Kokular

Kokular

Yosun kokusu geldi açık kapıdan, kendisine sürtünen binlerce balığın pullarını toplayıp farklı denizlerin suyunda yıkanmış. Denizin altında açık saçık şarkılar söyleyip, akla gelmedik öykülerini kumlara yazmış. Hemen silinsin diye. En yakın deniz bir saat uzakta. Üstünü gölgeleyen uçurumaltı çiçekleriyle çevresinde gezinen kayadibi balıklarından bir demet. Demetin altı fırfırlı parlak bir kumaşla sarılı. Ucundan süzülen ışıkta dans ediyor, yaprağa tutunmuş su damlası. Söz, müzik: Kimsesiz bir kokuyu dinlemek…

İş kokularsa eğer, burun, bellekten sonra gelir. Zaten burnunuzla alabileceğiniz bir koku da değil: Işıkların, çağrışımların, baharın bir araya gelip oluşturduğu, çocukluğunuzda içip yıllar sonra anımsadığınız, gerçekte olup olmadığını bile çıkartamadığınız bir çorbanın tadı. Ya da kızılağaçların gölgesinde Toroslar’ı geçen bir mavi baştankaranın. Daha önce hiç duymadığınız, kanatlarını kitaplarda bile görmediğiniz. Tarifsiz bir tadı var bu kokunun. Bütün çekirdekleri çekilmiş bir liman kahvesinin tortusu gibi. Önünde ince bacaklı, kalın dudaklı kadınların süslendiği, ayna gibi parlayan siyah taşların uğultusu. Bahçedeki konuklarına şal dağıtan bir balıkçı meyhanesinde, sonbahar gibi. Izgarada, yağmur bulutlarını turunç çiçeğine, gökyüzünü dilimlenmiş kırmızıya çeviren akşam güneşi. Zeytinyağlı piyaz ile dünden kalmış pırasa tabağının arasına düşmüş limon çekirdeği gibi. Daldaki deseni örtüdeki limon çiçeğinin. Gri beyaz geçişli uçuşları, kuzeye doğru kanat çırpışları ile en serseri kuşları gökyüzü denizinin. Bir şehre üstünden uğramak gibi. Yere düşen tüyün desenine. Yan masalardan kahkahalar geliyor. Desene, birazdan denize açılacak tüm mayhoş meyvalar. Yelkenleri şişiren kokuları, kulakları çınlatan kahkahalarıyla uzaklaşacaklar karadan. Elimizde birkaç bardak adaçayı, sabaha kadar birbirimize bakacağız. Kaportacı ustası, masanın altından sevgilisinin bacaklarına dokunacak. Kız güzel demişlerdi de inanmamıştım. Hem de ince belli, yerde sürtündükçe cızırdayan gazoz kapağının sızısı. Kancaburun garson, meyvalarla birlikte lakerdalar da gitmiş deyince kendimize geliyoruz. Orta yerinden başlayan bir türkü, yan masadan bütün meyhaneye yayılıyor: “Çay filizi toplayi, peştemallı kızlari”.

Ertesi gün, pazartesi sabahı, belediyenin bahçesinden gelen, bando sesiyle uyandık. Ne ki bu zart zurt? Meydana bakan büfenin dış tezgahında bir yandan balık ekmek yenip bir yandan seyredilebilecek Hz.Bilmemne tesislerinin açılışı için. Komutanlar, belediye başkanı, öğrenciler. Kadınlar yok. Onlar bir tek istiridyenin açılışına geliyor. Kırılgan kabukları, kırılgan renkleri, kırılgan bakışlarıyla. Geçen sefer, saatlerce karpuz suyunun yararları üzerine konuştu birisi. Arada bir havaya doğru elini salladı. Bekledik, serçeler sıçsın diye konuşmasının içine. O kadar uzun konuştu ki, o konuşurken, gün kendi kızıllığına battı. Ay, şey gibiydi o akşam. Evet, akşam gibi. Buğulu, puslu, karanlık. Işıklı. Liman sokağına sıralanmış meyhanelerin önünde gezici tezgahlar: Taze şalgam, közde balık, testi ayran, kömür kokoreç, kızılcık şurubu, buzlu badem, nohutlu pilav, kuru köfte, haşlanmış mısır. Limandan gelen ilk esintiyle birlikte birbirine girmesin mi kokular. Bademli kızılcık istedi birisinin canı; çocuk, testi köftesi diye tutturdu annesine. Ben sadece ayran içtim, ama mısırcının yanında. En güzeli öyleydi, her şeyin kokusunun. Mısırcının arabası, sarı sümbül dokunuşlu, büklüm büklüm püskülleri olan, bir yanı mavi, diğer yanı solgun gökkuşağı renkliydi. Ahtapot mevsimiydi geldiğin. Gözlerimizi uzun kollara kapattık. Yavruağzına yakın pütürlü bir kızıllığa girdik önce, altımızda nalları gümüşten, yeleleri yelde uçuşan, kestane dorusu, konuşkan bir at. Sonra, denizden havalanan bir martıyla konduk birbirimize, havadan sudan konuştuk, dokunduk. Ölümden konuştuk. Güldük, şiire döndük. O an martının gagasının altındaki beyaz tüye, bir dokunuştuk. Bulaşık sırası kimdeyse o akşam, biz onu sevdik. Az önce havalanan martıların havalanışlarını sunduk birbirimize. Ölümsüzdük. Her şeyi öpüştürdük.

Ertesi günleri bilirsin: Önceki akşamın tadı kalmaz damağında. Şarap gibi dökülür kırmızı, zamana. Kırmızı şarap gibi. Eğer konuşacaksan, bari doğruları anlat bize. Yalanlar can sıkıyor, günün bu saatinde. İsterse, yataktan kalktığında üstünde, beyaz bir sabahlık olsun. Gene de insanların gözü, boynunun altındaki koyuluğu arayacak. Hep senin suçun. Zaten geçenlerde gördük de görmezden geldik seni. Geceyarısı, birahaneler üzerine bir türkü söylüyordun sokakta. Türkünün aslı mapushane üzerine. Türkü bitince, tam merhaba demek için ayağa kalkmıştık, “kalaycııı” diye bağırdı genç bir adam meyhanenin çıkışında. Öyle bağırdı ki, adamın süt beyazı ayakkabıları kirlenecek diye korktuk. Koluna girdi meyhaneci.

– Ne içtin lan on beş dakkada?

Şimdi, küfrü basacak derken, uslu bir çocuk gibi içtiklerini sıraladı adam. Ağzında büyük bir sakız varmış gibi sözcükler, bir alt dudağına bir üst dudağına yapışıyor, sonra genzine doğru uzuyordu. Sözcükler, kuzular geziyor gibi kırda. Karda süzülen kuşlar değiyor otların ucuna. Sarıya, maviye, bazen de en olmadık renklere değiyor. Kor rengini beziyor kumaşa kızlar. Amma da içmiş herifçioğlu. Önceki yaşamında denizaltı araştırmacısıymış. Onun için, gözleri birer kabarcık gibi yükselebilirmiş yüzeye. Duyunca hepimiz sıralandık. Beş on dakika içinde tüm sokak, işsiz güçsüz adamlarla doldu. Sürünce adam denizaltısını bulutların üzerine, bir bok olmadı. Sarhoş denizci: Mayolu Don Kişot. Günahını almayayım adamın. Gene de kıyıya varmadan verdi son nefesini. Köpürdü bak bulutlar. Körfez, kıyısındaki köpüğün tadını tükürdü ağzından, limana. Şamdandaki mum söndü. Sahipsiz kaldı ışık. Biz de kapattık kepenklerimizi, hem merhabaya, hem eyvallaha. Görmemiş gibi geçtik gittik yanından.

İşin aslı bu. Artık duyduğun, limana uğramadan geçip giden gemilerin kokusu.

Burak Kaya hakkında
Müzisyen, yazar.