Kaçış – İkinci Bölüm

<< Birinci Bölüm

İkinci Bölüm
Ertesi sabah erkenden borazan sesiyle uyandılar. Koğuş sorumlusu onbaşı, bitişik koğuştaki karavanaya hazır olmak için on beş dakikalık bir zamanları olduğunu, birkaç kez bağırarak duyurdu. Karavana bir tayın ve bir tas mercimek çorbasıydı. Yemeğe başlamadan onbaşı;

– “İçinizde sofra duvasını bilen var mı?” diye yüksek sesle sordu. İki aday ve Sadık el kaldırdılar. Onbaşı, bunlardan en başta bulunan gence verdi görevi. Çorbalar içildikten sonra da onbaşı kendisi, padişahımız efendimize şükür duası okudu. Padişahımız çok yaşa! Nidaları ile karavana faslı sona erdi.

Şube kumandanlığının hazırlattığı 4 adet at arabasına dokuzar, onar aday bindirildi. Yerköy’e doğru yola çıkıldı. Uğurlamak için orada bulunan az sayıdaki yakınlarla, arabalardakilerin karşılıklı el sallamaları, mendil sallamaları, giderek birbirinden uzaklaştı. Kulaklarda yalnızca tekerlek demirlerinin taş kaldırımlarda çıkardığı tıkırtı sesleri kaldı. Kafile kumandanı, öğlen vakti saat iki’ye doğru tren istasyonuna varacaklarını hesaplıyordu. Aynı gün öğleden sonra üçte gelecek olan tren kafileyi, Ankara aktarmalı olarak Konya’ya götürecekti.

Yozgat Yerköy arası, at arabasıyla dört saatten biraz fazla çeken bir mesafeydi. Normal olarak, kafile kumandanının hesabıyla saat ikide Yerköy’de olmaları gerekiyordu. Yol üzerindeki Sarayköy’de, oğulları da arabalarda olan, iki aile araba konvoyunu durdurup son kez çocuklarını görüp kucaklaşmak isteyince bir süre geç kaldılar. Ama trenin varışından önce geldiler Yerköy istasyonuna. Tren, istasyona yanaştığında herkes bavulları ve şubede verilen sırt çantaları ile hazır bekliyorlardı. Kapılar açıldı. Birkaç yolcu ile birlikte asker adayları açılan kapılara hücum etti. Aşağıda yolcu kalmayınca tren en tiz perdeden ıslığını çaldı, kara dumanlarını püskürterek ağır, ağır hareket etti.

Ortalık ağarırken tren, yine o tiz ıslığını çalarak, Ankara garına girdi. Görevli memur daha tren durmamışken, kompartımanları tek, tek dolaşarak, trenin Ankara’ya geldiğini, Konya yolcularının burada inerek, üç numaralı hattaki trene binmeleri gerektiğini, Eskişehir ve İstanbul istikametine gidecek yolcularının aynı trenle yollarına devam edeceğini, trenin yarım saat sora kalkacağını, saat tam yedide herkesin öteki trende olması gerektiğini birkaç kez tekrarlayarak duyurdu. Bunun hemen ardından da kafile kumandanı astsubay, adaylara;

– Bütün asker adayları burada iniyoruz. Trende kimse kalmasın. Anlaşıldı mı?

Tembihini yüksek sesle kafileye duyurdu.

Yol boyunca, başka istasyonlardan binen yeni adaylarla kafile ‘yüz’ sayısını aşmıştı. Trenden indikten sonra Ankara garının önündeki meydanda toplaştılar. Başçavuş rütbesindeki astsubay ve yardımcısı bir onbaşı, kafileyi ayrı, ayrı saydılar, aynı sayıyı bulduklarını öğrenince birbirlerine bakıp memnuniyetle gülümsediler. Yürüyüşe geçmeden önce başçavuş;

– Buranın çarşısı on dakikalık mesafede. Üçerli yürüyüş düzenini bozmadan oraya kadar yürüyeceğiz. Bizim trenin hareketine daha dört saat var. Çarşıda, ikişerli, üçerli guruplar halinde dükkanlardan ihdiyaçlarınızı karşılıyabilirsiniz. Çarşıya gitmeden, ihtiyacı olan varsa isdasyonda kenef var. Şuradan sağa dönünce göreceksiniz. Kapısında yazıyor ama çoğunuzun okuma yazması yok. Okuma bilen biri gösdersin. Hem büyük, küçük ehdiyaçlarınızı giderir, hem de elinizi, yüzünüzü yuyabilirsiniz. Yarım saat sonra herkes burada olsun. Toplanma yerimiz burası. İşini gören buruya dönecek, annaşıldı mı?

Ankara garı oldukça hareketli görünüyordu. Ülkenin diğer büyük kentleriyle en önemli ulaşım noktasıydı burası. Değişik yönlere her gün beş tane tren bu gara uğrayıp yolcu indiriyor, yolcu bindiriyordu. O yıllarda kara yolu taşımacılığı sadece kasabalara çalışan posta arabalarından ibaretti. Bunların da birkaçı döküntü görünümlü otobüsler, diğerleri ise at arabasıydı. Şehirde işi olanlar genelde yaya ya da at, daha çok da eşeklerle saatler, hatta günler süren yolculuklar yapmak zorunda kalırlardı. Motorlu taşıt neredeyse yok gibiydi. Köylünün, kısa mesafelerde trenle seyahat etme olanağı, hemen hiç yoktu. Trenler uzun mesafeler için yolcu kabul ediyordu. Zaten kısa yolculuklar köylünün altından kalkamayacağı kadar pahalıya geliyordu.

Konya treninin hareket saatine daha bir saatten fazla zaman varken herkes çarşıdan istasyona dönmüştü. Üçerli, dörderli guruplar halinde bir araya gelerek sohbet eden adaylar, kumandanın çaldığı düdükle o tarafa dikkat kesildiler. Yardımcı onbaşının da el işaretiyle başçavuşun önünde toplandılar. Kumandanın isteği üzerine üçerli sıra oldular. Bir kere daha sayıldılar, eksik bulunmadığından emin olunduktan sonra kumandan adaylarla birlikte, trenin hazır beklediği, üç nolu perona yürüdü.

Trenin yanında bekleyen iki görevliden biri, başçavuşun uzattığı kâğıtları inceledi, kapının yanına dikilerek, binmelerini işaret etti. Binenleri teker, teker saydı. Tamam olunca başçavuşa hayırlı yolculuklar diledi, kâğıtları tekrar iade etti.

Bindikleri vagonda kompartımanlar yoktu. Vagonun iki yanına da uzun, kalasa benzer tahtalardan oturacak yerler konulmuştu. Vagonda, asker adaylarından başka yolcu yoktu. Anlaşılan trenin iki vagonu sadece bu adaylara ayrılmıştı. Adaylar, bavullarını oturdukları tahtaların adlına yerleştirdiler. Karşılıklı olarak tahtaların üzerine dizildiler. Trenin hareketini beklemeğe başladılar.

Tren, tam saatinde düdüğünü çalarak, oflaya, puflaya hareket etti. Aşağıda koşuşanlar, bağırıp, çağıranlar, oğlunun, kocasının, kardeşinin vagonun penceresinden uzattığı elini tutup bırakmak itemeyen analar, babalar, kardeşler… Çok sayıda yolcu vagonların penceresinden sarkmış, kendilerini uğurlamağa gelen yakınlarını son bir kere daha görebilmek, onlara dokunabilmek umudu ve telaşı içindeydiler. Tam bir curcuna yaşandı kısa bir süre. Tren hızlandıkça gar binası ile birlikte, ellerini sallayarak bekleşen insanlarda giderek uzaklaştı, sonra kayboldular.

Tren sabahın altısında Konya’daydı. Yolda bir istasyonda, karşıdan gelmekte olan bir treni, iki saate yakın bir süre beklemişlerdi. Bu yüzden Konya’ya varışları gecikmişti. İstasyonda indiler. İstasyonun önündeki alanda başçavuş sayımını yaptı, eksik olmadığını saptadıktan sonra karşılarına geçip, herkesin duyabileceği bir sesle;

– Benim, sizi kumandanlık yetkililerine teslim ettikten sonra görevim sona eriyo. Burada on beş gün, belki de daha fazla bi süre eğitim göreceksiniz. Sonra da dağıtılacaksınız. Allah yardımcınız olsun. Haydi şimdi düzgün bi şekilde yürüyoruz. Gideceğimiz yer çok uzak sayılmaz. Yarım saate galmaz orada oluruk. Uygun adım marş.

Başçavuş önde, kafile arkada, hiç de uygun olmayan adımlarla yürüyüş başladı. Onbaşı ortalarda, yürüyüş kolunu arkadan ve önden kontrol ediyordu. Bir köşeyi dönüp yeni bir sakakta ilerlerken, bir aday ara sokağa sapıp hızla uzaklaşmak istedi. Durumu fark eden onbaşı, teçhizatını oracıkta bırakarak peşinden koştu. Kısa süre sonra da adayı yakalayıp getirdi. Ankara’nın Çubuk köyünde olan, on beşinden büyük göstermeyen çocuğu kumandanın karşısına dikti. Başçavuşun, sağlı, sollu tokatları çocuğun suratında patladı. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi yürüyüş devam etti. Sıralar düzgün olmasa da, yürüyüşü uygun adımla bir ilgisi olmasa da garnizona kadar fazlaca dağılmadan yürüdüler. Nizamiye kapısında görevli bir subay, kafile başkanı başçavuştan aday listesini kendisine vermesini istedi. Başçavuşun uzattığı listeden okuduğu isimlerin teker, teker nizamiye kapısından girişlerini denetledi. Yüz üç adayı teslim aldığını bir tutanak halinde yazarak başçavuşa verdi.

Sadık da, Cemal de gördükleri karşısında şaşkınlıktan donup kalmışlardı adeta. Bu kadar büyük bir alanın olabileceğini asla düşünmemişlerdi. Alan o kadar genişti ki, ne kadar bağırsan, bir ucundan öteki ucuna sesin ulaşmazdı. Alanın uzak bir köşesinde tek katlı, iki katlı bir yığın yapı vardı. Bu yapıların ortasında diğer binalardan daha büyük, dört katlı bir bina göze çarpıyordu. Alanın Kuzey tarafı ağaçlıktı, adeta bir ormanı andırıyordu. Geri kalan otlarla kaplı alanda onar, on beşer askerden oluşmuş onlarca küme görünüyordu. Bir başka köşede de çok sayıda at ve bu atlara inip binen, dolaşan askerler vardı.

Nizamiyede kafileyi teslim alan subay, başlarına bir çavuş vererek kafileyi garnizon binalarına yönlendirdi. On dakika kadar süren bir yürüyüşün sonunda bir binanın önünde durdular. Çavuş iki basamaklı merdiveni çıkıp taşlıktan, eliyle sağındaki binayı da işaret ederek herkesin duyabileceği bir sesle;

– Şindi hepiniz bana gulak verin. Burası ve şu yandaki bina sizin goğuşunuz. Alt gatlar yemekhane, banyoluk ve ayakyolu gatıdır. Üs gatlar da yatakhane. Şimdi size yarım saat dinlenme, yerleşme molası veriyom. Bu yarım saatin bitiminde hepiniz gine bu aynı yerde işdima olacaksınız. Herkeş ağnadı mı? Hadi goğuşlarınıza marş, marş.

Sadıkla Cemal ikinci binaya yöneldiler. Doğruca üst kata çıktılar. Goğuşun sonlarına yakın bir ranzayı belirleyip, bavullarını yatağın üzerine koydular. Sadık üstte yatmak istediğini söyledi. Cemal buna hiç itiraz etmedi. Bir hayli yorulmuşlardı. Bavulları ranzanın altına sürdüler, postallarını çıkartıp, elbiseleriyle yataklarına uzandılar. Kendilerini yatağa attıklarında, ne kadar yorulmuş olduklarını daha iyi duyumsadılar. Beş dakika bile geçmeden, diğer pek çok arkadaşları gibi, ikisi de sızıp kaldılar.

Tiz bir düdük sesinin ardından çavuşun gür sesiyle Sadık yerinden sıçradı. Ranzadan indiğinde Cemal hala gözlerini oğuşturuyordu. Çavuş;

– “Beş dakka içinde aşağıda tekmilde bulunmıyanı yakarım Allahama, kitabıma. Dışarıda bekliyom, hadi davranın bakıyım.” diyerek koğuşu terk etti. Koğuşta olağanüstü bir hareketlilik başladı. Beş dakika sonra alanda olabilmek için bazıları gömleğinin düğmelerini ilikleyemeden, bazıları da postallarının bağlarını bağlayamadan kendilerini dışarı atmak zorunda kaldı. Sonuçta, beş dakika sonra herkes koğuşun önünde hazır sayılırdı.

Çavuş, yüksek sesle herkese hitaben;

– Peygamber ocağına hoş geldiniz. Burası Konya Temel Eğitim garnizonu. Burada bir ay boyunca asgerliğin temel eğitimini alacaksınız. Bu gışlada 6 adet acemi bölüğü mevcut. Her bölükde yaklaşık 260 asger var. Bizim bölüğümüzle beraber üç bölük piyade bölüğüdür. Biz ikinci bölük oluyoruz. Her bölük beş tane takımdan meydana geliyor. Her takım da gine beş mangadan oluşuyor. Bölüğün gumandanı yüzbaşıdır. Takımın gumandanı başçavış, manga gumandanı da onbaşıdır. Buradaki eğitimi size manga gumandanınız yapdıracaktır. Bir ayın sonunda her biriniz zıpkın gibi birer asker olarak buradan birliklerinize dağılacaksınız. Soru sormak isdiyen var mı?

Kimseden bir ses çıkmadı.

O gün, bir gün sonra başlayacakları temel eğitim için gerekli hazırlıklar yapıldı. Önce, listeden okunan isim sırasına göre guruplandırılarak depoya götürüldüler. Kendilerine gerekli olan teçhizat, üzerlerine zimmetlenerek dağıtıldı. Sonra on ikişerli, manga dedikleri guruplara ayrıldılar. Manga kumandanı olan onbaşılar guruplarını toplayıp eğitim yapacakları alana götürdü. Dağıtılan teçhizatın ne işe yaradığını, nasıl kullanılacağın göstererek anlattı. Daha bir sürü gerekli, gereksiz şeylerden söz etti. Diğer guruplar da yanlardaki alanları doldurmuşlar, onlar da kumandanlarının anlattıklarını dinliyorlardı. Öylen yemeği zamanı yaklaşırken Onbaşı;

– “Az sonra garavana borusu çalacak. Şimdi doğru koğuşlara gidiyoruz. El, yüz yuma ve ehdiyaç giderme için on beş dakkanız var. İşini bitiren 4 numaralı goğuşdaki yemekhaneye gelecek. 4 numarayı bilmiyen sorup öğrensin. Bugün akşama gadar serbessiniz. Urbalarınızın söküğü, eğsik düğmesi vesaire varsa dikin, düzeltin. Üsdüne uymıyannar değiş tokuş yapsın. Sonra da hamama girip bi güzel yunun. Yarın hepinizi tertemiz, filinta gibi gormek isdiyom. Şimdi serbessiniz, hadi dağılın.” komutu ile o günkü görevini noktaladı.

Ertesi gün kalk borusu çaldığında ortalık yeni ağarmaya başlamıştı. Koğuş binasının alt katında üç tane musluklu çeşme vardı. Sadık bir süre kuyrukta bekledi, el yüz yıkadıktan sonra tekrar yukarı çıkıp giyindi. Cemal’le birlikte dışarı çıktılar. Yemekhaneye doğru yürüdüler. Yemekhaneye yaklaştıkça, başka koğuşlardan gelenlerle, sayıları giderek arttı. Henüz karavana borusu çalmamıştı. Bir köşeye çekilip beklediler. Güneş ufuktan oklarını dört bir yana uzatırken boru sesiyle alan hareketlendi. Herkes yemekhanenin kapısına hücum edince de izdiham oluştu. Bir başçavuş sahanlığa çıkıp, verdiği tehdit içerikli emirlerle ortalığı biraz yatıştırdı. Kısa bir süre sonra da kapının önü tamamen boşaldı.

Manga kumandanlarının uyarısıyla, yemekten sonra bütün mangalar dışarıda, belirlenen yerlerde toplandı. Sonra, kumandanları başlarında olmak üzere, koğuşlarına gittiler. Koğuştaki malzeme odasından, kazma sapını andıran birer sopa, çeşmelerden su doldurdukları matara ve fişek yuvalarına, gerçek mermi yerine, fişeği andıran ağaç mermiler yerleştirilmiş birer fişeklik alarak dışarıda bekleyen onbaşının yanına döndüler. Onbaşının gösterdiği şekilde fişekliği kuşandılar, mataraları palaskalara taktılar, sopaları da tüfekmiş gibi omuzlarına yerleştirdiler. Üçerli sıralar oluşturup onbaşının komutlarına uyarak eğitim yerine hareket ettiler.

Bir süreden beri askeri eğitim ‘Alman Askeri Eğitimi Sistemi’ne göre yapılmağa başlanmıştı. Orduların yapısı da Alman sistemine dönüştürülmüştü. Bütün askeri eğitim birliklerinde, ordu, kolordu ve tümen karargahlarında Almanya’dan getirtilmiş subaylar bulunuyordu. Bunlar, Osmanlı ordusunun yapısını yeniden düzenlemek ve gerekli eğitimi sağlamakla görevliydiler.

Askeri eğitimlerine, onbaşının teker, teker karşısına alarak -Rahat! Hazırol!- komutlarının gereğini yapmayı öğrenmekle başladılar. Arkasından selam vermeyi, emir almayı, uygun adım yürümeyi çalıştılar. Bir ara, Çorumlu bir aday sopasını izinsiz yere bıraktığı için onbaşıdan iki tokat yedi. Onbaşı;

– “Bunnar sizin silahınız, silah demek namus demekdir. Ölseniz de silahınızı bırakmıyacaksınız. Herkeş ağnadı mı?” diyerek mangayı uyardı. Dört saatlik öğle sonrası talimi boyunca onbaşı öğrettiklerini tekrarlattı. Arada bir toplaşarak onbaşının uyarılarını ve bilgilendirmelerini dikkatle dinlediler.

Akşam karavanasından sonra koğuşlarına çekildiklerinde Sadık bir hayli yorulduğunu fark etti. Ranzaya uzanır uzanmaz Asiye gözlerinin önünde canlandı. Onu ne kadar çok özlediğini fark etti. Birlikte oldukları zamanlarda söylediği bütün sözleri kulaklarında yeniden çınladı. Ona bir an önce kavuşmak için her şeyi göze alabileceğini düşündü. Nişanlısının, kendi elleriyle işlediği, “Baktıkça beni hatırla.” diyerek ona verdiği, hep gömleğinin iç cebinde taşıdığı beyaz mendili çıkarttı, kimsenin fark edemeyeceği şekilde, elinde gizleyerek uzun, uzun kokladı. Gözleri buğulandı. Ağlamamak için kendini zor tuttu. Alt ranzadaki Cemal’in sesiyle irkildi:

– Sadık, noorüyon la, sesin, soluğun kesildi. Yatar yatmaz uyumadın ya? Uyuyon mu yoosa?

– Uyumadım da köy geldi aklıma. Neydiyolardır ki şindi. Bizi gonuşuyolar mıdır sence?

– Bak ne diyom biliyon mu? Yarın öylen yemeğenden soğna birer mekdup yazak eve, olmaz mı? Önce gendiğinkini yaz, o bitince de benimkini. Sağ salim gelip birliğimize gatıldığımızı yazak. Meraklanmasınlar. Bizi merak etmeyin, biz eyiyik, çok irahatık deyi yazarsın. Neyise, o zaman aklımıza gelen başga şeyleri de yazarsın.

– Doğru diyon Cemal yav. Bi eve bi de Asiyiye yazıyım, emme Asiye ona yazdığımı da babama okudur herhal. Ona gore yazmam ilazım. Neyise, ne yazacağamı yarına gadar düşünürüm. Sen de yazdıracaklarını düşün.

– Kağadın, galemin var mı?

– Yok valla.

– Yarın onbaşıya sorar, nerde satıldığını öğrenirik, bu gadar asger mekdup yazacakdır helbet. Çaresini düşünmüşlerdir bence.

– Haklısın, yakın bi yerde muhakgak bi tükan vardır zahar. Yavu Cemal; bizim onbaşıyı nasıl buldun? Bence kotü biri değel. Gerçi bugün Çorumluya esaslı iki şamar vurdu ya. Sence Çorumlu hak etmiş miydi?

– Herhal hak etdiydi. Elindekinin onun silahı olduğunu söyledi. “Silah namısdır.” dedi. Demekki bi bildiği var.

– Emme herkeş biliyo ki o bi ağaç zopa. Silah olsa neyse. Bence birez haksızlık.

– Sen öyle diyoran…

Ertesi gün eğitim alanında koşu yaptılar, yat, kalk ve uygun adım yürüyüş talimleri çalıştılar. Öylen teneffüsünde onbaşıya, mektup yazmak için kâğıt kalemi nerden sağlayabileceklerini sordular. Onbaşı onlara kantinin olduğu binayı tarif etti. Sadık, Cemal’le birlikte gidip kantinden birkaç mektup kâğıdı, aynı sayıda zarf ve bir ‘sabit kalem’* aldı. Oradan doğruca koğuşa gittiler. Sadık;

– Cemal evela senin mekdubunu yazıyım. Ne de olsa sen diyeceğen, ben yazacağam ya. O daha golay olur. Ben gendiminkileri aklıma geldikce not ederim. Ağşam yatmadan evel de yazarım, temam mı?

-Benim için fargetmez. Sen nasıl diyosan öyle yapak. Yazacak olan sensin.

Sadık köydeyken, okuması için kendisine getirdikleri asker mektuplarından öğrendiği ‘mektup giriş kısmını’ aynen kâğıda geçirdi. Asker mektuplarının değişmeyen giriş şarblonu aşağı, yukarı şöyleydi:

Derunu dilden ve canı gönülden pek muhterem böyüklerim. Evela üzerime farz olan baki selamımı arz eder böyüklerin ellerinden, guccüklerin gozlerinden muhabbetle öperim. Mekdubumu diğniyen bütün gonu, gomşuya da selam eder ellerinden öperim. Ana, nasılsın, eyi misin. Eyi olmanı cenabı Allahdan niyaz eder, o gülden nazik ellerinden öperim. Baba, nasılsın, eyi misin. Eyi olmanı canabı Allahdan niyaz eder ellerinden öperim. Eğer siz de ben değersiz oğlunuzdan sual edecek olursanız, size yazmış olduğum bu mekdubumun son satırına gadar sıhat ve afiyetdeyim…

Sadık, Cemal için yazdığı mektubun girişini bu biçimde yazdıktan sonra Cemal’ın ağzından bu birkaç gün içinde neler yaşadıklarını yazdı. Talimgahta neler yaptırdıklarını, koğuşlarını, yemekhaneyi, hamamı, onbaşıyı yazdı. Sadıkla yatakhanede altlı, üstlü yattıklarını, aynı mangada olduklarını yazdırdı Cemal. Daha şimdiden hepsini çok özlediğini yazdırdı. Karısının adını zikretmeden;

– Anacığım, gelinini benim için öp. Çocukları öp. Sakın beni merak etme. İrahatım yerinde. Sizden başga bi düşüncem yok. Ellerinden öpüyom. Seni seven oğlun Cemal.

Sadık yazdıklarını baştan sona bir kere de okudu Cemal’e. Cemal’in;

– Çok gözel olmuş, elline sağlık, tertibim. Seninkileri de yazıncı hemen yolluyak. Kimbilir gaç gunde geçer ellerine. Ellerine acaba geçer mi dersin?

– Geçmezse bi daha yazarık. Mekdup onnarı bulana gadar yazarım.

– Sana bi şey deyim mi? Anam mekdubu kime okutdudurur bilemem emme, diğnerken durmadan ağlıyacağanı biliyom. Emme Zöhre ağlamaz. O heç bi şeye golay, golay ağlamaz.

– Garıyın ağlayıp, ağlamıyacağanı nerden biliyon ki? Belki anandan bile çok ağlar.

– Gaç yıllık garımı bilmezmiyim. Peki Asiye sence ağlar mı dersin?

– Ağlamasını isdemem doğrusu. Üzülmesini isdemem. Asiyenin her zaman gulmesini isderim ben. Niye ağlasın ki?

Sadık kendi mektuplarını yazamadan içtima borusu çaldı. Ellerindeki zarfı, kâğıtları, kalemi alel acele yatağın altına saklayıp, alt kattaki teçhizat koğuşuna indiler. İçtima yerine zamanında gidemeyip onbaşıdan tokat yemek, laf işitmek istemiyorlardı. Malzemelerini kuşanıp içtima yerine yürüdüler. On dakika kadar sonra da diğer mangalarla birlikte eğitim alanına vardılar.

O gün, sabahları koşu yürüyüş, spor, yat, kalk çalışmaları, öğleden sonra da tüfek tutuşu, tüfeği koruma, ateş etme biçimleri, süngü tanıtımı üzerine nazari bilgiler ve tüfek niyetine taşıdıkları sopa üzerindeki uygulamalar şeklinde gerçekleşti. Onbaşı, bir hafta sonra bu talimlerin gerçek tüfeklerle yapılacağını, herkese bir tüfek ve bir süngü verileceğini, bunların herkesin üzerlerine zimmetleneceğini söyledi. Bunu üzerine Zileli Mahmut elini kaldırıp;

– “Gumandanım, zimmetleme ne demek oluyo? Bilemedim de.” “diye sordu onbaşıya. Aslında mangada zimmet’in ne anlama geldiğini kimse bilmiyordu da, kimse onbaşının nasıl tepki vereceğini kestiremediğinden sormağa cesaret edememişti. Zileli’nin sorması herkesi rahatlattı. Herkes onbaşının vereceği yanıta dikkat kesildi.

– Zimmet demek, o şey size ait demek, sizin üzerinize gayıtlı demek. Sizden geri isdenecek demek. Geri isdendiğinde de teslim aldığınız gibi iyade edeceksiniz demek. Yani onnarı kimsiye veremezsiniz. Kimsiye emanet edemezsiniz, gaybedemezsiniz, gırıp, doküp zarar veremezsiniz, ağnadınız mı?

Günler, bu temel eğitim sürecinde yeni şeyler öğrenilerek ilerliyordu. Uzun mesafeli gece, gündüz yürüyüşleri, koşular, taarruz, savunma tatbikatları yaptılar. Birkaç kere tekrarlanan sanal atış talimlerinin ardından, gerçek mermilerle, yüz metre kadar uzaklıktaki hedefe, astsubay ve çavuşların nezaretinde, beşer mermi attılar. Dağıtıma gitmeden son bir taarruz tatbikatları kaldığı söyleniyordu. Çarşamba günü eğitim bitiyordu. Bir günlük şehir izninin ardından dağıtıma gidiyorlardı.

Posta eri Sadığa, memleketten mektubu olduğunu söylediğinde heyecandan kalbinin duracağını sandı bir an Sadık. Dağıtıma iki gün kala gelmişti mektubu. Mektubu alıp, fırtına gibi koğuşa girdi. Zarfın sol üst köşesinde “Gönderen Baban Hüseyin” yazıyordu. Zarfı yırtar gibi çabucak açtı. İki kâğıt çıktı zarfın içinden. Birisi, “Sevgili oğlum Sadık” diye başlıyordu. Öteki de “Nışanlım Sadığa” başlığı taşıyordu. Sadığın kalbi daha da hızlı atmağa başladı. Yazı çok kötü olmasına karşın Asiyenin yazdırdığı mektubu soluksuz okudu. Asiye, kendisine yazdığı mektubu aldığını, çok sevindiğini yazmıştı. Elinde, mektubunu değil de sanki Asiye’nin sıcacık elini tutuyor gibi geldi. Derin bir iç çekti, mektubu kokladı, yine gözleri buğulandı. Bir süre öylece baktı mektuba. Düzgünce katladı, koynuna sakladı. Sonra babasının mektubunu okudu. Babası, gönderdiği mektubu aldıklarını, aynı gün cevap yazdırdığını, burada herkesin iyi olduğunu, tek düşündüklerinin kendisi olduğunu söylüyordu. Kendilerini hiç merak etmemesini, kendine iyi bakmasını, yine mektup yazmasını istiyordu. Kumandanlarının ellerinden, küçüklerin de gözlerinden saygı ve hasretle öptüklerini yazarak bitiyordu mektup.

Sona yaklaştıkça talimler daha bir yorucu olmağa başlamıştı. Akşam, karavanadan kısa bir süre sonra sızıp kalıyordu Sadık. O akşam koğuşa gelir gelmez mektupları cevaplandırmayı kararlaştırdı. Tarihine bakmak bahanesiyle Asiye’nin mektubunu çıkarttı. Kokladı. Açtı. Mektuba tarih konmamıştı. Bir kere daha kokladı, öptü, katlayıp yine gömleğinin iç cebine koydu. Babasının mektubunu çıkardı bavulundan. Tarihine baktı, hesapladı, yazılalı on dört gün geçmişti. “Demekki mekdubun varıp dönmesi bir aya yakın sürüyo.” diye söylendi alçak bir sesle. Yatağının üzerine çıkarttığı bavulunu açtı, kâğıdı, kalemi çıkarttı, bavulun üzerine koyduğu kâğıda yazmağa başladı:

Çok gıymetli Asiyem

Evela, mahsus selamımı gönderir, sürmeli gozlerinden doya, doya öperim. Nasılsın gozümün feri, goğnümün sultanı. Mekdubunu aldım. Tıpgı senin gibi kokuyo. Arada bi açıp kokuluyom biliyon mu? Yazdığın mekdubu ya ayrı gonder, ya da babam gormeden zarfa gizlice goy. Yazdıklarını okumasın, ben utanırım. Biliyon mu gız, gün boyu hep seni düşünüyom. Aklımdan heç çıkmıyon. Ah, bi guş olup da uçup yanına gelebilsem, seni gorsem diye duva edip hayal ediyom emme olmuyacağanı da biliyom. Dağıtıma iki gunümüz galdı. Bundan soğnaki mekdubumu gettiğim yerden yazarım gayli… Allaha emanet ol. Seni çok seven Sadık.

Sadık yazdıklarını beğenmediği için iki kere kâğıdı yırtıp atmış, yeniden başlamıştı yazmağa. Mektubunu bitirdiğinde herkes yatmış, şurdan, burdan horlamalar başlamıştı. Cemal, mektubu gelmediği için üzgündü. O da Sadığa hayırlı geceler dileyip yatmıştı. Sadık bir süre daha Asiye’yle birlikte olduğu hayaller kurdu. Ona sarılıp yatacağı, sıcaklığıyla kavrulacağı zamanların özlemini derinden hissetti. Gözleri buğulandı. Bir süre bu duygu selinin geçmesini bekledi. Yazdığı mektubu yastığının altına koydu. Kalemi, kalan kâğıtları tekrar bavula yerleştirdi, kapatıp, sessizce bavulunu yerine koydu. Yatağına girip battaniyesini kafasına çekti.

Sabah karavanadan sonra ilk işi mektubu postaya vermek oldu. Babasına da akşam yazmayı planlamıştı. Bu arada belki Cemal’ın mektubu da gelir, ikisini birden yazardı. Yarın tüm askerlere tam dört saat şehir izni çıkacaktı. Bu bir ay boyunca sadece cuma günleri ikişer saat olmak üzere iki kere şehir iznine çıkmışlardı. İki saatte ancak cuma namazı kıldıktan sonra bir yemek yiyip, Lunapark’a gidebilmişlerdi Cemal’le. İkisi de Mevlâna türbesini ziyaret etmeğe kararlıydılar. Yarın muhakkak oraya gideceklerdi. O gün eğitim süresince dağıtımda nereye gönderileceğinin kaygısını yaşadı Sadık. Savaş olan bir cepheye mi, bir askerlik şubesine mi, ya da bir dağ başında ıssız bir karakola mı gönderileceğini düşündü durdu.

Akşam, yemekten hemen sonra bölük yazıcısı yemekhaneye geldi, bir sıranın üstüne çıkarak, ismi okunan erin gelip kâğıdını almasını herkesin duyabileceği bir sesle duyurdu. Yine aynı tonda isimleri okumağa başladı. İsmi okunan kalkıp çavuşun uzattığı kâğıdı alıp oradan uzaklaşıyordu. Buradakilerin pek çoğu okuma yazma bilmediklerinden, verilen kâğıtlarda dağıtım yerlerinin yazılı olduğunu tahmin etseler de, nereye gönderildiklerini bilmiyor, mangalarından ya da yatakhaneden tanıdıkları, okuma yazma bilen, birini gözlerine kestirip ellerindeki kağıtla birlikte soluğu o arkadaşlarının yanında alıyorlardı. Kâğıtta yazılan yeri öğrendiklerinde çoğunun suratı asılıyor, şansına küfredenler, “oralardan nasıl geri dönerim” diye sızlananlar, başlarını öne eğip sessizce uzaklaşanlar, arkadaşları tarafından teselli edilmeğe çalışılanlar giderek artıyordu. Arada bir sevinçten kâğıdını okuyan arkadaşının boynuna sarılanlar da olmuyor değildi.

Listenin sonlarına yakın, önce Cemal’ın ismi, hemen ardından da Sadığın ismi okundu. Cemal, Sadığın kâğıdını almasını bekledi. Sadık, yüzü allak, bullak elindeki kâğıdın titrediği açıkça görünür biçimde Cemal’a;

– Ben yandım Cemal. Yemen’e gonderiyolar. Yedinci Ordu, Üçüncü Tümen, yazıyo. Ben Yemen’den nasıl geri gelirim ki? Söylesene. Yemene giden birinin geri döndüğünü duyan, bilen var mı?

– Şindiden gaygılanıp üzülme be Sadık. Allah öldürmediğini öldürmez. Sen onu bırak da benimkini oku. Ben neriye gediyom okusana?

Sadık Cemal’ın uzattığı kâğıdı aldı,

– Seninki daha eyi, dördüncü ordu, birinci tümen, Trabzon. Keşgem benimki de Trabzon olsaydı.

– Yani sen şindi eyi mi diyon benimkine?

– Yavu Cemal Yemen gibi mi Trabzon? Aha şurda, burnuyun dibi. Emme 4. ordu harpde mi değel mi bilmiyom. İşallah harb etmiyolardır. Eğer öyleyse yan gelip yatacağan işde, gel keyfim gel.

***

1910’lu yıllarda Arabistan yarımadası, İngilizlerin, Fransızların, Almanların ve İtalyanların cirit attığı bir alandı. Bu ülkelerin, bölgede söz sahibi olma amacı ile, yerli halkı kışkırtmaları sonucu Osmanlı İmparatorluğu’nun başındaki en büyük sorunlardan biri oldu. Bu kışkırtmalarda, Arapçayı iyi konuşan Lavrens adındaki İngiliz’in büyük katkısı oldu. Kutsal topraklar, Bölge Şerifi adı verilen emirlikler tarafından yönetiliyordu. Bu emirliklerin yönetimindeki Müslüman Arapların bazı önemli ayrıcalıkları vardı. Vergi ödemiyorlardı. Askerlik yükümlülükleri yoktu. Bunun da ötesinde, Osmanlı sarayı her yıl bu şeriflere, kutsal yerleri korumaları için, çok yüklü paralar (altın olarak), kıymetli hediyeler gönderiyorlardı. Şerifler aldıkları bu yüklü altınlarla İstanbul’da, boğazda yalılar, köşkler satın alıyorlardı. Bu para ve hediyelere karşılık olarak ise sadece halifeye bağlılıklarını bildiriyor, dualarını yolluyorlardı.

Arapların Osmanlıya karşı isyanları 1800’lü yılların başına kadar uzanır. İlk isyan 1806’da, şimdiki Suudi Arabistanı yöneten Suud Ailesinin büyük dedeleri olan Abdullah tarafından gerçekleştirilmiştir. İsyancılar Mekke’yi ele geçirerek egemenliklerini ilan etmişlerdi. O tarihte Mısır Valisi olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Mekke isyanını bastırmış, Suud Abdullah’ı da yakalayıp İstanbul’a yollamıştır. 1819’da Abdullah idam edilmiştir.

Dünya harbi başlayınca bu şeriflerin önemli bir kısmı İngilizlerin destekleriyle Osmanlı birliklerine baskınlar yapmağa başladılar. Özellikle çöl şartlarına uyum sağlayamayan Anadolu çocuklarını gece baskınlarıyla kırıp geçiriyorlardı. Bu şeriflerin en güçlülerinden, aynı zamanda Osmanlı Şurası üyesi de olan, Mekke Şerifi Hüseyin hem Osmanlı sarayından yüklü miktarda altın alıyor, hem de İngilizlerden para ve silah alarak askerlerimize baskınlar düzenliyor, katliamlar gerçekleştiriyordu. Sultan Reşat, Osmanlı topraklarının her tarafında çarpışmak zorunda kalan ordularına gerekli hiçbir yardımı sağlayamazken Arap emirlerinin parasını İstanbul Bankerlerinden borç alıp göndermeyi, sarayın en önemli bir görevi olarak telakki ediyor, aksatmadan yollamayı sürdürüyordu.

Başta, Medine olmak üzere kutsal yerleri korumakla görevli birlikler her türlü imkânsızlıklarla boğuşmanın yanında, İngilizlerin silahlandırdığı Arap çetecilerin gece baskınlarıyla uğraşmak zorunda kalıyorlar, bu baskınlarla önemli can ve mal kayıpları yaşıyorlardı. Medine’nin savunması ile görevli üç bin kişilik savunma birliği altı yüz sayısına kadar gerilemişti. (Daha sonraki çarpışmalarda Fahrettin paşa komutasındaki bu birlik tamamen yok edildi) Süveyş kanalı çevresinde, Daçka’da, Filistin’de, Kudüs’te, Yemen’de ordunun durumu yürekler acısıydı. Osmanlı yönetimi ne yeterli takviye birlikler, ne de gıda, silah ve teçhizat gönderebiliyordu.

Bu bölgelerde görev yapan birlikler birkaç farklı nedenden dolayı yok olup gidiyorlardı. Bir yandan, güçlü bir donanıma sahip, İngilizlerle çarpışıyor, diğer yandan, çöl şartlarına uyum sağlamada hiçbir sıkıntısı olmayan, Arap çetecilerin gece baskınlarına, önemli miktarda kayıplar vererek, karşı koymağa çalışıyorlardı. Hepsinden daha feci olanı ise hayatta kalabilmeleri için yiyecek bulmak ve barınmak zorunda olmalarıydı.

Askerin ne üstünde giyebileceği bir ceketi, ne ayağında postalı kalmıştı. Giysileri artık yama da tutmuyordu. Sağ kalanlar, ölen askerlerin kullanılabilir nesi varsa onlara sarılıyordu. Yemek konusu daha da bir yürek paralayıcıydı. Askere günde tek bir peksimet verilebiliyordu. Bununla doyması mümkün olmayan asker ağaçların yaprağını, çok acı olmayan otları, en çok da yakalayabildikleri iri, yeşil çekirgeleri yiyordu. Ölen arkadaşlarının etini pişirip yiyenler olduğu söyleniyordu. Filistin tarafında bir yerlerde çocukların kaçırılıp, kesilerek yendiği söylentileri dolaşıyordu. İşte bu üç etken Osmanlı ordularını giderek güçten düşürüyor, çarpışmalarda başarı sağlamalarını olanaksız hale getiriyordu.

Sonuçta, Birinci Dünya Harbi bittiğinde Osmanlı İmparatorluğu hemen, hemen bütün Arap topraklarını ve halklarını kaybetti. Dünyada, özelikle de Avrupa ve Asya’da, sınırlar yeniden çizildi. Pek çok yeni devlet ortaya çıktı. Bunların en önemlisi de Türkiye Cumhuriyeti oldu.

***

Konya Temel Eğitim Tugayında büyük bir hareketlilik başlamıştı. Bir aylık temel eğitimi biten askerlerin en büyük bölümü, İstanbul ve Çanakkale boğazlarının savunulması için 1.Ordu emrine gönderiliyordu. İkinci büyük gurup Doğu Karadeniz ve Kafkaslarda Ruslara karşı savaşmak üzere 4.Ordu emri verilmişti. Daha az olan üçüncü gurup ise 7.Ordu emrinde Mısır ve Arap yarımadasına yollanıyordu. Az sayıda asker ise iç hizmetlerde görev yapmak üzere Anadolu’nun muhtelif şehirlerine gidiyordu. Herkesin torpilli olduğundan kuşku duymadığı beş kişi de Konya Eğitim Birliği’nde kalmıştı.

Sadıkla aynı mangada olan arkadaşlarından Çorumlu Salih de 7.Orduya gönderilenlerdendi. Yola çıkmadan önce, iyi muhafaza etmeleri sıkı, sıkı tembihlenerek, her askere gerekli olan evrakları verildi. Yanlarına, bavullarından başka bir şey almamaları, ihtiyaçları olan her şeyin gittikleri yerde kendilerine verileceği söylendi. Sabah erkenden tren garında olmaları tembihlendi.

Havanın kararmasına daha birkaç saat vardı. Cemal’le Sadık çarşıya çıktılar. İlk önce Sadık Akşam Asiye’ye, eve ve Cemal’lere yazdığı mektupları postaneye bıraktı. Kendilerine -yol harçlığı- olarak verilen ikişer gaymenin bir kısmı ile birer kemik saplı, açılır, kapanır bıçak aldılar. Sadık, gerektiğinde ateş yakabilmek için çakmak taşı ve kav satın aldı. Paranın kalanı ile de iki somun, çömlek peyniri ve helva aldılar. Sadık, kalem kâğıt da aldı. Koğuşa döndüklerinde aldıklarını bavullarına yerleştirdiler. Akşam olmuştu. Bir ay boyunca neredeyse kendi evleriymiş gibi alışıp, benimsedikleri eğitim garnizonunda yiyecekleri son akşam karavanası için yemekhanenin yolunu tuttular.

Konya tren istasyonunda tam bir ana-baba günü yaşanıyordu. 2.500’e yakın sayıda asker ve bunlardan bir kısmının yakınları ile dolu olan tren hattının iki yakası, görülmemiş bir karmaşa ve uğultu ile sarsılıyordu adeta. Kendi treninin ne zaman geleceğini öğrenmeye çalışan askerler, bilgi alabileceklerini düşündükleri bir kapının önünde toplanıyorlar, bir söylenti ile başka bir kapıya doğru akmağa başlıyorlardı. Doğru, dürüst bir bilgi edinemeden, geçip giden saatler boyu çaresiz çırpınıp duruyorlardı.

İlk, İstanbul’a giden tren girdi istasyona. Konya yolcularını indirip, başlarında kafile kumandanı baş çavuş olmak üzere, askerleri aldıktan sonra hareket etmesi yarım saati buldu. Nerdeyse boş olarak gara giren İstanbul treni tıklım, tıklım doldu, taştı. Tren istasyondan uzaklaştığında kalabalık yarı yarıya azalmıştı. İstanbul treninin hareketinin ardından istasyona giren ikinci tren, iki saat sonra Ankara’ya hareket edecek olandı. O trenin yolcuları da yerlerini alıp kalkış saatini beklemeğe başladılar.

İkindi ezanı ile birlikte Ankara treni de hareket etti. Cemal o trenle gitti. Trene binmeden Sadıkla kucaklaşarak vedalaştığında Cemal’in yanaklarından süzülen birkaç damla yaş Konya’nın sıcak topraklarına düşüp buharlaştı. Sadığın içi o kadar acıyordu ki Cemal’in kendisine sarılışı, trene binişi, trenin kara dumanlarını savurarak, bütün gücüyle ıslığını öttürerek uzaklaşması rüyada olup bitiyormuş gibi geldi ona. Yalnız kaldığında bir köşeye çekildi, kahırlandı, duygularına teslim oldu, hıçkıra, hıçkıra ağladı bir süre.

Sadığın böyle ağlaması hiç de sık olan bir durum değildi. Bunun nedeni Cemal’den ayrılması gibi görünse de gerçek bu değildi. Sadık bir bilinmeze doğru uzanıp giden bir yolun başındaydı. Fırtınalarla, acılarla, felaketlerle dolu bir yolun başındaydı. Geriye dönüş umudunun, hemen, hemen hiç olmadığı bir yolun başındaydı. O çok sevdiği, bir kere bile görebilmek için seve, seve canını vereceği Asiye’sini bir daha göremeyeceği için ağlıyordu, öyle olduğunu bilmeden. Yüreğindeki kor, askerliği, harbi icat edenlere, insanlara gençliğini yaşamayı, sevdasını yaşamayı yasaklayanlara karşı lanetli bir isyana dönüşüyordu.

Bağdat treninin düdüğü ile irkildi Sadık. Güneş henüz batmıştı. Tren giderek yavaşladı, madeni gıcırtılar ve tıslama sesleri ile istasyonda durdu. Birkaç yolcu indi. Elinde, huni benzeri bir boru ile istasyon görevlilerinden biri, ardı ardına iki kere, trenin geçeceği önemli istasyonları sayarak Bağdat’a kadar gideceğini, kalkışa yarım saat olduğunu var gücüyle bağırarak yolculara duyurdu.

Sadık vagona girdiğinde oturacak yer kalmamıştı. Bütün askerlerin ayakta olduğunu fark etti. İçinden, “Tren buraya geldiğinde oturulacak boş yer zaten yokmuş” diye geçirdi. Bavulunu uygun bulduğu bir yere bıraktı, bir süre sonra da bavulun üzerine oturdu. Göz ucuyla arkadaşı Çorumlu Salih’in oralarda olup, olmadığını aradı, ama kalabalığın içinde göremedi.

Tren, tekerleklerin raylarda çıkardığı ritmik seslerle, karanlıkları yararak ilerliyordu. Tiz perdeden ıslığını çalarak ulaştığı istasyonların bazılarında duruyor, bazılarında ise transit geçiyordu. Sadık acıktığını fark etti. Bavulundan çıkınını çıkarıp açtı. Bir somunu ortadan böldü. Yarım somunun içine peynir koydu, iştahla yedi. Susamıştı. Gece yarısına doğru tren bir istasyonda durdu. Görevlinin, “Karaman’da inecek varsa insin. Karaman’a geldik. On dakka sonra tren hareket edecek.” diyen duyurusu üzerine Sadık da indi. Görevliden çeşmeyi sordu. Öğrenince de hemen oraya koştu. İtişip kakışan kalabalığın arasında debelenerek bir süre sonra suya erişmeyi başardı. Tekrar yerine döndü.

Ayakta gitmekten iyi olsa da, bavulun üzerinde uzun süre oturmak oldukça rahatsız edici oluyordu. Hele de uykuya yenik düşmüşsen sıkıntı daha da fazlaydı. Sadık uyumamak için ne kadar direndiyse de sonunda uykusuzlukla baş edemedi. Gözleri isteği dışında kapandı. Kafası öne düştükçe sıçrayıp gözlerini açıyor, doğruluyor ama gözler anında tekrar kapanıyordu. Bu durumda uyumağa çalışan sadece Sadık değildi. Çoğu yolcu da aynı durumdaydı. İki yanında da tahta sıralardan başka oturacak yeri olmayan, uzun bir salonu andıran vagonun orasından, burasından horultular yükseliyordu. Bu durum, ortalık ağarıncaya kadar sürdü. Sadık uyandı, henüz önü fazla kalabalıklaşmamış olan, vagonun arkasındaki tuvalete gidip, ihtiyaç gördü. Yerine döndü.

Gümeş doğarken Tren yine ıslık çalarak yavaşladı. Yeni bir istasyona daha varmışlardı. Burada trenin on beş dakka kalacağı duyuruldu. Sadık, su içmek ve el, yüz yıkamak için indi. Adının Hamidiye olduğunu istasyon binasının duvarına çakılı levhadan okuduğu bu durakta yirmi civarında yolcu indi. Belki oturabileceği bir sıra boşalmıştır diye aşağıda oyalanmadı, tekrar trene bindi. Araştırdı, ama boş yer yoktu. Aşağı inenler ya bir kişiyi bekçi bırakarak ya da yerlerine bir şeyler koyarak, başkasının kapmasına fırsat bırakmamışlardı. Trenin hareketine yakın, gidip yine bavulunun üstüne oturdu.

Tren, iki yanı da yemyeşil ağaçlıklarla kaplı geniş ve düz bir ovada yol alıyordu. Sadık, “Böyle bir yerde doğmuş olmayı ne çok isterdim.” diye geçirdi aklından. “Hele Asiye’mle beraber…” Derin bir iç çekti. Burada yaşayanların Tanrının ve Padişahın şanslı kulları olduğunu düşündü. Köçeğin Kömünde ağustos sıcaklarında tarlada, kırda, bayırda gölgesine kafanı sokacak tek bir ağaç bile bulamazken buraların böyle olması Tanrının akıl, sır ermeyen hikmetlerinden biri olmalıydı. Sadık kendini hayallerinin kollarına bıraktı. Baş oyuncusu Asiye olan senaryolar yazdı. Birlikte oynadılar mutluluk içinde, coşkuyla.

***

Konya’dan hareketlerinin üçüncü günü, ikindi ezanıyla birlikte tren Halep garına ulaştı. Trende Salih’le Kilis’e kadar karşılaşamamış olan Sadık, orada Salih’in vagonuna geçmişti. Kilis’ten itibaren Halep’e gelinceye kadar ayrılmamışlardı. Bavullarını alıp trenden indiler. Halep’te hava oldukça sıcaktı. İlk dikkatlerini çeken durum oranın insanlarıyla ilgiliydi. Erkekler neredeyse çıplak görünüyorlardı. Kadın, erkek hiç kimsenin ayağında giydikleri bir şey yoktu. Erkekler, genelde belden üstü çıplak, sadece kafalarında bir sarıkla ve bacaklarında lime, lime olmuş bir şalvarla dolaşıyorlardı. Erkek çocuklar ise tümden çıplak dolaşıyordu.

İstasyonun her köşesinde dilenen yığınla çocuk, kadın göze çarpıyordu. Sadık’la Salih ellerinde bavulları ile askerlerin toplanmağa başladıkları yere yürüdüler. Oldukça sakin görünüşlü bir zabit el işaretleriyle, trenden inen askerleri yanına çağırıyordu. Yanında da bir çavuş vardı. Sadık dikkatli bakınca zabitin bir yüzbaşı olduğunu anladı. Sayıları yüz civarında olan bütün kafile önünde toplanınca yüzbaşı bezgin bir sesle;

– Hoş geldin asker. Ben Halep garnizonu zabitlerinden Yüzbaşı Seyfi. Sizi garnizona götürmekle görevlendirildim. Şimdi sıraya girin ve sıralarınızı bozmadan beni takip edin.

Birkaç dakika sonra yürüyüşe geçtiler. Askerlerden biri yanlarında yürüyen çavuşa, garnizonun ne kadar uzakta olduğunu sordu.

– “Çok uzak sayılmaz, yarım saat gibi yörüyeceğez.” cevabını verdi çavuş. Bunaltıcı sıcak, ağır bavullarla yürümeyi zorlaştırıyordu. Koynundan çıkardığı mendille terini silenlerin sayısı her adımda artıyordu. İnsanların perişan, pejmürde görüntülerine karşın Bağdat’ın fiziki ve coğrafi manzarası görülmeğe değerdi. Yolun her iki yanında yüksek duvarlarla çevrili, değişik pek çok ulu ağaçların süslediği, rengârenk çiçeklerin güzel kokularının çevreye yayıldığı bahçelerin içinde tek katlı, iki katlı, bakımlı evler vardı. Sadık, bu güzel manzara karşısında umutlandı. Eğer Arap toprakları böyleyse askerlik çok da zor geçmeyecekmiş gibi geldi birden. Garnizona varıncaya kadar hep buna benzer düşünceler geçti kafasından.

Akşam karavanasında herkese çeyrek tayınla, Yozgat deyimiyle, Çapanoğlu’nun abdest suyuna benzeyen birer tas bulgur çorbası verdiler. Yatakhaneye geçildiğinde, yanında yiyecek bir şeyleri kalmış olanlar, onları çıkarıp yemek suretiyle, midelerine takviye yapmak zorunda kaldılar. Bu olanağa sahip şanslılar arasında Sadık da vardı. Kalan son yarım somunu Salih’le paylaşarak, o gece midelerinin rahat etmesini sağladılar. Beş günden beri rahat bir uyku yüzü görmemiş olmalarının da etkisiyle hemen herkes, kafasını yastığa koyar koymaz uykuya teslim oldu.

Birer peksimet ve akşamkine benzer bir tas çorbadan ibaret olan sabah karavanasının ardından yüzbaşı, yeni gelen bütün askerleri yemekhanenin önünde topladı. Elindeki listeden isim okuyarak takımı, sayıları farklı olan, üç guruba ayırdı. Sadık, yaklaşık yirmi kişilik bir gurupta yer almıştı. Salih’in gurubu daha kalabalıktı. Sadık bu guruplanmanın nedenini anlamağa çalışıyordu ki yüzbaşı sağdaki gurubu işaret ederek;

– Bu gurup Basra’ya gidecek. Develerle, yaklaşık on günlük bir yol. Ordaki tabur emrine verildiniz. Diğer iki gurup Amman’a kadar birlikte gidecek, Amman’da nerelere gönderileceğiniz ayrıca bildirilecek size. Şimdi ihtiyaçlarınızı görün, hazırlıklarınızı tamamlayın, bir saat içinde yola çıkıyorsunuz.

Sadık Amman’a gidecek iki guruptan birinde bulunuyordu. Salih ise Basra yolcusuydu. İkisi de üzüntü içinde kucaklaştılar.

– Beraberliğimiz buruya gadarmış be Salih. Birbirimizi bu son gorüşümüz olur her hal. Hakgını helal et gardaşım.

– Helal olsun Sadık gardaş, sende benim ne hakgım var ki? Asıl sen helal et.

Hazırlıklarını tamamlamak üzere koğuşa döndüler.

Hareket saati gelmişti. Gurupların başında bir çavuş görevlendirilmişti. Yolculuk her guruba, sayılarının yarısı kadar, tahsis edilmiş olan develerin desteğinde gerçekleşecekti. Sadık’ların guruplarındaki develerden üçü önceden yüklenmişti. Bavullar ve teçhizatlar diğer develere yüklendi. Son defa arkadaşlar kucaklaşıp birbirlerine şans dilediler. Birinci gurup doğu, diğerleri batı istikametinde yola çıktılar.

***

Sadık köyden ayrılalı bir buçuk ay geride kalmıştı. Bu süre içinde Asiye, Sadık’tan iki mektup aldı. Bunlara fırsat bulur, bulmaz cevap yazdırmıştı. Mektubun ikisi de Konya’dan gönderilmişti. İkinci mektubunda Sadık Konya’dan dağıtım olacaklarını, kimsenin nereye gideceğini bilmediğini yazmıştı. Gittiği yere varır, varmaz hemen mektup yazacağını, meraklanmamasını istemişti. Gideceği yerin Yozgat’a yakın olması için dua etmesini istiyordu Asiye’den. Asiye de o günden beri, her akşam yatağa girer girmez duaya başlıyor, dua ile uyuyor, sabah uyanır uyanmaz, kalkıncaya kadar yine dua ediyordu. Dualarının menziline ulaşacağından emin olarak ferahlıyor, rahatlıyordu. Arada bir kayınpederlerine uğruyor, Adile anasına yardım ederken birlikte Sadık’tan konuşuyorlardı.

Sadık ayrıldıktan sonra Hüseyin’in işleri ters gitmeğe başladı. Öküzlerinden biri, nasıl olmuşsa komşunun yonca tarlasına girmiş, zamansız yediği yoncadan zehirlenmişti. Farkına vardıklarında iş işten geçmişti. Bütün çabalara rağmen kurtaramamışlardı. Bu Hüseyin’e önemli bir darbe oldu. Hemen ardından bir gece ahırın duvarı çökmüş, altında kalan tek ineği ve eşeği ölmüştü. Hepsinden beteri, gece ayakyoluna çıktığında avluda bırakılmış keserin üzerine basmış, ayağı kesilmişti. Kocakarı ilaçlarıyla iyileştirmeğe çalışırken yara azdı. Boydan boya şişen bacağının ağrısından rahatı, huzuru kalmamış, yataklara düştü. Sonunda doktora gitmek zorunda kaldı. Doktor muayene sırasında hastasının Köçeğin Kömlü olduğunu öğrenince çok kızmıştı.

– İki adımlık mesafedesin be adam, insan bunu bu kadar geciktirir mi? Seni şimdi hastaneye yatıracağım. İlaçla tedavi etmeyi deneyeceğim. İki gün içinde iyileşme emareleri göremezsem bacağını kesmek zorunda kalacağım. Bu da senin ihmaliyin bedeli olacak.

Hüseyin’i karısı getirmişti doktora eşeğe bindirerek. Adile doktorun söyledikleri karşısında telaş ve şaşkınlıktan ne yapacağını, ne diyeceğini şaşırmıştı.

– Tokdur baam, gurbanın oluyum gocamın bacağanı kesme. Ne istersen veririk. Ne ilacı gullanırsan gullan eyileştir yarasını. Geçmişleriyin hayırına, Allah için gocamı gurtar. O evimizin direğe. Eli iş dutan oğlumuz esgerde. Biz gocam olmadan ne ederik? Gulun, kolen oluyum tokdurum, elini ayağanı öpüyüm, bize acı, gurtar Üsöyünümü.

– Allahdan umut kesilmez, ben elimden ne gelirse yapacağım, bana güvenebilirsin bacım sen merak etme. Gel şimdi seninle yatış işlemini yaptıralım, tedavisine hemen başlıyalım.

Hastane, on kadar yatağı, iki doktoru, bir hemşiresi, bir hasta bakıcısı ve bir hademesi olan şehrin tek sağlık kuruluşuydu. Hüseyin iki gün boyunca, dayanılmaz ağrılar içinde kıvrandı. Yoğun ilaç tedavisine rağmen yara giderek kötüleşti. Adile, şiddetle karşı olmasına rağmen, Hüseyin’in hayatta kalması için tek sansının bacağının kesilmesi olduğuna ikna oldu. Başarılı geçen bir ameliyatla Hüseyin’in sol bacağı, diz kapağının biraz üstünden kesildi.

Ailenin talihsizliği bununla da bitmedi. Hüseyin’in hastaneden taburcu olmasının üzerinden iki hafta geçti geçmedi Nazife bahçede erik toplamak için çıktığı ağaçtan, bastığı dal kırılınca, düştü, kolu kırıldı. Sadık gittiğinden beri ailenin üzerine musibet yağıyordu adeta. Adile, bunları önlemek için Ali Hoca’ya günlerce büyü bozan dualar akuttu. Muskalar yazdırdı, hocanın söylediği yerlere gömdü. Kem gözler içim kurşunlar döktürdü. Bu kötülüğü kimin yaptığını bulmak için gizli, açık araştırmalar yaptı. Elle tutulur hiçbir sonuç çıkmadı. Sonunda Allah’ına sığındı, bütün bunların ailesinin alın yazısı olduğunu kabullendi. Kocası askerdeyken üç tane küçük çocukla her şeyin üstesinden nasıl geldiyse yine öyle yapmağa karar verdi.

***

Gökyüzü sonsuz bir maviliğe bürünmüştü. Güneş giderek daha fazla ısıtıyordu. Yaklaşık seksen kişilik kafile sırılsıklam ter içinde, menzile bir an önce ulaşabilmek için, bütün gücüyle yürümeyi sürdürüyordu. Bu cehennemden etkilenmemiş görünen sadece develerdi. Ağır adımlarla, aynı bir tempoda yürüyorlardı. Birkaç yaşlı ağacın altındaki bir gölet’in başında mola verildi. Çavuş nezaretinde, develerden birinin üzerinden bir çuval indirildi. Çuvaldan herkese ikişer peksimet dağıtıldı. Çavuş, herkesin peksimetini suya batırıp çıkarırsa daha rahat yiyebileceğini söyledi. Ardından da;
– Beni diğneyin arkadaşlar. Bilmiyenner için söylüyom. Dağadılan bu ekmeğin adı beksimet. Böyle gurp guru olduğuna bakmayın. Suyu yedi mi yumuşayıverir. Hadi şimdi herkeşe afiyet olsun.

Bir saat kadar süren bu mola herkese iyi gelmişti. Develere ve katırlara yem ve su verilmişti. Tekrar yola dizildiklerinde, sanki varacakları yere yaklaşmışlar gibi canlı ve moralleri yüksek görünüyorlardı. Ama yol bitecek gibi değildi. Sıcak yine etkisini gösterdi. Kısa bir süre sonra oflayıp, puflamalar başladı. Herkesin gözü, bir an önce sıcağını bu derece etkin gönderemeyeceği bir konuma gelmesini bekledikleri, güneşteydi. Bu şekilde dört saat daha yürüdükten sonra yine mola verdiler.

Yorgunluktan, nerdeyse bütün asker toprağa serildi. Yarım saatlik bu molada ihtiyaçlar giderildi, birçok asker postallarını çıkartıp ayaklarını dinlendirerek rahatladı. Yolculuğun devamı için güç topladı.

Yeniden yola koyulduklarında güneş hayli eğilmiş, sıcaklık etkisini yitirmeğe başlamıştı. Molanın sonunda kafile kumandanı başçavuş, gece istirahata çekilmeden, 4 saat daha yürüyeceklerini söylemişti. Sadık içinden “Demekki gunde 12 saat yürüyeceğez.” diye geçirdi. Gövdesinde bir kırıklık, bacaklarında yürümesini zorlaştıran bir halsizlik hissetmeğe başladı. Bir süre sonra da gözleri karardı. Olduğu yere yığılıp kaldı. Kendine geldiğinde bir devenin üstündeydi. İkinci dört saatlik yürüyüşün önemli bir bölümünü Sadık deve üzerinde katetti. Kafilede dört, beş tane deve Sadık gibi hastalanarak, yaralanarak ya da başka bir nedenle yürüyemez duruma düşen asker için binek amaçlı hizmet veriyordu. Deve sırtında geçen yaklaşık üç saatlık bu yolculuğu Sadığın kendine gelmesini sağlamıştı. Bu moladan sonraki yürüyüşüne zinde bir şekilde başlayabileceğini umuyordu. Bölük içinde ara sıra hasta numarası yaparak deve sırtında yolculuk yapan da olmuyor değildi. Böyle bir şey fark edildiği zaman bütün bölük ona, neredeyse aforoz edilmiş muamelesi yapıyor, yaptığı sahtekarlık yüzünden onu çok sıkıntılı dururmlara düşürüyorlardı. Bu yüzden, birçok askerin aklından böyle bir cinlik geçse de uygulamağa koymaktan çekiniyorlardı. Bir günde yaklaşık on iki saat kadar yaya yürümüş oluyorlardı. Yolu kaybetme korkusuyla gece, belli bir saatten sonra mola verip gecenin bitmesini bekliyorlardı. “Gündüzleri bu kadar sıcak olmasa daha fazla da yürüyebiliriz.” diye düşündü Sadık.

Halepten ayrıldıktan tam on sekiz gün sonra vardılar Amman’a. Yolda, kafileden bir arkadaşları çok hastalanmış, onu Hama’da hastanede bırakmak zorunda kalmışlardı. Onun dışında bir fire olmadı. Amman’da guruplar birbirinden ayrılacaklardı. Bir gurubun batıya, diğerinin güneye gideceği söyleniyordu. Sadık, güneye gidecek olan gurupta olduğunu biliyordu. Onların gurubunun yolu daha uzundu. Batıya gidecek olan 48 kişilik gurup Süveyş Kanalı savunma birliğine katılacaktı. 30 kişilik ikinci gurup da Yemen’e gidecekti. Sadığın çavuştan öğrendiği bilgi bundan ibaretti.

O gece Amman’da kaldıkları garnizonda yeni, başka askerler de vardı. Bir süre sonra Sadık, buraya başka birliklerden de asker sevki yapıldığını, böylece gerek kanal savunmasına ve gerekse Yemen’e daha kalabalık bir gurup olarak gideceklerini öğrendi. Daha çok olmaları Sadığı birazcık olsun rahatlatır gibi oldu. Askerlerin aralarındaki dayanışma isteğinin daha çok arttığı duygusuna kapıldı. Böylece, kendine güveni arttı sanki. Halep’ten beri birlikte yürüdüğü Nevşehirli Kazım diye birisiyle hayli samimi olmuşlardı. Kazım da Yemen yolcusuydu. Güney yolculuğu başlamadan önce Kazım’a bu duygularından söz etti. Aynı duyguyu Kazım’ın da hissettiğini söylemesine oldukça şaşırdı.

Sabah erkenden kaldırıldılar. Karavana yendikten sonra çavuş kafilesini topladı. Gurupların, burada ki diğer askerlerle takviye edilerek birer bölüke dönüştürüleceğini, 240 kişilik birinci bölüğün Kanal’a, 210 kişilik ikinci bölüğün de Yemen’e doğru, bir saat içinde hareket edeceğini öğrenmiş olduğunu anlattı. Kendisinin görevinin burada sona erdiğini, buradan tekrar birliğine döneceğini söyledi. Bütün askerlere iyi şans dileyerek ayrıldı.

Yemen bölüğü, erzak ve bavulların yüklü olduğu 50 civarında deve eşliğinde, sabahın ilk ışıklarıyla yola çıktı. Hastalanarak develerle taşınmak zorunda kalınan birkaç askerin sorunları ve gündüz yürüyüşlerinin, ağustos sıcağındaki zorlukları dışında, çok fazla bir sıkıntı çekilmeden yirminci günün akşamı İslamın ikinci kutsan şehri olan Medine’ye ulaşıldı. Burada bir gün dinlenme ve kutsal yerleri ziyaret izni verildi. Birkaç guruba ayrılan askerlerin tamamı, birer rehber eşliğinde Mescid-i Cuma, Uhut Şehitleri, Mecid-i Resul ve Hz. Muhammed’in kabrini ziyaret ettiler. Namaz vakitlerinde bu kutsal mescitlerde topluca namazlarını kıldılar. Dua ettiler. Ancak akşam saatlerinde dönebildiler garnizona. Amman’dan ayrıldıklarından beri yıkanamamışlardı. Garnizonda bu ihtiyaçlarını giderdiler. Postallarının bakımını yaptılar. Söküklerini diktiler. Geceyi, rahat sayılabilecek şilteler üzerinde, büyük bir avluda, göğün yıldızlarını seyrederek çölün gece serinliğinde güzel bir uykuyla, Medine Garnizonunda geçirdiler.

Medine’de bölüğe bir miktar askerin, yine bir miktar deve ile katırın daha verileceği söylentileri asılsız çıktı. Bölük için, Medine’de yapılan erzak takviyesi dışında ne yeni bir asker, ne techizat, ne yardımcı personel, ne de deve ilavesi oldu. Askerlerin arasında, Medine’de kalabileceklerini umanlar olmuştu, o da olmadı. Sadece yola devam edemeyecek kadar hastalanmış ve hastaneye yatırılmış olan üç er orada kaldı. Yine, sabahın ilk ışıklarıyla Mekke’ye doğru yola çıkıldı. Söylendiğine göre Mekke’ye beş günde ulaşabileceklerdi. Gündüzleri hava sıcaklığı göz açtırmaz noktalara ulaşıyordu. Pek çok asker sıcağın etkisini azaltabileceğini düşünerek soyunuyor, don, gömlek devam ediyordu yürüyüşe. Bazı askerler de hem eskimesin, hem de ayakları rahatlasın diye postallarını çıkartıp, kumlu, sıcak toprakta ayaklarının yanmasına aldırmadan, yalın ayak yürüyordu.

Sadık, Halep’ten beri mektup gönderememişti Asiye’ye. Yazdığı üç mektup iki aya yakın bir süredir koynunda duruyordu. Mektubu yollamak için bir postaneye rastlamamıştı. Nışanlısından Konya’dayken aldığı tek mektubu da koynunda saklıyordu. Fırsat bulduğunda çıkarıp yeniden okuyor, kokluyor, öpüyor, katlayıp tekrar koynuna koyuyordu. Her adımda Asiye’den biraz daha uzaklaştığını hissediyordu. Onu çok özlüyordu. Artık, ilk zamanlardaki gibi rüyasında da göremiyordu Asiyeyi. Bir süreden beri, hiç rüya görmediğini anımsadı. Medine’de ziyaret ettiği kutsal mescitlerde hep Asiye’nin rüyalarına girmesini diledi. Bunun için etti dualarını. Ama o gece sadece korkunç bir kâbus gördü. Kendi ölümünü gördü. Kendini, hem, bugün ziyaret ettiği Mescid-i Resul’de tabutun içinde, hem de kendi cenaze namazını kılanların arasında gördü. Kan, ter içinde uyandı. Sabaha kadar da uyuyamadı. Erkenden kalkıp ayakyolu, el yüz yıkama gibi işlerini görüp yatağının üzerine oturarak düşüncelerinin, hayallerinin yumuşak kollarına bıraktı kendini.

Bölük, hastanede kalan üç er dışında tam kadro, sabahın erken saatlerinde Medine’den yürüyüşe geçti. Bütün sıkıntıların, şikâyetlerin, yakınmaların yakan, bunaltan, nefes aldırmayan sıcaklardan kaynaklandığı yürüyüşün hedefinde, Mekke şehri vardı. Şimdiye kadar fazlaca bir yiyecek, içecek sıkıntısı çekmemişlerdi. Ama susadıklarında, çöl sıcağında iyice ısınan suyu içmek kimsenin içini serinletmiyordu. Her konaklama yerinde boşalan peksimet çuvalları yenileniyor, su tulumları dolduruluyordu. Askerin, varması gereken yere ulaşması için elden gelen çaba harcanıyordu. Sadığın, çevresinden edindiği duyumlarına göre, önlerinde yürüyecekleri daha çok uzun mesafeler vardı. Oldukça sıkıntı içinde geçen yolculuklarının altıncı günü Mekke’ye ulaştılar. Aynen Medine’de olduğu gibi, Mekke’deki kutsal yerleri de görmeleri için yine bir günlük orada kalma izni verildi.

Bölük Mekke’ye ikindi ezanından sonra varmıştı. Garnizona gitmeleri, yatacakları açık hava koğuşlarına yerleşmeleri, hamama girip yıkanmaları, üst baş tamiri akşamı buldu. Bu arada Sadık ve Kazım garnizon berberine giderek saçlarını sıfır numara kestirdiler. Akşam, karavanasından sonra, uzandıkları şiltelerin üzerinde, neredeyse bütün bölük, yorgunluktan ve uykusuzluktan sızıp kaldı.

Ertesi gün guruplara bölünen asker, yanlarına verilen, Türkçe bilen rehberlerle, önemli kutsal yerleri görmek için erkenden garnizondan ayrıldılar. Önce Kabe-i Muazzama ziyaret edilip tavaf yapıldı, dua okundu. Sonra peygamberin doğduğu ev ziyaret edildi. Arkasından Mescid-i Haram gezildi. Buradan, beş kilometre kadar uzakta olan Hıra dağına çıkıldı. Peygamberin gizlendiği mağarayı gördüler. Hacerül Esved ve Zemzem-i Şerif’i ziyaretlerinin sonrasında tekrar garnizona döndüklerinde öğlen ezanı okunmuştu. Bölüğün önemli bir kısmı yakındaki camiye geçerek öğle namazını kıldılar. Cami dönüşü karavana yendi. Sonra, olağan ihtiyaçlar giderildi. İkindi ezanı okunmadan önce bölük iki eksikle tekrar yola koyuldu. Mekke’ye develerin sırtında taşınmış ola iki hasta asker daha, yürüyüşü sürdüremeyecek durumdaydı ve hastaneye kaldırılmıştı.

Yemen’e varmak için, hala çok yol yürümeleri gerektiği söyleniyordu. Başlarındaki kumandanları fazla bilgi vermiyordu. Daha sonraları onun da buraların yabancısı olduğu ortaya çıktı. Yüzbaşı çavuşlara, bölüğü Yemen’de Sana’ya götüreceğini söylemiş. Sadığın bildiği tek şey buydu. Ama kimse Sana’nın bir kasaba mı, şehir mi yoksa bir bölgenin adı mı olduğunu bildiği yoktu. Yolculuğun ne kadar süreceği hakkında da kimsenin bir bilgisi yoktu. Yol boyunca hastalanan erlerin sayısı giderek artıyordu. Hastalıklar daha çok sıcaktan kaynaklanıyordu. Geceleri gündüzlere hiç benzemiyordu. Oldukça soğuk oluyordu. Gündüzleri, terden sırılsıklam olan erler gece üşütüyorlar, arkasından hasta oluyorlardı. Bunu önlemenin yolunu bilen de yoktu. Hasta taşımak için ayrılmış olan birkaç deve yüklü iken, malzeme taşıyan develere hasta bindirmek hiç de kolay olmuyordu. Yol boyunca, hastalanarak yola devam edemiyecek durumda hasta olanlar için hiçbir şey yapılamıyordu. Medine ve Mekke’de hastanelerde kalan askerlerin iyileştirildikten sonra başka görevlere verileceğini söylemişti yüzbaşı. “Onların nereye gönderileceğine, tedavi edilip iyileştikleri zaman karar verilecek” demişti.

Mekke’den sonraki yolculuk için, yöreyi ve Sana’ya kadar olan yolları iyi bilen ve Türkçe konuşan bir Arap rehber verilmişti bölüğe. Rehber varken yolu kaybetme riski olmadığından, daha çok geceleri yol alıyorlardı. Bazı günler ise güneşin yakıp, boğan sıcaklarında, bulabilmişlerse, bir ağaçlık alanda, güneşin etkisi azalıncaya kadar mola veriyorlardı. Böyle bir mola yeri bulamadıklarında ise, ceketlerini tüfeklere geçirerek oluşturabildikleri küçücük gölgeye kafalarını sokarak güneşten korunmaya ve dinlenmeğe çalışıyorlardı. Yol, zaman zaman taşlı, sarp yamaçlara sarıyor, sonra birden bir kum deryasına gömülüyordu. Sadığa öyle geliyordu ki, ne yolların, ne de yazın çöl sıcağının biteceği vardı. Gündüzleri, bölüğün içinden geçtiği yerleşim yerlerinde kimse yaşamıyor gibiydi. Terkedilmiş gibi ıssız, sessiz görünüyorlardı. Ortalıkta birkaç tavuk, horoz, kedi, köpek gibi hayvanlar da görünmese, orada bir köyün ya da kasabanın var olupta insanların yaşadığına asla ihtimal vermezdiniz. Rüzgâr ya hiç esmiyor, estiği zaman ise tam bir fırtınaya dönüşüyordu. Savrulan kumlar göz açtırmıyordu. Ne kadar önlemeğe çalışsalar da ağızlarına, burunlarına kumların dolmasını engelliyemiyorlardı. Böyle zamanlarda rehber karar veriyordu. Ya, birkaç saati bulan molalar veriliyor veya uçuşan kumlardan korunmak için kafalar iyice sarılarak, rehberin izinden, yürümeğe devam ediliyordu. Bu fırtınalar bazen birkaç gün sürebiliyordu. Mekke’ye varıncaya kadar bu tür fırtınalarla karşılaşmamışlardı. İyiki de yanlarında rehber vardı. Gerçekten de bu fırtınalı havalarda rehbersiz yol alabilmek olanaksızdı. Oraya kadar verilmemiş olan rehberin, Mekke’den sonrası için neden verildiğini Sadık şimdi daha iyi anlıyordu.

Mekke’den ayrıldıktan tam 28 gün sonra, bölük Sana’ya ulaştı. Sana’da, oldukça geniş bir avlusu olan, iki kanatlı giriş kapısının tepesinde Osmanlı sancağı dalğalanan tek katlı bir binanın önünde durdular. Kapıdaki nöbetçi askere bir şeyler şöyledikten sonra yüzbaşı, kapı önünde toplanmış olan bölüğe hitaben;

– Arkadaşlar, yolculuğumuz burada bitmiş oluyor. Çok meşakkatlı, çok zor bir yolculuğun başarıyla üstesinden geldiniz. Burada size verilen görevleri en iyi şekilde yerine getireceğinize yürekten inanıyorum. Sizler Osmanlı İmparatorluğu’nun yılmaz, yıkılmaz, yenilmez askerlerisiniz. Bu kutsal toprakları ecnebilere karşı korumak, bu uğurda kanımızı akıtmak, canımızı verip şehit olmak en kutsal vazifemizdir. Bu topraklar önce peygamberimiz efendimizin, sonra da padişahımızın bize emanetidir. Bu emaneti kanımız, canımız pahasına korumak vazifelerin en kutsalıdır. Bunu böyle bilelim.

Saçı, sakalı ağarmış, yorgun ve bezgin görünüşlü bir binbaşı, yine sakallı bir teğmen, başçavuş rütbesinde bir astsubay ve bir de çavuş binadan çıkarak yüzbaşının yanına gelmişlerdi. Arkası dönük olduğu için yüzbaşı onların gelişini fark etmedi, konuşmasını sürdürdü. Ancak, yakınında duran çavuşun uyarması üzerine toparlanıp geriye döndü ve esas duruş pozisyonuna geçerek binbaşıyı selamladı. Pozisyonunu bozmaksızın;

– Dört asker hasta, 201 asker sağlam olarak 205 askerden ibaret yeni piyade bölüğü görüşe hazır, emrinizdedir kumandanım.

– “Sağolasın yüzbaşı. Siz şimdi yorgunsunuzdur. Karavanayı yedikten sonra akşama kadar dinlenin. Akşam ezanından yarım saat kadar öce bölüğü avluda toplayın. Gereken bilgi ve talimatların bir kısmını o zaman vereceğim. Şimdi başçavuş ve çavuş bölüğü koğuşuna götürecekler. Siz benimle gelin lütfen yüzbaşım.” diyerek dönüp binaya doğru yürüdü. Yanındakiler ve Yüzbaşı onu takip ederek hep birlikte binaya girdiler…

***

Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan’ın birleşerek Osmanlıyı balkanlardan arındırma amacı ile başlattıkları Balkan Harbi 1913 yılında, Osmanlı ordularının yenilgisiyle sona ermişti. Harbin sonunda Osmanlı İmparatorluğu Balkanlarda birçok şehir ve kasabayı, Ege ve Akdenizde de başta Girit adası olmak üzere önemli adaları kaybetti. Arnavutluk bağımsızlığını ilan etti. Balkanlarda ki Osmanlı ordusu dağılıp, neredeyse yok olma durumuna geldi. Bu dağılma sonucu, doksan bin kişilik ordu, doğru, dürüst yönetilmeyen, emir kumanda zinciri iyice bozulmuş, başıbozuk bir durumda, kırk bin kişiye düşmüştü. Generaller, zabitler siyasi ve kişisel çıkarlarının peşinde, görevlerinden oldukça uzak bulunuyorlardı. Bazıları devlet yönetiminde söz sahibi olabilmek, bazıları durumunu sağlamlaştıracak bir mevki elde edebilmek için entrikaların, komploların içine savruldular.

İstanbul, Balkanların yitirilmesinin şokunu yaşarken 1914 yılının Haziran ayında Avrupayı sarsan bir olay yaşandı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun veliaht prensi Arşidük Ferdinant, Saraybosna’da bir Sırp suikastcısı tafından öldürüldü. Bu olay sonunda Avusturya Sırbistan’a savaş açtı. Bunun arkasından da Rusya’nın da içinde bulunduğu bütün Avrupa karıştı. Almanlar Rusya’ya saldırdı. Ruslar, İngilizler, Fransızlar, Sırplar daha sonra İtalyanlar, Yunanlılar birlik olup Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan ve sonradan Osmanlının katıldığı ittifaka karşı savaştı. 28 Temmuz 1914’te başlayan dünya savaşı, başını Almanya’nın çektiği blokun yenilgisiyle, 1918’de sona erdi. Savaşın sonunda Osmanlı topraklarının bir bölümünün daha kaybedilmesi kaçınılmaz oldu. Kaybedilen bu toprakların en önemli bölümü Arap Yarımadası’nda bulunuyordu.

Daha Birinci Dünya Harbi’nin başında İngilizler başta olmak üzere Fransızlar ve İtalyanlar Kuzey Afrika’dan başlattıkları işgal hareketlerini Arabistan Yarımadası’na kadar getirmişlerdi. Buralarda yaşayan Arap kabilelerini Osmanlıya karşı ayaklanmaları için kışkırtıyorlardı. Kışkırtma motivasyonu olarak, onların bağımsız birer ülke olmalarının sağlanacağı vaadinde bulunuyorlardı. Kabile reislerine, ihtiyaçları olan paranın, modern silahların ve mühimmatın derhal verileceği sözlerini veriyorlardı. Bulundukları yerlerde kabilelerin örgütlenmelerini ve silahlanarak çete savaşları için eğitilmelerini sağlıyorlardı. Pek az sayıdaki kabileler dışında, Arap toplulukların, özellikle de aşiretlerin büyük kesimi, İngilizlerin isteği ve denetimi altında çeteler oluşturarak Osmanlı birliklerine gece baskınları düzenlemeğe başladılar. Çöl şartlarına çok iyi uyum sağlayabilen bu çete mensupları gündüzleri halkın arasına rahatlıkla karışıp, işinde, gücünde insanlarmış gibi, kendilerini kolayca gizliyebiliyorlardı. Osmanlı birlikleri, bu çetelerle baş etmenin yollarını geliştirmekte yetersiz kalıyordu. Bazı baskınlarda silah ve cephane kayıpları da yaşıyorlardı. Beklemedikleri yerlerde ve zamanlarda gerçekleşen bu saldırılar karşısında birlikler, önemli kayıplar vermeğe başladılar. Hatta çoğu şehit düşen, kalanları da dağılıp yok olan askeri birlikler bile vardı.

***

Sana’da, çevre karakollara birer ya da ikişer mangalık guruplar halinde dağıtılacakları emrini alan bölük askerleri, sabah erkenden hazırlıklara başladılar. Sadığın bulunduğu yirmi kişilik gurup iki manga olarak Aden şehrine gönderiliyordu. Sadık buranın deniz kıyısı olduğunu öğrendiğinde heyecanlandı. O güne kadar denizi görmemişti. Bir yanını denize dayamış olmak her halde daha güvenlidir diye bir düşünce geçti aklından. Belli mi olur fırsat bulup denize bile girer, yüzmeyi de öğrenirdi belki. Hazırlıklarını yaparken buna benzer düşüncelerin hayalleri geçiyordu kafasından

Sana’da Sadığın Kazım’la yolları ayrılmıştı. Kazım dört arkadaşıyla Manaha denilen bir karakolda görevlendirilmişti. Karakol, şu an bulundukları yere bir günlük mesafede bulunuyordu. Kazım’la tekrar görüşebilme umutlarını yitirmeksizin kucaklaşıp ayrıldılar Sana’da.

Başlarında bir başçavuş, bir onbaşı ve bir rehber vardı. Yedi tane deve ile iki katır taşıyordu birliğin yükünü. Rehber, yolun kötü olmadığını, yolculuğun beş gün süreceğini söylemişti. Askerlerin moralleri iyi sayılırdı. Gurupta potansiyel hasta görünmüyordu. En önemli sorun postallarıydı. Hepsinin ayağında Konya’da verdikleri postallar vardı. Bu kadar uzun yürüyüşe dayanmışlardı dayanmasına da artık giyilecek durumları da kalmamıştı. Kiminin altı delik deşik olmuş, kiminin topuğu gitmiş, kiminin burnu kopmuş, yamulmuş, yama, tamir tutmaz duruma gelmişti. Hatta, yola çıkar çıkmaz postalını atıp yalın ayak yürüyen bile vardı. Sadık postalını iki kez tamir etmişti. Fatat artık onunki de diğerlerininki gibi onarım kabul etmez duruma gelmişti. Gittikleri yer için beslediği umutların içinde, yeni postal verileceği umudu da bulunuyordu. Ama Sadığın postaldan daha çok olmasını umduğu şey, mektup gönderebileceği bir postaneydi. Üç aydan beri ne mektup gönderebilmiş, ne de almıştı.

– Bu gadar uzun zaman mektup gelmeyince Asiye’m öldüğümü bile düşünmüşdür. Onu daha fazla üzmek isdemiyom. Mektubumu muhakgak gondermeliyim.

Yanındakinin de duyabileceği sesle bunları söylemişti farkında olmadan.

Daha çok geceleri yürüyorlardı. Başlarındaki rehber yolları, sanki evinin yoluymuş gibi karış, karış biliyordu. Akşamüstü vardıkları bir köyde bir süre mola verilmişti. Rehber ortalıktan kayboldu. Mola süresi bitmek üzereyken elinde bir sepetle döndü. Koca bir sepet hurma getirmişti. Herkese birer tas dolusu hurma ikram etti. Sadığın da olduğu gibi, bu herkesin çok hoşuna gitti. Aylardır boğazlarından tatlı bir şey geçmemiş olan bu çocukların, hiç de beklemedikleri bir anda böyle tatlı, nefis bir meyveyi, hem de azımsanmayacak miktarda, yemenin hazzını ve mutluluğunu yaşaması mucize gibiydi. Rehberi kucaklayıp öpenler oldu. Sonra da parıldamağa başlamış olan yıldızların ışığında yürüyüşe geçtiler.

Dördüncü günün akşamı Taif denilen bir şehre varmışlardı. Sadık, ilerleyen aylarda buranın, padişahlarının cezalandırmak istedikleri devlet erkanını gönderdikleri, en büyük zindanların bulunduğu şehir olduğunu öğrenecekti. O gece Taif’te askeri birliğin garnizonu sayılabilek, kapalı bir yerde konakladılar. Sadık, akşam yemeğinden sonra bir köşeye çekilip Asiye’ye yeni bir mektup yazdı. Zarfa koyduktan sonra rehbere, mektubu gönderip, gönderemeyeceğini sordu. Rehberden aldığı yanıt olumsuz oldu. Sadık bu mektubu da koyun cebine yerleştirdi. Birlik kumandanı yarbayın isteği üzerine iki er orada kaldı. Bazı askerler, bu iki arkadaşlarının çok şanslı olduğunu söylediler. Böyle düşünmeyenler ise, bunu zamanın göstereceğini savunmuşlardı.

Aden’e hareket edecekleri gün şanslarından hava bulutlu ve serindi. Sabahın ilk ışıklarıyla Taif’den hareket ettiler. Aynı günün akşamı, geç saatlerde Aden’e vardılar. Sadık daha önce hiç duymadığı, tanımadığı, yoğun bir koku duyuyordu. Rehbere, böyle kokusu olan şeyin ne olduğunu sordu. Rehber gülümseyerek,

– Nerelisin, İsdanbullu olmadığın belli oluyo.

– Yozgat’lıyım da, bunun melmeketiminen ne alakası var ki?

– “Anlaşılan sen hiç deniz görmemişin. Yozgat’ta deniz yok belli ki. Bu burnunuza gelen koku okyanusun kokusu. Birkaç gün içinde bu kokuya alışırsınız, sonra farkına bile varmazsınız. Buruya yeni gelenler bu nemli yosun kokusuna bayılır. Sizler de seveceksiniz yakında.” diyeyerek, neredeyse tamamı deniz görmemiş olan, askerleri de bilgilendirmiş oldu.

Akşamın ilerlemiş saatleri olmasına karşın şehir gürültülü ve hareketli görünüyordu. Bulundukları yerden çok uzak olmayan bir mesafeden, o güne kadar Sadığın hiç duymadığı garip, vuup, vuup! diyen sesler geliyordu. Sonradan bu sesleri gemilerin çıkardığını öğrendi. Askeri birliğe vardıklarında o garip sesler de, hareketlilik de uzakta kalmıştı. 7.Kolorduya bağlı olan Aden Tugayının garnizonu şehrin iki kilometre kadar dışında bulunuyordu. Oraya vardıklarında garnizonun avlusunda toplanmaları, birazdan garnizon kumandan vekili Miralay (Albay) Mehmet Emin beyin gelip konuşma yapacağı söylendi.

Mehmet Emin Bey oldukça yakışıklı ve genç görünen bir zabitti. Konuşmasına başlamadan, zabit ve erbaşlara sert emirler vererek, bölüğün muntazam sıralar halinde karşısında yer almasını sağlamalarını istedi. Yeni gelen askerlere “Hoş gldiniz evlatlarım” dedikten sonra garnizonda en küçük itaatsizliğe, laubali davranışlara, görev ihmallerine asla göz yumulmayacağını söyleyerek başladı konuşmasına. Yarından itibaren birer manga olarak çevre karakollara dağıtılacaklarını, oralarda kendilerine verilecek olan görevleri eksiksiz olarak yerine getirmekle yükümlü olduklarını anlattı. Zaman, zaman sıkıntıların çekilebileceğini, bunların doğal karşılanması gerektiğini söyledi. Payitaht’tan çok uzakta bulunduklarını, istek ve ihtiyaçların karşılanabilmesinin uzun zaman aldığını, bu yüzden her şeyi tasarruflu kullanmaları gerekeceğini anlattı. Bu kutsal mekanların Küffara karşı canla, başla, kanla korunmasının en ulvi bir görev olduğu, bu uğurda can vermenin, yaradılışın en yüce mertebesi olan şahadet mertebesine ulaşmak olacağını heyecan içinde aktardı.

– “Görev başındayken siz bütün evlatlarımın benim duyduğum aynı şevk ve heyecanı duyacağınıza yürekten inanıyorum. Hepinizi sevgiyle bağrıma basıyor, vazifenizde üstün başarılar diliyor ve bekliyorum.” diyerek bitirdi sözlerini.

Garnizon bir Tugay olmasına karşın az sayıda asker vadı. Avlunun girişinin tam karşısında yer alan iki katlı, üç adet taş bina oldukça eski görünüyordu. Avlu, kırılmasında ve döşenmesinde yeterli özen gösterilmemiş iri, yassı taşlarla döşenmişti. Avlunun iki yanı, yüz yıllıkmış gibi görünen palmiye ağaçlarıyla çevrelenmişti. Orta binanın giriş kapısının üstündeki yekpare bir mermer taşın üzerine Osmanlı arması, kabartma olarak işlenmişti. Tugayın karargâh binası olduğu ilk bakışta anlaşılan bu orta binanın sahanlığına altı basamak merdivenle çıkılıyordu. Merdivenin yekpare sarı taştan yapılmış basamaklarından bazıları kırlmış, kırılmamış olanlar da bir hayli aşınmış görünüyordu. Diğer bütün Arap binalarında da olduğu gibi çatılarda kiremit kullanılmamıştı. Hafifce bombeli damlar, üzeri kireçle sıvanmış kilden oluşuyordu. Garnizonun bu üç binasından birisi, yemekhane ve hamamların yer aldığı binaydı. Bu binaların arka tarafında, üstü eskimiş, yer, yer yırtılıp yok olmuş, bu nedenle çoğu askerin yıldızlara bakarak hayaller kurmasına elverişli hale gelmiş, bez ve kamışlarla kapatılmağa çalışılmış koğuşlar bulunuyordu. Avlunun iki yanında, suyu az da olsa durmaksızın akan, önlerinde ağaçtan oyulmuş birer oluk bulunan iki pınar görünüyordu. Sadık bu olukların deve ve atları sulamak için yapıldığını daha sonra öğrenmişti.

Gece, ağaçtan yapılmış, her dokunuşta garip sesler, gıcırtılar çıkartan ranzaların yerleştirilmiş olduğu bu koğuşta, yıldızları seyrederek Asiye’yle beraberlik hayalleri kurarken daldı Sadık uykuya. Pek çok rüya görmüştü o gece. Rüyalarından hatırlayabildiği tek sahne, Asiyenin, yalın ayak, başı açık ve kolları olmayan bedeninin ağlayarak, kendisine yakınlaşamadan, uzun süre peşinden koştuğuydu. Uyandığında kalbi normalden daha hızlı atıyordu. Rüyalarından, hatırlayabildiği bu küçük bölümün ne anlama geldiğini çözmeğe çalıştı. Köyde, Ali Hoca’nın hediye ettiği ‘Rüya Tabirleri’ kitabını anımsadı. Oradan öğrendikleriyle bir anlam çıkartmağa çalıştı. Bir sonuca varamadı. Böyle bir rüyayı başka biriyle paylaşmayı da uygun bulmadığı için merakı, tasası gün boyu içinde kaldı.

Sabah karavana yendikten sonra bir başçavuş bölüğü topladı, isim okuyarak, kimlerin hangi karakollara gideceğini açıkladı. Sadık, on dört kişilik bir gurubun içinde Turba Karakoluna gönderiliyordu. Başçavuşun söylediğine göre Aden’e en uzak olan karakoldu Turba. Sıkı bir yürüyüşle iki günlük yoldaydı. En küçük gurup altı, en kalabalık olanı ise on dört askerden oluşan Sadığın gurubuydu.

– “Bütün guruplar hazırlıklarını yapsın. Tam bir saat sonra garnizondan hareket edilecek. Şimdi serbestsiniz. Hadi dağılın.” diyerek sözlerini bitirdi başçavuş.

Sadık, Aden’in son nokta olduğunu, askerliği bu şehirde yapacağını düşünmüştü. Burasıyla ilgili ilk izlenimleri de olumlu sayılırdı. Küflü yosun kokan havasına bir süre sonra alışacağını umuyordu. Havası çok da sıcak değildi. Geldiğinden beri durmaksızın esen rüzgâr serinletiyordu havayı. Sonra, burada mutlaka bir postane bulunduğunu düşünmüştü. Yazdığı mektupları kolayca verebilecekti postaya. Böyle bir yerde şavaş olabileceğine ihtimal veremiyordu. Sonuç olarak burada rahat bir askerlik yapacağını öngörmüştü. Bu yüzden bu dağıtım işi biraz canını sıktı. Ama yapabileceği hiçbir şey yoktu. Sonuçta emir kuluydu. Mektuplarını gönderme umudunu Turba’ya saklayarak yol hazırlıklarına başladı.

Başlarında bir çavuş, bir rehber, iki deve ve bir katırla kuşluk vakti yola çıkmış bulunuyordu Sadığın gurubu. Hava çok da sıcak olmadığından hızlı ve rahat yürüyorlardı. Sadık, yol boyunca birlikte yürüdüğü Akdağmadenli hemşehrisi Ahmet’le memleket özlemini dile getirdiler. Ahmet üç aylık evliyken çağırılmıştı askere. Bir süre erteletmek için dedesi çok uğraşmıştı ama başaramamıştı. Annesi, ince hastalık denilen verem illetine kaptırmıştı yakayı. Biri onbir yaşında oğlan, üç kardeşi vardı ve üçü de kendinden küçüktü. Evi çekip çevirecek karısından ve yaşlı dedesinden başka kimseleri yoktu. Bunları anlatırken, Sadık, Ahmet’in gözlerinin dolduğunu fark etti. Ahmedin içtenliğinden etkilendi. Onunla iyi arkadaş olacağı düşüncesi geçti aklından. Kendisi de Ahmede nişanlısından, ailesinden, köyünden söz etti.

İkinci günün sabahı güneşin doğuşu ile birlikte Turba’ya vardılar. Burası da deniz kenarıydı. Sadık da, Ahmet de denizi ilk kez görüyordu. Aden’de uzaktan görmüşlerdi sadece. Böylesini çok ve göz alabildiğince büyük bir suyun karşısında şaşkınlıktan donup kalmışlardı. Sadık, kıyıya yaklaşırken kırılıp köpüren dalgaları izledi, dalgaların çıkardığı sesi dinledi bir süre. Gurubun uzaklaştığını fark edince koşarak onlara yetişti. “Nasılsa bunları daha çok goreceğem” diye geçirdi kafasından. Ahmedin yanına sokuldu;

– Sen denizin bu gadar böyük olduğunu heç düşünmüş müydün?

– Nerden düşünüyüm, bu suyun ucu bucağı yok ki. Herhal bizim düşündüğümüzden daha derindir. Seni, beni golayca yutar valla.

– Yüzme bilirsen yutmaz herhal. İşallah burada yüzmeyi öğrenirik. Koydeyken kendir goletinde yüzdüydüm. Ayağam yere deymeden bir, iki gulaç yüzdüm gibi geldiydi bana o zaman. Bence yüzmek golay. Çabuk oğrenirik goreceksin.

Önünden geçtikleri yerleşim yerinin bir köy mü, kasaba mı olduğunu anlayamadılar. Karakol, yerleşim yerine beş yüz metre kadar mesafede ağaçlık, küçük bir tepeciğin üzerindeydi. Etrafı ağaç bir çitle çevriliydi. Avlunun ortasında iki katlı bir yapı, onun arkasında da tek katlı uzunca bir baraka görünüyordu. Avlunun giriş kapısındaki tahta kulübenin önünde duran nöbetçi asker çavuşla konuştuktan sonra kulübeye girdi, manyetolu telefonla birileriyle konuştu. Kısa bir süre sonra karakol binasından bir astsubay, yanında bir onbaşıyla çıkıp geldi. Çavuşla tokalaştıktan sonra yüksek sesle, “Selamün aleküm, hoş gelmişsiniz arkadaşlar.” diyerek yeni gelenleri avludan içeriye buyur etti.

Askerler barakaya bavullarını bırakarak, ihtiyaçlarını gidermek üzere dağıldılar. Ellerlini, yüzlerini yıkadılar, sabah karavanası için yemekhane olarak belirtilen yere geçtiler. Sabah yemeği, tıpkı pilav gibi pişirilmiş birer tabak tel şehriye’den ibaretti. Yeni gelenler bu yemeği ilk kez görmüş olduklarından nasıl yenileceğini bilemediler. Kimi ekmeğin arasına doldurup yedi, kimi önce ekmekle karnını doyurdu, sonra üstüna tabaktakini yedi, kimisi de bilmediği bu şeyi yemek istemedi, ekmekle yetindi.

Yemekten sonra tekrar barakaya geçildi. Herkes kendine bir şilte ayarladı. Bavullarını başuclarına yerleştirdiler. Assubayın, barakanın önünde söylediği toplanma saatine yaklaşık bir saat vardı. Yenilerin, neredeyse tamamı, bu süreyi şiltelerinin üzerine uzanarak dinlenmek suretiyle geçirmeyi seçmişti. Gerçekten çok yorulmuşlardı. Konya’dan ayrılalı üç ay olmuştu ve onlar bu üç ayın tamamını bu uzun, yorucu yolculuğu sona erdirmek için gece, gündüz demeden, çöl sıcaklarına meydan okuyarak yürümüşlerdi. Aslında, değil bir saat, bir tam gün yatıp, uyusalar bile yeterince dinlenmiş olabilirler miydi bilinmez. Ama onlara dinlenmeleri için verilen süre bir saat kadardı.

Çavuşun tiz düdüğü herkesi uykusundan zıplattı. Çavuş herkesi uyandırmış olduğundan emin olunca duyabilecekleri bir sesle, “İki dakka içinde avluda iştimaya hazır olunacak. Başçavuşumun emri” diye uyarısını yapıp dışarı çıktı.

Baskına uğramış gibi yerlerinden fırlayan askerler, çavuşun söylediği süre içinde avluda toplandılar. Az bir zaman sonra da, elinde, oklava benzeri bir sopa ile başçavuş karşılarındaydı. Verdiği komutla herkesi hizaya sokup, hazırola getirdikten sonra;

– Ben bu garakolun gumandanı başçavış Ahmet. Baba adı Abdurrahman, melmeket Malatya, Pötürge. Üç yıldır bu garakoldayım. Bi yıldan fazla bi zamandan bu yana da garakolun gumandanıyım. Bu gune gadar görevini eyi yapan, işine dört elle sarılan asger burada çok rahat etmişdir. Görevden gaytaranlara, üçkağat yapmıya galkışannara acımam yokdur, önce bunun bilinmesini isdiyom. Burada iki önemli gorev var. Biri nöbet gorevi, öteki de bizim mıntıkamızda bulunan köylerde asayişi sağlamak. Burada aşiretler çok sık gavga ederler. Bunun için ikişerli ekipler guracağam ve sürekli koylere gidilecek. Olay çıkması önlenecek. Çıkan olayların failleri derdest edilip derhal garakolumuza getirilecek. Göreve çıkmamış olanlar benin veya çavuşun gostereceği, garakolun onarım işlerini yapacaklar.

Başçavuş konuşmasının kalan bölümünü izinlerin ne zaman ve nasıl verileceğine, Turba’nın gelenek- göreneklerine, yerlilerle senli, benli olunmamasına, görevleri içine girmeyen konulara karışmamalarına, kadınlara, yedi yaşından büyük kızlara asla dokunmamalarına, dönüp bakmamalarına ve her türlü beladan uzak durmalarına ilişkin nasihatlarda bulundu.

– Her ağşam, ertesi günün iş programı duyuru panosuna asılacakdır. Okuma yazması olmıyannar çavuşa sorarak o günkü gorevini oğrenecek. Belirtilen saatde gorevinin başında olmuş olacak. Bana soracağanız bi şey var mı?” diyerek sözlerini bitirdi.

* Silinmeyen, katı mürekkepli kalem

Üçüncü Bölüm >>

İsmail İlhan Hakkında17 Yazıları
1940 yılında Yozgat’ın Köçek Kömü Köyünde beş çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olarak doğdum. İlkokulu üçüncü sınıfa kadar kendi köyümüzde eğitmenle okudum. İlkokulun kalanı ile orta öğrenimimi Yozgat’ta tamamladım. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik Bölümünü bitirdim. 1976 da Dr., 1982 de Doç., 1987’de Prof. oldu. 6 adet mesleki ve bilimsel kitap ile çok sayıda bilimsel makale yayımladım. 2007 yılında emekliye ayrıldıktan sonra Bursa Belediyesi Türk Sanat Müziği Konservatuvar’ını bitirdim. Keman çalıyor, beste yapıyor ve öykü yazıyorum. Yazarımız İsmail İlhan 7 Nisan 2020 günü yaşama veda etti.

Yorumlar

İlk yorumu siz yapın

Yanıt Ver

E-posta adresiniz yayımlanmayacak.




Loading Facebook Comments ...