Kaçış – Üçüncü Bölüm

<< İkinci Bölüm

Üçüncü Bölüm
Sadık Turba’daki yeni hayatına kısa sürede alışmıştı. Çözemediği tek ve en önemli sorunu yazdığı mektupları gönderemeyişiydi. Burada posta diye bir şey bilinmiyordu. Kimsenin kimseye mektup, filan yazdığı da yoktu. Sadık, yazdığı mektupları koynunda saklamayı sürdürüyordu. Bir gün onları postaya vereceği umudunu kaybetmemişti. Arada bir Ahmet’le beraber gidiyorlardı köylere. Yeni askerlerden oluşan ekipler, üç beş kelime dışında Arapça bilmediklerinden, gittikleri yerlerde insanlarla iletişim kuramıyor, ne olup bittiği hakkında bilgi sahibi olamıyorlardı. Köy kahvehanelerinde bir köşeye oturup Yemen kahvesi içiyorlardı. Bazen yaşlı bir amca yanlarına sokulup, bir şeyler anlatıyor, onlarsa sadece anlamadıklarını belirten işaretler yapıyorlardı. Sonra da kalkıp diğer köyün yolunu tutuyorlardı. İlk bir ay içinde ne Sadık, ne de Ahmet kayda değer bir olayla karşılaştılar. Sadık bazen karakolda nöbete kalıyor, bir saat ara verilerek dörder saatlik iki nöbet tutuluyordu günde. Sayıca fazla olmasa da halktan karakola gelip, kumandanla görüşenler, ağlayıp, sızlanarak şikâyette bulunanlar oluyordu. Sonuçta Turba sakin sayılabilecek, yaşanılabilir bir yer gibi görünüyordu.

Cuma günleri nöbetçiler dışında karakoldaki askerlerin tamamı izinli oluyordu. Sadık önceleri boğulmaktan korkuyor olsa da kısa sürede yüzmeyi öğrendi. İzninin önemli bir kısmını denizde yüzerek geçiriyordu. Ahmet’le birlikte kasabanın küçük ve tek camisinde Cuma namazını kıldıktan sonra denize yüzmeye gidiyorlardı. İkisi de yüzmeyi çok sevmişlerdi. Sadık, anasının gömleğine diktiği mecidiyelerden birini bozdurmuştu. Denizden sonra kasabanın tek lokantası olan ‘Abdullah’ta kebap yemeyi alışkanlık haline getirmişlerdi. Yemek parasını çoğunlukla Sadık ödüyordu. Yemekten sonra birlikte bahçelerin arasında dolaşırken memleketten, ailelerinden konuşmayı çok seviyorlardı. Sadık, Asiye’den bahsederken hep gözleri buğulanır, içlenirdi. Ahmet gerçekten kafa dengi bir arkadaştı. O da evlerini, karısını çok özlüyordu. Sadık’la arkadaş olmaktan, bu cuma gezintilerinde ona arkadaşlık etmekten mutluluk duyuyordu. Sadık, bu yabancı ülkede bilmediği bitkileri, ağaçları yakından görmek, tanımak için her fırsatı değerlendiriyordu. Kahve ağaçları, Hindistan cevizi ağaçları, hurma ağaçları onu büyülüyordu adeta. Hoşlandığı çiçeklerin tohumlarını topluyordu. Bir gün köye dönerse, Asiye’yle birlikte onları bahçeye ekmeyi geçiriyordu aklından. Bir de yörenin türküleri, şarkıları hoşuna gidiyordu. Bunların dışında ilgilenecekleri, gidebilecekleri ya da görmeğe değer başka şeyler, başka yerler yoktu Turba’da.

Yine bir tatil günü Ahmet’le sahil boyunda gezinirken denizin ortasında bekleşen iki kişi Sadığın ilgisini çekti. Yarı bellerine kadar denizin içinde, ellerinde mızrak gibi, ok gibi sivri uçlu sopalarla bekliyorlardı. Arada bir mızrağı suya fırlatıyorlardı. Sadık merakla ne yaptıklarını izlemeğe koyuldu. Bir süre sonra, atılan mızraklardan birinin ucundaki çırpınan balığı gördü ve bunun bir balık yakalama yöntemi olduğunu kavradı. Sahilden ayrılıp bahçelere yürüdüler. İki ağızlı çakısıyla, bir erik ağacından, gözüne kestirdiği iki düzgün dal kesti Sadık. Sopa haline getirdiği bu iki dalın ucunu tıpkı bir ok gibi sivriltti. Birini kendi aldı, diğerini Ahmet’e verdi, yeniden sahile indiler. Soyunup suya girdiler, çevrelerini dikkatle gözetleyerek beklemeğe başladılar. Yakınlarında dolaşan küçük balıkları umursamadan avlarına yoğunlaştılar. Sopasını ilk fırlatan Ahmet oldu. İsabetsiz bir atış oldu bu. Her üç, beş dakikada bir iri balık yanlarına yaklaşıyordu yaklaşmasına da her ikisi de hedefi bir türlü tutturamıyordu. Akşam ezanına kadar her biri belki yüzden fazla ok fırlatmış olmalarına karşın tek bir balık yakalayamamışlardı. Ertesi gün nöbetleri bittiğinde sopalarını alıp yine gittiler denize. Bu sefer Sadık, iki saatlik bir çaba sonucu, amacına ulaştı. Oldukça iri bir balığı zıpkınına geçirmeyi başardı. “Vurdum, vallaha vurdum balığı, vurdum Ahmet vurdum çabık gel.” Sopanın ucunda çırpınan balığı kumsala taşımak Sadığı çok heyecanlandırmıştı. Dün akşam üstü balık yakalayıp oracıkta pişirerek yiyen iki adamı birlikte izlemişlerdi. Aynısını onlar da yapabilirdi. Sadık balığın içini boşaltıp deniz suyu ile temizledi. Ahmet’in sahilden topladığı odun parçaları, çalı, çırpı ile kayaların arasında ateş yaktılar. Ateşin harı geçtikten sonra közde avlarını pişirdiler, lezzetine doyamadıkları ve yaşamları boyu hiç unutamadıkları bir ziyafetin mutluluğunu yaşadılar birlikte.

***

İlk birkaç aydan sonra karakola tatsız haberler ulaşmağa başladı. Arap çetelerinin geceleri bazı karakolları bastıkları, Osmanlı askerlerini şehit ettikleri şeklindeydi bu haberler. Karakol kumandanı başçavuş, askerlerini toplayıp, bu duyumların gerçek olduğunu, daha sıkı önlemler almaları gerektiğini anlattı. Baskın çetecilerin, gündüzleri halkın arasında, işinde gücünde olan, dikkat çekmeyen genç ve orta yaşlı Arap milliyetçileri olduğu söyleniyordu. Gece karanlığında sessizce gelip, ucu eğri, Cembiye adını verdikleri hançerlerle nöbet yerlerine sızıp nöbetçileri şehit ettikleri anlatılıyordu. Nöbetçi askerin tüfeğini, mermilerini alıp kayboluyorlardı. Başçavuşun söylediğine göre bölgede iki nöbetçi kulübesine sızılmış, bir de karakol baskını gerçekleştirilmişti. Bu olaylarda dokuz asker şehit edilmiş, üç asker de ağır yaralanmıştı. Bir gün kendilerinin başına da gelebilecek böyle bir olaya karşı çok uyanık olmaları gerektiğini söyledi.

Başçavuşun uyarılarında ne kadar haklı olduğunun ortaya çıkması uzun sürmedi. Birkaç gün sonra bir cuma gecesi uzun, beyaz entarileri ile Arap oldukları belli olan sekiz on kişilik bir çete gurubu gecenin ileri bir saatinde karakola baskın düzenledi. Bir nöbetçiyi şehit ettiler. İkinci nöbetçinin yaklaşan militanı fark edip ateş etmesi üzerine karakoldaki askerler uyanıp silahlarıyla dışarı fırladılar. Mevzilenerek yaklaşan karartılara ateş etmeğe başladılar. Çeteciler beklemedikleri bu savunma karşısında iki ölü bir de yaralı bırakarak kayıplara karıştılar. Yaralı çete mensubu da sorgusu sırasında arkadaşlarının adını veremeden öbür dünyayı boyladı.

Bu olay çetecileri durdurmadı. Haftanın en az iki gecesi baskını deniyorlardı. Karakola yaklaşamazlarsa, uzaktan da olsa, nöbet yerlerini ve koğuş binasını ateşe tutuyorlardı. Bu çatışmalarda, bir ay içinde, iki asker daha şehit düştü. Bir asker de ağır yaralı olarak Aden’e, hastaneye gönderildi. Bir daha da o arkadaşlarından haber alamadılar. Herhangi bir nedenle orada ölen veya şehit düşen Osmanlı devlet görevlileri ve askerler için belirlenmiş bir mezarlık bulunmaktaydı. Şehit askerler oraya defnedildi. Cenazelere, yerli halktan önemli sayılarda katılım oldu.

Olayların giderek yoğunluk kazanması yerli halkı ikiye bölmüştü. Daha çok orta yaş üstü Araplar, Osmanlı uyruğunu ve Halifeye bağlılıklarını savunuyorladı. Bu yüzden milliyetçilere asla destek vermiyor, hatta ellerinden geldiğince onlara karşı duruyorlardı. İkinci guruptakiler, İngilizlerin maddi, manevi desteğini arkalarına almış olan gençlerdi. Bunlar, İngilizlerin kafalarına soktuğu, bağımsız Yemen Arap devleti kurma hayali peşinde koşuyorlardı. Bunun için Osmanlı askerlerini her fırsatta yok etmenin derdindeydiler. Bunun en güvenli yolu da onlara göre, gece baskınlarıydı. Karanlık gecelerde arkadan sessizce ve sinsice yaklaştıkları düşmanlarının tam kalbine çembiye’lerini saplıyorlardı. Böylece birkaç ay içinde, bölgede şehit etikleri Osmanlı askerlerinin sayısı yüzleri buldu.

Karakollara ne yeni asker, ne de silah ve mühimmat geliyordu. Asker kendi olanaklarıyla ayakta kalmak zorundaydı. Artık yakın köylere ‘devriye görevi’ çıkışlarına tamamen son verilmişti. Bağlı oldukları tugay karargâhı ile iletişimleri tümden kesilmişti. Erzak stokları tükenmek üzereydi ve takviye olanakları neredeyse kalmamıştı. Giysileri, postalları iyice eskimiş, tamir, yama tutmaz duruma gelmişti. Uzun bir süreden beri her gün, sabah karavanasında yağsız bulgur aşı, öyle yemeginde birkaç hurma eşliğinde, ıslatarak yumuşattıkları çeyrek tayın, akşama da bir kepçe ayranla üç, beş lokma mısır ekmeği yiyebiliyorlardı. Unutulup gitmiş bir karakol durumuna düşmüşlerdi. Başçavuşun moral konuşmaları giderek etkisini kaybediyordu. Bütün bu çaresizliğe ve olanaksızlıklara karşın kimsenin, karakoldan ayrılıp, bir başka yerlere gitmeyi ya da kaçmayı düşünecek hali de, cesareti de, umudu da yoktu. Ortalıkta her türlü melanet kol geziyordu. Karakol kumandanı Aksaraylı Cemil başçavuş başta olmak üzere kalan askerler şaşkınlık ve çaresizlik içinde, Aden garnizon kumandanlığından gelecek bir haber bekliyorlardı.

Kasım ayı artalarıydı. Gündüzler hala çok sıcak geçiyordu. Karakolda sözde görevli Sadık ve arkadaşları sadece on iki kişi kalmışlardı. Nöbetçiler dışında kalan askerler günün önemli bir bölümünü yatakhanede ya da bir ağaç gölgesinde uyuyarak geçiriyorlardı. Bir görev için orada bulunuyor olmaktan ziyade gidebilecekleri başka bir yerleri olmadığı için oradaydılar. Başçavuşun, firar etmek isteyen birini engellemek isteyeceği gibi bir düşüncesi yoktu. İsyancı çeteleri desteklemiyor olsalar da halkın bir bölümünün ilk zamanlardaki gibi, askeri sahiplenme ve destekleme arzusu da yavaş yavaş yok oluyordu. Hilafete bağlılıklarını sürdüren bu halk kesimi de olanlardan rahatsız ve şaşkındı. Askerlere isteseler de yardım etmekten korkuyorlardı. İki arada bir derede kalmış görünüyorladı. Hergün karakola baskın yapılacağı söylentileri dolaşıyordu ortalıkta.

Sadık sabaha karşı silah sesleriyle ve çığlıklarla yatağından fırladı. Giyinip, sürekli hazır tuttuğu silahını kaparak barakanın kapısından dışarı adımını atar atmaz arkadan bir kolun boynuna dolandığını hissetti. Tam da o anda göğsüne aldığı şiddetli bir darbenin etkisiyle beraber yoğun bir acı hisseti. Gözleri karardı, dizlerinin bağı boşandı, göğsünde giderek uyuşan bir sızı duyumsadı, olduğu yere yığıldı.

Bir yanında anası, diğer yanında Asiye; Sadık başını anasının dizine yaslamış sırt üstü uzanmıştı. Asiye yumuşacık ve sıcacık eliyle yüzünü okşuyordu. Sadık Asiye’nin gözlerine baktıkça sevgilisinin yanakları pembeleşiyor, gülümseyen gözlerini kaçırmağa çalışıyordu. Sadık elini tuttu Asiye’nin,

– “Asiye’m beni bırakma, ne olursa olsun beni bırakma.” diyordu yavaşça. Sadık çok susadığını söyledi. Asiye fırlayıp bir tas su getirdi. Sadık suyu içiyordu ama su boğazından geçip içini serinletmiyor, susuzluğunu gidermiyordu.

– “Uykum var.” dedi Sadık,

– Günlerdir uyumadım, anacığım dizinde uyuyum nolur, ikiniz de yanımda galın. Beni bırakmayın e mi?

Adile oğlunun saçlarını okşadı, alnına küçük bir öpücük kondurdu.

– Sen nasıl isdiyosan ben öyle yaparım canım oğlum. Ebediyen bekle de ben beklerim. Yeter ki sen yanımda ol gınalı guzum.

Sadık anasının elini alıp öpmek istedi. Adilenin eli kan içindeydi.

– Gorkma Sadığım, başını bi yere vurmuşun, ganamış. Eyileşecek, meraklanma yavrım. Seni eyileşdireceğek Asiye gızımınan.

Sonra birden yanında tanımadığı kadınlar gördü. Anasını ve Asiye’yi kollarından tutup ayağa kaldırdılar. İki yandan destek vererek hep birlikte oradan uzaklaştılar. Sadık, “Gitmeyin, beni bırakmayın” diye ellerini onlara uzatarak arkalarından bağırmak istedi, ama hiç sesi çıkmadı. Öylece baktı kaldı.

Sadık gözlerini hiç tanımadığı bir yerde açtı. İyice yere yapışmış, yamalı bir minderin üstünde yatıyordu. Çevresine bir göz gezdirdi, kapısı çuldan olan, çadırı andıran bir odadaydı. Başucunda orta yaşlı, uzun beyaz entarili, yalın ayak bir adam, bir nine, daha genç bir kadın ve en büyüğü on yaşın biraz üzerinde görünen, biri oğlan üç çocuk vardı. Sadığın uyandığını görünce bir şeyler söyledi adam, ama Sadık ne dediğini anlamadı. Nine işaretlerle göğsünden yaralanmış olduğunu, yaraya ilaç sürdüklerini ve sardıklarını anlatıyordu. Sadık olayı hatırlamağa çalıştı. Arkadan boynuna birisinin sarıldığını anımsadı. Sonra da göğsüne inen darbeyi. Göğsü sızlıyordu. Dokunmuş kuşak kumaşı gibi bir şeyle sarmışlardı yarasını. Çok susamıştı, dili, damağı kurumuştu. Su istedi, kimse anlamadı. İşaretle anlatınca, kadın hemen bir tas su getirdi. Sadık suya uzanmakta zorlanınca kadın suyu onun ağzına kadar uzattı. Sadık suyun hepsini içti. Yine el kol işaretleriyle yemek isteyip istemediğini öğrenmeye çalıştılar. Sadık el ve baş işaretleri yaparak istemediğini anlatmağa çalıştı.

Sadığın yarası hızla iyileşiyordu. Kalbi hedeflemiş olan cembiye, Sadığın koynundaki mektuplara saplandıktan sonra şiddetini azaltmış olarak vücuda saplanmıştı. Bu yüzden kalpte anında öldürücü bir yara açmamıştı. Sadığın yaşadığını, ona yardım eden Osmanlı yanlısı bu aileye, arkadaşı Hayrettin haber vermişti. Kendisi de saraya bağlı olduğunu bildiği, bir başka Arap ailesinin evine sığınarak ölümden kurtulmuştu. Çok kan kaybetmiş olmasına karşın evdekilerin beceri ve bilgisi, Sadığın da sağlam, dayanıklı bünyesi sayesinde tehlike savuşturulmuştu. Evdeki herkes Sadığa sanki aileden biriymiş gibi baktılar. Onun yattığı odaya kimseyi sokmadılar. Çünkü kimin kimden taraf olduğu iyice karışmıştı. Orada bir Osmanlı askerinin kaldığını öğrenen birisi bunu hemen milliyetçilere yetiştirebilirdi. Bu da doğal olarak onun sonu olurdu.

Yaralanmasının altıncı günü Sadık ayağa kalkmıştı. Gitmeğe hazırlandığını gören nine el, kol hareketleriyle bir süre daha kalması gerektiğini anlatmağa çalıştı. Sadık ninenin ellerini saygıyla öptü. Kendi işaret diliyle gitmesi gerektiğini anlattı onlara. Evin erkeği ve onun eşi olduğunu düşündüğü kadın evde değillerdi. “İyi ki onlar yok. Onlar da olsaydı gitmek daha zor olacaktı.” diye geçirdi aklından. Nine gitmesine mâni olamayacağını anlayınca çantasına ekmek, hurma, bir tane de Hindistan cevizi koydu. Sadık çantasını omzuna almış, kapıya yönelmişti ki, kapı olarak görev yapan çul açıldı. İkisi silahlı, üç Arap kişi Sadığı kollarından yakalayıp ite, kaka dışarı savurdular. Sonra da ellerini bağlayıp, rastgele yerlerine attıkları tekmeler eşliğinde sürüklercesine alıp götürdüler.

Dördüncü Bölüm >>

İsmail İlhan Hakkında17 Yazıları
1940 yılında Yozgat’ın Köçek Kömü Köyünde beş çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olarak doğdum. İlkokulu üçüncü sınıfa kadar kendi köyümüzde eğitmenle okudum. İlkokulun kalanı ile orta öğrenimimi Yozgat’ta tamamladım. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik Bölümünü bitirdim. 1976 da Dr., 1982 de Doç., 1987’de Prof. oldu. 6 adet mesleki ve bilimsel kitap ile çok sayıda bilimsel makale yayımladım. 2007 yılında emekliye ayrıldıktan sonra Bursa Belediyesi Türk Sanat Müziği Konservatuvar’ını bitirdim. Keman çalıyor, beste yapıyor ve öykü yazıyorum. Yazarımız İsmail İlhan 7 Nisan 2020 günü yaşama veda etti.

Yorumlar

İlk yorumu siz yapın

Yanıt Ver

E-posta adresiniz yayımlanmayacak.




Loading Facebook Comments ...