Kaçış – Dördüncü Bölüm

<< Üçüncü Bölüm

Dördüncü Bölüm
Dünya harbi, bir kara delik gibi, içerisine yeni ülkeleri çekerek ve her geçen gün yıkım gücünü artırarak yayıldıkça yayılıyordu. Enver Paşa’nın padişaha bile haber vermeden, iki Alman zırhlı savaş gemisinin boğazları geçerek Karadenize açılmalarına ve Rusya’nın Odesa ve Sivastopol gibi limanlarını bombalamalarına izin vermesi sonucu, İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu’na resmen savaş ilan etmiş, Osmanlı İmparatorluğu da böylece, Almanların safında fiilen savaşa dahil olmuştu. Bu gemilerin peşinden İstanbul’a ve oradan da Karadenize geçmek isteyen, başta İngiltere olmak üzere, İtilaf Devletleri donanmaları Çanakkale’de Osmanlı ordusunun büyük direnişi ile karşılaşmıştı. Gelibolu Yarımadası’nda ve Çanakkale Boğazı’nda, Mustafa Kemal’in olağanüstü yetenek ve öngörülerinin de etki ve katkısıyla İtilaf Devletleri büyük bir yenilgiye uğratılmış, donanmaları Çanakkale Boğazı’nın sularına gömülmüştü.

Öte yandan Kuzey Afrika’da da, diğer cephelerde olduğu gibi, Almanlar ve müttefikleri yenilgiye uğramış, Almanların yanında savaşa girmiş olan Osmanlı da bu yenilginin en çok kaybedenlerinden biri durumuna düşmüştü. Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Fas gibi Kuzey Afrika ülkelerini geri almayı planlamış olan Osmanlı Devleti, Birinci Kanal Savaşları yenilgisiyle başlayan süreçte elindeki birçok yeri de kaybederek Suriye’ye kadar çekilmek zorunda kalmıştı. Böylece, Arabistan Yarımadası dahil, Kuzey Doğu Afrika’daki Osmanlı toprakları yavaş, yavaş, başta İngilizler olmak üzere itilaf devletlerinin denetimine geçiyordu.

Kuzey Afrika’dan Almanların silinmesi ve Osmanlı ordularının hemen her cephede yenilmesi sonucu orduda inanılmaz bir çöküş, bir yok oluş süreci başlamıştı. Birliklere ne malzeme ve silah takviyesi yapılabiliyor ne de erzak ve diğer gereksinimleri sağlanabiliyordu. Donanımlı İngiliz birliklerine karşı hiçbir şansları olmadığını bildikleri halde birlik kumandanları teslim olmayı asla düşünmüyor, canlarının, kanlarının son damlasına kadar direniyorlardı. Askerler, başlarında kumandanları sağ kaldığı sürece çarpışmayı sürdürüyor, başsız kalan biçok asker de gece karanlığından yararlanarak cepheden uzaklaşıyordu. Sağ kalan bu askerler başsız, başıbozuk bir vaziyette ne yapacaklarını, nereye gideceklerini, nerede barınacaklarını bilemez bir halde, kendilerini Tanrının ve kaderlerinin insafına terk etmiş vaziyette, bilmedikleri bir diyarda, bilmedikleri istikametlerde durmaksızın yürüyorlardı. Çöl sıcaklarında aç, susuz binlerce asker kum fırtınalarına meydan okuyarak yürüyor, yürüyor, sonunda kumlara serilip, gömülüp yok oluyorlardı. O gün azraile çalım atmayı başaranlar ise açlıktan ölmemek için, eğer bulabilirlerse en çok ot kökleri olmak üzere, yenilebileceğini düşündükleri her şeyi yiyerek ayakta kalmağa çalışıyorlardı. Ölen arkadaşlarının etini yiyenler bile çıkıyordu aralarında.

Binlerce, on binlercesinin artık bir daha evini, ailesini görme şansını yakalayamamış olan bu genç insanların ne mezarlarının, ne de hangi ülke topraklarında yattığının bilinmiyor olması, aradan iki yüz yıl geçmesine karşın hâlâ yüreğimizi dağlayan bir yara olarak sızlamağa devam ediyor. O uğursuz yıllar süresince bu genç insanların ailelerinin, özellikle de annelerinin acılarına sonsuz saygılarımızı sunmaktan başka gönlümüzden ve elimizden bir şey gelmiyor. Nur içinde yatsınlar.

***

Sadık, elleri çözülerek başka insanların da bulunduğu kapalı bir yere iteklendi. Elleri uyuşmuştu. Uyuşukluğu gidermek için bir süre ellerini oğuşturdu. Büyükçe bir çadırı andıran, yan yana iki küçük pencere ile aydınlanan bu yerde, bazılarının suratında ya da vücudunda taze yaraları olan, perişan görünümlü bir düzine kadar adamla bir aradaydı şimdi. Hemen hemen tamamının Osmanlı askeri olduğu, üzerlerinde, yapraklarının çoğunu dökmüş sonbahar ağaçları gibi soyunmuş, birkaç parçası kalmış giysi artıklarından anlaşılıyordu. Sadık bunlardan birisinin yanına sokuldu;

– Osmanlı Asgeri misin hemşerim?

– Hee, Sen de öylesin değil mi, gıyafetinden belli oluyo zaten.

– Benim adım Sadık, Turba garagolundanım. Garakolumuz dağaldı. Çoğumuzu öldürdüler. Nasıl oldu bilmiyom, ben gurtuldum. Emme yakaladılar, buruya ellerim bağlı olarak ite, kaka getirdiler. Buruya gelmek için zannedersem bi saatden fazla yürüdüm herhal.

– Biz üç kişiyi dün akşam üstü Ahwar yakınlarında bir köyde yakaladılar. Gece boyunca yürüdük. Işımadan önce getirip buraya dıkdılar. Bu arkadaşların bir kısmı biz geldiğimizde buradaydı, bir kısmı da bizden sonra geldi. Onları da saklandıkları yerlerde yakalamışlar.

– Pekey, bura neresi oluyo? Biz nerdeyik şindi? Bi fikrin var mı? Ya da bunu bilen var mı?

– Vallaha sabah gelenlerden biri buranın Aden yakınlarında bir yer olduğunu söyledi. Ne kadar doğrudur bilemem.

Sadık, kendisinden başka Turba karakolundan kimsenin bulunup bulunmadığına göz gezdirdi, tanıdık kimseyi göremedi. Arkadaşlarının öldürülmüş olduğunu düşündü. Görünürde bir düşmanla karşı karşıya gelmeden, doğru dürüst çarpışamadan, pisi pisine ölmenin korkunçluğunu düşündü. Hiçbir anlam veremediği, kendilerine yapılan bu acımasız saldırıların ne için olduğunu düşündü. Çevre insanlarına asla kötü davranmamışlardı. Onlara her konuda yardımcı olmağa gayret göstermişlerdi. Onlar burada rahat yaşasınlar diye ta memleketlerinden aylarca yürüyerek, her türlü sıkıntılara göğüs gererek gelmişlerdi buralara. Onlar rahat yaşasın diye ölümleri göze alıyorlardı.

Arap isyancıların amaçlarından biri, İngilizlerin vaat ettiği Bağımsız Arap Devleti ise de ikinci amaçları öldürdükleri ya da yakaladıkları her Osmanlı askeri karşılığında İngilizlerden bir İngiliz Lirası ödül almalarıydı. Bu ödül yüzünden pek çok masum Anadolu çocuğu hayatını kaybetti veya esir alınarak İngilizlere satıldı. Bu durum çeteciler nazarında bir nevi Osmanlı askeri avına dönüştü. Yörede görev yapan askerlerin tamamı yok edilinceye kadar da bu vahşi, bu insanlık dışı eylem sürdürüldü.

Sadık düşüncelerine dalıp gitmişken kapı açıldı, perişan vaziyette dört asker daha içeriye kakıldı. Bunlardan üçü tanıdıktı. Halepten birlikte yola çıktıkları kafileden olduklarını hatırladı. Birisinin adını da unutmamıştı, İhsan. Onlar da Sadığı tanımışlardı. Göz göze geldiler. Bakışlarından acı bir gülümseme geçti belli belirsiz. Sadık, “Hoş geldiniz, geçmiş olsun” dedi. Teker teker el sıkıştılar. Giderek bir hapisane koğuşuna dönüşen mekân ikindi vaktinin parlak ve sıcak güneşiyle bir cehenneme dönüşmüştü. O ana kadar kimseye ne bir yudum su, ne de bir lokma yiyecek verilmişti. Bu kapalı alanın bir köşesinde, paravanla ayrılmış, birkaç metrekarelik bir alanı kenef gibi kullanıyorlardı. Sıcakla birlikte artan dışkı ve sidik kokusu dayanılır gibi değildi. Ne olup bittiğinden, geleceklerinin, ne olacağından kimsenin haberi yoktu. İçlerinden birinin önermesi üzerine, güneşin durumuna göre tahmin ettikleri vakitte hep beraber ikindi namazı kıldılar, herkes bildiği dualara yüreğinin sesini katarak menziline yolladı.

Akşam karanlığı basmak üzereydi. İçerisinin ışığı azalmış, ısısı azalmamıştı. İçerdekiler ter akıtararak sürekli su kaybediyorlar, ama yerine koymaları mümkün olmuyordu. Bazıları burada aç, susuz öleceklerini düşünmeye başlamışlardı. Birçoğu iki gündür uyku uyumamıştı. Gözleri acıyordu. Ama uyumalarına olanak yoktu, bu mümkün olmuyordu. Karanlık içeriye yayılmağa başlamıştı ki kapı tekmelenerek açıldı. Ellerinde bir torba ve bir testi ile içeri daldılar. Getirdiklerini kapının arkasına bırakıp hiçbir şey söylemeden kapıyı çekip çıktılar. İçerdekiler kısa bir süre kuşkulu bakışlarla bırakılanları süzdü, kapıya yakın olan birisi gidip torbayı açtı. Ekmek! Diye bağırdı. Testi de su doluyudu. Hepsi birden o yana üşüştüler. İçlerinden, diğerlerine göre daha yaşlı ve deneyimli görünen biri;

– Arkadaşlar, beni diğneyin. Burada beraber yaşıyacaksak, bir düzene, disipline ihdiyaç var. Eğer gabul ederseniz beni çavuşunuz belleyin, birlikde hareket edelim. Zaten buraya gelmeden de birliğimde çavuşdum ben. Adım Zeki. Ne dersiniz, gabul mü?

Öneri kabul gördü. Zeki torbayı alıp içindeki ekmeğin miktarını kestirdikten sonra el kadar parçalara ayırarak herkese dağıttı. Suya gelince, testiden herkesin sırayla beşer yudum içmesi talimatını verdi. Kalırsa yine paylaştıracağını söyledi. Biriki itiraz sesi yükseldiyse de sonuç olumlu oldu. Doyuracak miktarda olmasa da midelerine bir şeylerin girmiş olması herkesi birazcık rahatlattı.

Yemekten sonra Sadık, İhsan ve diğer iki yol arkaşı ile bir araya gelerek konuşmağa giriştiler. İhsan, o güne kadar nerelerde görev yaptıklarını, son dönemlerde uğradıkları gece baskınlarını, ölen arkadaşlarını, kendilerinin nasıl kurtulduğunu, sonra nasıl yakalandıklarını, buraya nasıl getirildiklerini anlattı. Sadık, İhsanı ve diğer arkadaşlarını dinledikçe sadece Turba’da değil, aynı durumların oralarda da yaşandığını öğrendi. Osmanlı birliklerinin, karakollarının her yerde başsız, hiçbir yerden yardım alamayan, perişan bir durumda olduğunu düşündü. Bölgede bulunan Osmanlı karakollarındaki askerlerin kurtulma şanslarının olmadığını, eğer öldürülmemişlerse yakalanmalarının kaçınılmaz olduğunu düşündü. Hiçbir yardım göndermeyerek, onları burada tutanlar tarafından esir edildiklerini düşündü. Önünde, olacakları tahmin etmenin olanaksız olduğu bir gelecek duruyordu. Arkadaşlarına dönerek;

– “Sizce bizim buradan gurtulma şansımız va mı, ne dersiniz arkadaşlar?” diye sordu. Yanıtı beklemeden de,

– Beraber hareket edek. Ne olursa olsun, birbirimizden ayrılmıyak. Akıllarımızı birleşdirmeliyik. Bir akılla dört akıl aynı olmaz. Koyunnar gibi boğazlanmayı beklemiyek. Gafalarımızı gullanırsak belki bi gurtuluş yolu bulunur. Allah bize yardım eder. Çünkü heç bi günahımız yok. Kimsiye zarar vermedik. Umudumuzu ve inancımızı gaybetmiyek yeter.

İhsan’ın arkadaşlarından biri,

– Ben senin gadar eyimser olamıyom gardaşım. Eyimser olacak bi durum yok ki zaten. Neyi umudedeceğek ki? Elimizde bi deyneğimiz bile yok. Bu adamlar kimdir, bizden ne isdiyolar bilmiyok. Bizi buruya niye getirdiler bilmiyok. Heç bi şeyi bilmiyok. Sadece bize dost olmadıklarını biliyok. Sen nasıl eyimser oluyon, nasıl umut daşıyon onu da bilmiyom doğrusu.

İhsan araya girdi;

– Şu an bunnarı gonuşmanın bize bi yararı yok. Sakin gafayınan düşünüp çıkış yolu aramalıyık. Bunun için yatıp uyumalı, eyice diğnenmeliyik. Zabah ola hayrola. Emme zabaha gadar bizi burada dutarlar mı orasını bilemem.

Üçü de İhsan’a hak verdiler. Zaten koğuştakılerin yarıdan fazlası oldukları yerlerde uzanıp sızmışlardı bile. Sırayla ihtiyaç giderdiler. Sonra da bulundukları yerlerde toprağın üzerine serildiler.

Kapının tekmelenerek açılmasıyla içerdekiler yerlerinden fırladılar. Arkasına kadar açılan kapıdan içeri giren iki kişiyle kapıda bekleyen, uzun beyaz entarilerinden Arap oldukları anlaşılan, silahlı iki kişiye diktiler bakışlarını. Ortalık aydınlanmıştı. İçeri girenlerin üzerinde üniforma vardı. Guruptan biri, alçak sesle, “Bunlar İngiliz asgeri, ben onların gıyafetini tanıyom. Bu esbapları İngilizlerin geydiğini daha evelden eyi biliyom ben” diye konuştu. Koğuştakiler önce, konuşan kendi arkadaşlarına, sonra da dönüp İngiliz askerlerine baktılar şaşkın bir vaziyette. İngilizler bağıra, çağıra bir şeyler diyordu içerdekilere. Kimsenin bir şey anlamadığını fark edince onları iterek, yumruklayarak, tekmeleyerek dışarı çıkartmağa giriştiler. Hepsi dışarıya çıkınca da gösterdikleri istikamette yürümelerini işaret ettiler.

Güneş yükselmeğe başlamıştı. İkisi İngiliz askeri olan silahlı bu dört kişi, kendileri develerin üzerine oturmuş olarak, gurubu güney istikametinde bir saat kadar yürüttü. ‘Vuup’layarak giren, çıkan gemilerin halat bağladığı, halat çözdüğü yosun kokan, martıların çığlıkları ile yılgın, kalabalık, gürültülü bir deniz kıyısına geldiler. Tutukluların çoğu Aden Limanı’nı tanıdılar. Ama buraya neden getirilmiş oldukları hakkında hiçbir bilgileri ve öngörüleri yoktu. İki yük gemisinin arasında demirlemiş olan bir iç hat vapuruna bindirildiler. İşaret edilen merdivenleri inerek kapısı açık olan makine dairesine dolduruldular. Kapıyı kapatıp kilitlediler. İçlerinden birinin kazan dairesinde bir kenefin bulunduğunu keşfedip haber vermesi herkesi çok sevindirdi. Derhal kuyruğa girdiler. Kenef kuyruğu bittiğinde vapur çoktan hareket etmişti.

Vapura alındıktan yaklaşık bir saat sonra kapı açıldı, silahlı bir İngiliz askerinin eşliğinde bir başka asker, yine torba içinde bir miktar kuru ekmek ve bir damacana su getirip kapının arkasına bıraktı. Söylediklerini kimse anlamasa da getirilenin, yiyecek ekmek ve içecek su olduğunu kavramışlardı. Zeki Çavuş’un talimatlarına uygun olarak sıraya girdiler ve onun uzattığı ekmek parçasını kaparcasına aldılar. Daha köşelerine varmadan öğüttüler. Ardından su kuyruğuna girdiler. Çavuşun, herkese yetmesi için idareli şekilde içilmesini sağladığı suyu içtiler. İkişerli, üçerli guruplar halinde herkes köşesine çekilirken çavuş;

– Arkadaşlar, siz de görürüyorsunuz ki bi düzen, bi disiplin içinde hareket edersek yani birlikde hareket edersek garşılaşacağımız meseleleri daha golay hallederik. Beni çavuşunuz olarak gabul ettiğiniz için size arzı şükran ederim. Elimden ne gelirse selamete çıkmamız için çalışacağam.

İçlerinden biri;

– “Çavuşum, bizi nereye götürüyolar, bi bilginiz var mı?” diye sordu.

– Heç bi bilgim yok. Sadece bindiğimiz vapurun Gızıl Deniz denen bi denizde yolcu daşıdığını duyduydum. Bunun dışında siz ne biliyosanız ben de onu biliyom. Sizlerin de tahmin ettiğiniz gibi, İnglizlerin elindeyik, öyle görünüyo. Allah hepimizin yardımcısı olsun. Her şeye rağmen beraberliğimizi bozmıyak ve Rabbımıza sığınak, ne olacağanı birlikde göreceğez, umudumuzu gaybetmiyelim tamam mı arkadaşlar?

Sadığa birkaç gün gibi gelen bu süre içinde sadece iki kere ekmek ve su verilmişti. Bu birkaç günün sonunda makina dairesinde motor seslerinin yavaşladığını, vapurun ‘vuup’layan sesi ile bir yerlere yanaşmak üzere olduğunu fark etti. Nitekim, birkaç kez hissetikleri sarsıntıların sonunda vapur durdu. Herkes bunun bir mola mı, yoksa son durak mı olduğunu tartışıyorken kapı açıldı. İçeriye silahlı iki İngiliz askeri girdi. El kol işaretleriyle herkesin dışarı çıkmasını sağladılar.

Gözlerini güneşin parlak ışıkları kamaştırmıştı. Sadık gözlerini oğuşturarak güneşin durumuna baktı, günün ikindi civarlarında olduğuna hükmetti. En az iki günden beri vapurda yol aldıklarını düşündü. Aceba nereye gelmişlerdi. Kimbilir, içlerinden biri belki buraları tanır, nerede olduklarını söylerdi. Diğer arkadaşları da gün ışığına gözlerini uyumlaştırdıktan sonra, belli ki, bulundukları yeri tanıyabilmek için bildik bir nesneye raslayabilecekleri umuduyla çevrelerini dikkatle tarıyorlardı. Ama kimsenin suratında şaşkınlık ve yabancılık ifadesi dışında bir görüntü yoktu.

Liman, ana baba günüydü. Yolcusunu bekleyen insanlar, taşıyacak bir yük bulma peşinde yaygara yaparak koşuşturan hamallar, birkaç kuruş sadaka için kalabalıkların cazibesine kapılan, sakat uzvunu en görkemli bir şekilde ortaya dökmüş olarak her geçene el açan, dua okuyan dilenciler, su, kete, simit, bıçak, tesbih, ayna, tarak ya da tütün satan çocuk, yaşlı insanlar, yakan yaz güneşinin altında, tam bir curcunayı yaşıyorlardı. Limanın sağ yanında, gemilerin arkasında, bir kısmı görünmeyen, oldukça büyük bir tabeladaki yazı gözüne ilişti Sadığın. Tabelanın tamamını görebileceği bir pozisyon aramasına İngiliz askeri izin vermedi. Sadık yine de tabeladan bir sonuç çıkardı. Çavuşun yanına sokuldu, kısık bir sesle ona,

– Çavışım, buranın adı ‘Sharm’ olabilir. Ordaki tabelada bu ad yazılı da.

– Senin adın neydi gardaş?

– Sadık çavışım.

– Senin okuman, yazman var ağnaşılan. Bu çok eyi. İçimizde başga okur-yazar olduğunu zannetmiyom. Gözünü dört açmalısın. Okuduğun önemli yazıları bana bildir, tamam mı? Buranın neresi olduğu çok da önemli değel. Bize ne yapacakları önemli.

Konuşmayı fark eden İngiliz askeri koşup çavuşun yanına geldi ve tüfeğinin dipçiğini çavuşun sırtına indirdi. Askerin, küfür olduğundan kuşku duymadıkları, böğürmelerinde ne dediğini kimse anlamadı.

Güneşin bunaltıcı sıcağında aç, susuz bir süre bekletildiler. Şadi adındaki bir arkadaşları açlık ve susuzluğun da etkisiyle birdenbire olduğu yere yığıldı. İngiliz askerlerinden biri matarasından su alarak Şadi’nin elini, yüzünü ıslattı. Suratını birkaç kez patakladı. Onu uyandırmayı başardı. Şadi kendine geldiğinde askeri bir kamyon, kenarında bulundukları yolun soluna yanaşıp durmuştu. İngiliz askerlerden biri kamyon sürücüsüyle bir süre konuştu, sonra arkadaşına dönüp bir şeyler söyledi. O da guruba dönerek bağırmağa başladı. Kimsede bir hareket göremeyince yine el, kol işareyleriyle kamyona binmelerini istediğini anlatmağa koyuldu. Guruptan birini adeta sürüklercesine kolundan çekerek kamyona bindirdi. Arkadan gurubun tamamı kamyonun kasasına çıkıp oturdular. Kamyon hareket etmeden birer peksimet ile boğazlarını ıslatacak kadar su verildi. Yoğun bir mazot kokusu eşliğinde kamyon vozurdayarak hareket etti.

Üç saati aşkın, yılan gibi kıvrılan, sık sık küçük dereciklerle bozulmuş, yokuş yukarı sayılabilecek dar bir toprak yolda, yamula, savrula yol aldılar. Sık sık patlamaların ve balyoz seslerinin duyulduğu, yaklaştıklarında sadece kafaları ve kıçları kapalı, ellerinde kazma, kürek, balyoz, küskü olan çok sayıda insanın, yılgın, bezgin hareketlerle gidip, geldiği, eğilip kalktığı, kayaları kırmak için ter döktüğü bir taş ocağının önüne vardılar. Şoför, girip çıkan taş yüklü kamyonların geçişine mâni olmayacak bir konumda kamyonu durdurdu. İngiliz görevlilerin işaretleri ile herkes kamyondan indi. Yine onların rehberliği ile taş ocağının idare binası olduğu anlaşılan, tek katlı bir yere götürüldüler. İngiliz asker, kafasına baret geçirmiş birisiyle bir süre konuştu. Sonra getirdiği tutsakları saydı, çantasından bir kâğıt çıkarttı, baretli adama uzattı. Adam kâğıda bir göz attıktan sonra içeri girdi ve elinde bir kalemle çıktı. Kâğıdı imzaladı, askere uzattı. Sonra İngliz askerleri içeri davet etti. Sadık’lar yarım saate yakın, güneşin kavurucu sıcağı altında bulundukları yerde beklediler. Nihayet İngiliz askerler ve askeri aracın sürücüsü işletme binasından çıkıp kamyona yöneldiler. Kamyon ardında egzoz ve mazot kokuları bırakarak ve homurdanarak uzaklaştı.

Beşinci Bölüm >>

İsmail İlhan Hakkında17 Yazıları
1940 yılında Yozgat’ın Köçek Kömü Köyünde beş çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olarak doğdum. İlkokulu üçüncü sınıfa kadar kendi köyümüzde eğitmenle okudum. İlkokulun kalanı ile orta öğrenimimi Yozgat’ta tamamladım. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik Bölümünü bitirdim. 1976 da Dr., 1982 de Doç., 1987’de Prof. oldu. 6 adet mesleki ve bilimsel kitap ile çok sayıda bilimsel makale yayımladım. 2007 yılında emekliye ayrıldıktan sonra Bursa Belediyesi Türk Sanat Müziği Konservatuvar’ını bitirdim. Keman çalıyor, beste yapıyor ve öykü yazıyorum. Yazarımız İsmail İlhan 7 Nisan 2020 günü yaşama veda etti.

Yorumlar

İlk yorumu siz yapın

Yanıt Ver

E-posta adresiniz yayımlanmayacak.




Loading Facebook Comments ...