Amerika Rüyası -II-

I. bölümde yazdığımız Orlando’da doyasıya eğlence bize el sallarken Miami’de zevk kokusu, Cocoa Beach’de koca okyanus dalgaları, Key West’de doğa harikaları ve New York’da muazzam yaşam bize kucak açmış bekliyordu.

Kennedy Space Center’dan Amerika’nın en güney noktasına olan yolculuğumuz başlamıştı. İlk durağımız ise okyanus dalgaları ile boğuşacağımız “Cocoa Beach”.

Cocoa Beach

Eşim Ercan koca sahilde oturmuş bizi seyretmeye başladı, ben ise oğlum Efecan’dan daha çocuktum o gün. İncecik kumların üzerinde koca dalgalara kılıç salladık oğlumla. Kaç dalga öldürdük bilemiyorum. Ama doğa ile savaştığımızı biliyorduk elbet yani hiç bir zaman kazanamayacağımızı….. Daha yorulmamıştık biz ama kaptan Ercan bağırıyordu….

Sayın Kösssssseoğlu yolcularımız çay molamız bitmiştir, Miami bizi bekliyor.

Sürdük arabamızı yine güneye.

Miami – Zevkler ve renkler

Asıl adı ‘Dade County’ olan ama tüm dünyada ‘Miami’ olarak bilinen, sayısız nehirler ve kanallarla bölünmüş, ne kadar geniş bir alana yayılmış olduğunu ancak üzerinden uçarken anlayabileceğiniz, deniz, güneş ve eğlence kenti…

Şehirde aynı anda, hem gökdelenlerden oluşan iş ve finans merkezi ‘Down Town’u hem de fütursuzca tatil yapılabilecek pek çok plajı yanyana görebiliyorsunuz.

Otelimiz adanın kuzeyinde, hemen yanımız “Miami Beach” diye anılıyor. Daha güneyde kalan sahil ise meşhur “South Beach”.

Renginizin, ırkınızın, milliyetinizin, dininizin, hatta cinsel tercihinizin hiç bir öneminin kalmadığı, herkesin eşitlendiği, herkesin kabul gördüğü, kimsenin kimse tarafından yadırganmadığı, yargılanmadığı bu özgürlükler şehrinde, bembeyaz kumlardan oluşan ve sonsuzmuş gibi görünen plajın ve Atlantik Okyanusu’nun keyfini doyasıya çıkarabiliyorsunuz.

Gece ise bambaşka bir renge bürünüyor şehir. Özellikle South Beach’de yoğunlaşan kalabalık, gündüz plajlardaki tenhalığın ve sükunetin aksine, restoranlardan, barlardan, cafelerden sokağa taşıyor.

Gecenin ilerleyen saatlerinde South Beach’de basacak yer bile bulmak zorlaşıyor. Biz de bu kalabalığın bir parçası olduk orada ve South Beach’in meşhur cafesi News Cafe’de, bir şişe kırmızı şarabın eşlik ettiği güzel bir akşam yemeği yerken, tepeden tırnağa ‘marka’ giysileriyle, son model spor arabalarından inerek cadde boyunca yürüyen, dünyanın en hoş, en bakımlı kadın ve erkeklerini keyifle izledik.

Miami neden hep ‘moda’ olan bir tatil cennetidir bilemiyorum. Miami’den çok daha güzel yerler görmüştüm. Ama bir sonraki destinasyonumuz için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Daha önce ‘Florida Keys’ benzeri bir yer hiç görmemiştim.

Florida Keys – The End… (of the road)

Miami’nin güneyinde, Küba’ya doğru uzanan, aynı hat üzerinde olanlarının karayolu ile Miami’ye ve birbirine bağlandığı onlarca adadan oluşan bir bölge burası. Eşsiz…

Kelimelerle tarif edilmesi zor, mutlaka gidilip görülmesi gereken yerler listesine alınması gereken bir bölge. Dünyada başka bir yere benzetilmesi zor… Küba’yı görmüş olan eşim, buranın Küba’nın çok daha gelişmiş hali olduğunu söylüyor.

Miami’den çıktıktan sonra, denizin üzerinden, adadan adaya bağlanan yolda ilerlerken arabamızın arka kapısı yaklaşık 50 santigrat derecelik hava sıcaklığına dayanamayıp yanmaya başladı. Arabadan inmemiz gerekiyordu, ancak etraftaki uyarı levhalarında timsahların geçiş alanı olduğu belirtiliyor, dikkatli olun deniliyordu. Küçük yangınımızı söndürdük ve doğal hayatın inanılmaz bir hassasiyetle korunduğu daracık yoldan adaları birer birer geçtik.

Sonunda ‘yolun sonu’na, ‘The End’, ya da ‘0 Mile’ dedikleri yere Key West’e geldik. Başka bir adı da “Deniz Kabuğu Cumhuriyeti”.

Florida Keys’in sonuncusu, en güneydeki ada burası. Aslında Amerika’nın da en güney noktası.

90 mil ötesi Küba. -nedense- daha çok “gay” ve lezbiyenlerin tercih ettiği bu ada ve çevresi, 1700 lerde Bahamalıların batıkları kurtarmak için arama yaptıkları bir yermiş. Batıklardan çıkarılan ‘ganimet’ o kadar değerli imiş ki, bu karlı iş bir süre sonra ticarete dökülmüş, ve bu ada Florida’nın en zengin yeri haline gelmiş.

Ahşap beyaz evleri ve batık avcılarının şimdi müze haline getirilen malikaneleri sanki o yıllardan beri olduğu gibi kalmış, zenci kadınlar kafalarının üzerindeki leğenlerde çamaşır ya da erzak taşıyorlar, kutsal sayılan kümes hayvanları yollarda, cafelerde, otel bahçelerinde dolaşıyor, hediyelik eşyacılar, barlar, restoranlar cıvıl cıvıl, sanki bir film setinde gibiyiz. Tropik kumsalları, görebileceğiniz en ince ve en beyaz kumla kaplı. Dev “lobster”lar, leziz yengeçler, envai çeşit deniz ürünü ile dolu akşam yemeği sofraları, hizmet etmekten keyif alan güzel garson kızları ile bu ada dururken insanlar neden Miami’de takılıp kalırlar ki?

Adaların tamamını hakkını vererek gezmek mümkün değil, çok zaman gerek…Ama oraya kadar gitmişken, dünyanın en güzel plajı sayılan “Bahia Honda”yı görmemek olmazdı. 211 hektarlık bir koruma alanı içindeki bu plaj, ve plajın ötesinde uzanan orman, doğal yaşamın olduğu gibi korunduğu, bu bölgeye özgü akla gelebilecek her türlü hayvanın aşırı bir hassasiyetle korunduğu bir bölge. Uçsuz bucaksız plajın hiç bir yerinde şezlong yok, şemsiye yok, cafe veya restoran yok.

Plajda yemek yeyip kırıntılarını dökerseniz, doğal yaşama müdahale etmiş olursunuz diye. Hayvanlar sizin yemek kırıntılarınızı yemeye alışırlarsa, avlanma güdüleri zafiyete uğrar, doğal denge bozulur diye. Ve bu öyle bir düzen ki, siz, bir yabancı olarak anında ortama uyuyor, çevreye duyarlı, medeni biri olup çıkıyorsunuz. Öyle dertsiz, öyle sakinleştirici bir etkisi var ki buranın, sanki dünyadaki tek derdiniz, doğal hayatın korunması oluyor.

Bu kadar sükunetten sonra yeni rotamız hareketin merkezine doğru….

New York, New York

Ne yazılabilir ki New York hakkında? Nasıl anlatılabilir ki New York’un büyüsü, insanı içine alıp sarıp sarmalayışı. Hayatınızda ilk defa gittiğiniz bir şehir sizi bu kadar mı benimser?

Huzurun ve sessizliğin olmadığı bir yerde bu kadar mı huzur bulur ruhunuz. kendinizi ait hissettiğiniz şehir… Bu kadar mı orada doğup büyümüşsünüz gibi hissedersiniz dünyanın öteki ucundaki bu dev şehirde daha taksiden iner inmez.

Amerikan film endüstrisi New York’u hayatımıza öylesine sokmuş ki, Empire State Building, Rockefeller Center, Times Square, 5Th Avenue, Central Park, Harlem, Bronx, Queens, Brooklyn Köprüsü, Özgürlük Anıtı, bir zamanlar World Trade Center’in bulunduğu Ground Zero, Little China, Little Italy, Greenwich Village, Soho gibi yerlerin hiçbirinde kendinizi yabancı hissetmediğiniz gibi, pek çok mekanı gördüğünüzde de kendinizi ‘You’ve Got a Mail’ filminin ya da ‘Sex And The City’ dizisinin çekildiği yerlerde buluveriyorsunuz.

Madison Avenue’da ya da Park Avenue’de iğne topuklu şık ayakkabılarıyla dolaşan iş kadınları, 5th Avenue’de alışveriş poşetleriyle koşturan şık insanlar, Wall Street’de koyu renk takım elbiseleri, parlak siyah pabuçları, beyaz kolalı gömlekleri içinde, sigara molasında bile cep telefonları ile çalışan finansçılar, her gün tanık olduğumuz manzaralarmış gibi geliyor.

Manhattan Adası diye adlandırılan, belki de dünyanın en kıymetli metropolünün, ilk koloniciler tarafından yalnızca bir kaç dolara yerlilerden satın alındığı efsanesi doğru mudur bilemem ama, Manhattan sahip olduğu zenginliği tüm dünyayla paylaşmaya hazır gibi… sanki orada herkese yer var… Gökdelerlerden gökyüzünü göremediğiniz sokaklarda tüm binaların, tüm restoran ve kafelerin, mağazaların tıklım tıklım dolu olduğunu, ama yine de ruhunuzun bu kalabalık ve gürültüden, bu telaş ve koşuşturmadan rahatsız olmadığını, eğer burada yaşamak isterseniz bu adanın size de kucak açacağını hissediyorsunuz. Bu hissi Avrupa’da hiç bir şehirde yaşamamıştım. New York’u, bana ‘foreigner’ olduğumu her an hissettiren o Avrupa snobluğu olmadığı için çok sevdim.

Yüzyıllardır dünyanın dört bir yanından Yenidünya’ya gelen milyonlarca göçmen, benim hissettiğim gibi hissetmiş olmalı ki, gelenler burada kalmış, sonuçta da, New York’ta bir milliyetler, ırklar ve dinler mozaiği oluşmuş. Ancak bu mozaiği oluşturan farklılıklar birbirine öylesine ahenkle uymuş ki herkesin adı ‘Amerika’lı’ olmuş. Kavga gürültü olmadan yüzyıllardır mutlu mesut yaşamışlar. Bunu nasıl başarmışlar, bu konuyu Amerika konusunda uzmanlaşmış akademisyenlere bırakarak New York turumuza başlıyoruz.

Amerika’ya gelen göçmenler 1886 yılından beri, Frederic-Auguste Bartholdi adlı bir Fransız heykeltraş tarafından Fransa’da yapılmış, daha sonra parçalara ayrılarak maceralı bir yolculukla Amerika’ya taşınmış olan Özgürlük Heykeli tarafından karşılanıyorlar. Heykele yüklenen anlamlar, onu Amerika’nın, özgürlüğün, mutluluğun, zenginlik ve refahın simgesi haline getirmiş. Özgürlük heykelinin üzerinde yükseldiği Liberty Island’n hemen yanında, Amerika’ya gelen ilk göçmenlerin izlerini görebileceğiniz Ellis Adası bulunuyor. Pek çok turist buradaki kayıtları inceleyip büyük büyük dedelerinin izini bulmaya çalışıyor. Amerika’nın göç adığı ülkelerin bayraklarının satıldığı mağazada dolaşırken alışveriş yapan Amerikalıarın da birbirlerine dedelerinin aslında İrlanda’dan/İngiltere’den/ Hollanda’dan 80 yıl/100 yıl önce buraya geldiklerini anlattıklarını duyabiliyorsunuz. Onlar dedelerinin geldikleri yeri unutmamışlar, ama yeni geldikleri yerin de sahibi olmuşlar.

“New York City” yürüyerek gezilebilecek bir şehir. Aslında yürüyerek gezilmesi gereken bir şehir. En azından Manhattan böyle. Brooklyn Köprüsü’nden yürüyerek geçmeli, Wall Street’te yürürken başınıza gökyüzüne doğru kaldırıp, gökdelenlerin arasından, maviliği görmeye çalışmalısınız. New York City Hall’ın önünde durup bu cezbedici binayı seyretmeyi, Times Square’de kalabalığın arasına karışıp o ışıl ışıl caddede akmayı, Central Park’ın tertemiz çimenleri üzerinde sırt üstü yatıp şehrin uğultusunu sanki çok uzaktaymış gibi dinlemeyi de ihmal etmemelisiniz. St Patrick Cathedral, Trump Tower, Rockefeller Building, Metropolitan Muzeum of Art, Chrysler Building, Empire State Building, Madison Square Garden, Museum of Modern Art gibi New York’un simgeleri haline gelmiş yerlerde muhakkak bulunmalı, şehrin dinamizmini yaşamalısınız. Sonra şehir içindeki minik ülkeleri Little Italy’yi, Little China’yı görüp, yemek yiyip alışveriş yapmalısınız. Soho’daki butiklere bir bakmalı, sonra soluğu yine 5., 7. ve 8. caddelerde almalısınız. Şık bir restoranda, muhteşem bir ziyafet çekmeli, otelinize döndüğünüzde, Amerikan usulü dev boyutlardaki yumuşacık ve bol yastıklı yatağınıza gömülmeli tatlı rüyalara dalmalısınız.

Son (mu acaba?)

Ve işte bitiyor.

Otelden hava alanına kadar yaptığımız taksi yolculuğunda Hintli taksi şoförünün bize 11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi’ne uçaklar çarptığında nerede ve ne yapmakta olduğunu uzun uzun anlatmasını dinledik. Bu olay, bu nesil Amerikalıların hayatlarındaki en önemli anekdot şüphesiz. Ne olmuştu, neden olmuştur, bütün bunları yanıtlamak siyasetçilerin, tarihçilerin, araştırmacıların işi ama şu bir gerçek; Amerika’yı dünyaya karşı uyguladığı politikalarından ayrı, benim gibi -bir turist gözüyle- gözlemlediğinizde, bu ülkenin size güvenlik, huzur, rahatlık ve heyecanı bir arada hissettirebilen rüya gibi bir ülke olduğunu düşünüyorsunuz.

Eşim bana, turist olduğumuz için böyle hissettiğimizi, burada yaşamanın hiç de kolay olmadığını, burada hayatın her yerde olduğundan daha da zor olduğunu söylüyor. Evet, ben turistim. Amerika’nın tadını çıkarmaya, bana hissettirdiği ve yaşattığı her şeyi yaşamımın sonuna kadar yüreğimde taşımaya ve ona ait tüm anıları en değerli mücevherlerim olarak saklamaya hakkım var. Öyle de yapacağım.

Amerika rüyası. Umarım seni tekrar görürüm…