çayır Hamdi’nin anlattıklarına göre, Çakal istemeden çeteden ayrılmağa kalkışmak, ölmek demekti. İki sene önce çetede, geçimsizliği yüzünden tutunamayan Arif adında biri kaçmağa soyunmuş, Çakalın, bütün kaçış yollarına saldığı atlılar tarafından, birkaç saat içinde yakalanarak derdest edilip getirilmiş ve kurşuna dizilmişti. Bu ve buna benzer anlatılan olaylar, o güne kadar, Sadığın kaçma umudunu ortadan kaldırmıştı. Fakat şimdiki durum çok farklıydı. On beş gün kimse kendisini arayıp sormayacaktı. Bu kadar bir sürenin sonunda, bir terslik olmazsa, Sadık buralardan, Çakal’ın erişemeyeceği kadar uzaklarda olacatı. Çete içinde ve Çakal’ın nezdinde ne kadar sevilse, sayılsa da burada bir geleceği olmasını asla düşünmedi Sadık. Bütün umudunu şartların müsait olacağı bir zamanın oluşmasına bağlamıştı. O zaman işte şimdi gerçek olmuş, elinin altında ona gülümsüyordu.

Sadık hazırlıklarını tamamladıktan sonra, samimi görüştüğü birkaç arkadaşıyla vedalaştı, yakında tekrar görüşeceklerini söyleyerek ayrıldı. Önce, iki başına birer kapak taşı diktiği, toprak bir tümsekten ibaret olan, Muharrem’in mezarına gitti. Mezarın başucuna diz çökerek;
“Canım kardeşim, seni bu yaban yerde bırakıp gitmek zorundayım. Beni affet. Keşke yine beraber olsaydık. En çok neye üzülüyorum, biliyormusun? Seni vuran, burada yatmana sebep olan katilin cezasını çekmemiş olmasına. Bazen mizacıma lanet okuyorum. İntikam alma duygum sanki körelmiş. Böyle bir duyguyu bugüne kadar tatmadım, duymadım. Yani intikamını almak için hiçbir çabam olmadı. Bunun için de beni affet kıymetli arkadaşım. Yaşadığım sürece seni hiç unutmayacağım. Eğer yaşarsam ve fırsat bulursam Sivas’a gidip aileni bulacağım. Onlara kavuşmak için nelere katlandığını, nasıl çırpındığını anlatacağım. Ruhun şadolsun. Rahat uyu aziz kardeşim. Allaha ısmarladık. Hoşça kal Muharrem.” sözleri kendinin bile duyamadığı bir mırıltı şeklindeki ses tonuyla dudaklarından döküldü. Bunları söylerken, bir kere daha gözyaşlarına ve hıçkırıklara boğulmaktan kendini alamadı.

Dokuzuncu Bölüm >>

İsmail İlhan hakkında
1940 yılında Yozgat’ın Köçek Kömü Köyünde beş çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olarak doğdum. İlkokulu üçüncü sınıfa kadar kendi köyümüzde eğitmenle okudum. İlkokulun kalanı ile orta öğrenimimi Yozgat’ta tamamladım. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik Bölümünü bitirdim. 1976 da Dr., 1982 de Doç., 1987’de Prof. oldu. 6 adet mesleki ve bilimsel kitap ile çok sayıda bilimsel makale yayımladım. 2007 yılında emekliye ayrıldıktan sonra Bursa Belediyesi Türk Sanat Müziği Konservatuvar’ını bitirdim. Keman çalıyor, beste yapıyor ve öykü yazıyorum. Yazarımız İsmail İlhan 7 Nisan 2020 günü yaşama veda etti.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.