Kâğıttan Gemiler

Kağıttan Gemiler

Beyaz evlerin gölgesinde konuşmuştuk. Sol yanımız güneşti, bozkırı kavuran. Sağ dizime ağırlık vermeden kısa adımlar atıyordum. Ayağımın üstüne basamıyorum. Daha doğrusu basamıyormuş gibi yapıyordum. Ağaçsız bir ovada büyüdük. Yeterince açık olmayışımız, birbirimize kısa adlar takışımız, sözcüklerin üzerine örtüler serişimiz ondan. Küçüktük; düşlerimizin arasından, büyük direkli yelkenliler de geçerdi. Ama dediğim gibi, ne kadar kapatsak da gözlerimizi, önümüzde uzanan ağaçsız bir ova. Kahverenginin tüm tonları, topraktan yükselen rüzgâr sesi yankısı, kulübelerde zamanın akışı ezberimizdeydi; dolabımızda, sadece üstümüze olmadığı için giymediğimiz, renkleri soluk, ölüm giysileri. Kasabaya inince şaşırmıştım.

Siz, evin içinden severdiniz her şeyi. Eylül ayıydı, amcamların çarşıdaki evine gelmiştik. Balkon demirine yaslanıp anlatmıştın bana. ‘Babamlardan gizli, koltukta sigara içerken ya da camdan dışarı, bir çalı dibinde kolayca uyumalarını seviyorum’ demiştin. ‘Sokak hayvanlarının, ağaçların, yağmur sesinin.’ Biz nasıl yaşamın ovada yansıyan görüntüsünü gerçek sanıyorsak, sen de evin içinden gördüğün kadarını biliyordun. Akşamları, balkonun sokak lambasına bakan yanında otururdunuz. Jelatinli kâğıtlara sarılı sardunya köklerinden yansıyan ışıklar büyürdü salonda. O zaman, söylediğime kızmıştın:

– Senin anlattığın öyküler ulaşmıyor denize. Tıpkı benimkiler gibi. Ne yapsan dönüyor geri. Uzun bir yolculuğa çıkacakken, eve, bir son kez bakayım diyerek…

Yaz geldi mi, değişirdi her yan. Tüm renkler kızıla dönerdi, tüm zaman. Erkekler her pazar, ırmakta balık tutmaya gidiyoruz deyip, yanlarına olta bile almadan kasabadan çıkıp giderlerdi, arkalarına bakmadan, hiç geri dönmeyeceklermiş gibi. Ihlamur demlenirdi sabahtan. Çiçek kokuları içinde giderdik okula. Dönerdik okuldan. Gözlerimiz büyürdü. Zaten, en güzel aydır haziran. Salıncaklar toplanınca, midem kasılır, nedenini bilmediğim bir heyecan kaplardı içimi : Yeni bir ayakkabı isterdim babamdan. Üç aylık taşınma telaşları içinde, sadece annemin sesi kaldı aklımda:

– Gene mi komşulardaydın.

Yani sizde. Aslında, tüm yaptıklarım biraz olsun fark edilmek için. Yağmur bile yağmadan terastaki fıçının taşıp, başka yol yokmuş gibi dosdoğru sizin tarafa akması, uzağa bakarken gözlerimin küçülmesi, akşamın erken saatleri, kömürde patlıcan söğürmesi… Evet, hepsi.

Senin kuş beslediğini birkaç yıl sonra öğrenmiştim. Öğretmenin demirlerle çevrili bahçesinde toplanmıştık. Yaşlarımız aynı, hepimiz lise son. Hepimiz düşlerimizi kapatmıştık. Evlere, odalara.

Osman da vardı yanımızda. Küçükken neyse şimdi aynısı. Geçen gün bizim dükkandaki çocukları çevresine toplamış, heyecanlı heyecanlı bir şey anlatıyordu. Yakınına gelip, yaptıkları dairenin dışına oturdum. Bilmem ne denizinden bilmem ne denizine açılan boğazda gemi yüzdürmüş. Yılların denizcileri bile oraya gitmek istemezmiş. Kendisine gitme diyen çok olmuş ama Osman kulağından değil, yüreğinden gelen sesi dinlermiş. Dur, daha bitmedi. Adam iki saate yakın gemicilik maceralarını anlattı. Bu arada, nasıl kaptan olunabileceğini soran çaycıya, adamına göre değişir diye saçma sapan bir yanıt verdikten sonra, gemici için en büyük yarışın kaptanlık değil, ekip olarak gideceğin yere erken varıp, gününden önce de geri gelmek olduğunu söyledi. O zaman, tüm gemicilerin izinleri uzun olurmuş. Ama anlattıklarına bakılırsa, asıl yarış, vardıkları kentlerin limanlarında başlıyordu. Şehrin en güzel kızları, gemi ufukta görününce, kaptanı kim ayarlayacak diye aralarında iddiaya giriyor, Osman’ın anlattığına göre, bir iki gün içinde, belediye başkanının karısından, çiçek satan çingene kıza kadar hepsi sırayla iddiayı kazanıyordu. Çocuklardan biri:

– Osman ağabey, kaç yıl denizcilik yaptın?

diye sorunca düşünmeden,

– On altı yıl, diye salladı.

O anda başımı kaldırdım, göz göze geldik.

– Yani ay, on altı ay, diye düzeltti.

Oysa ben Osman’ı Mersin’den açık denizlere uğurladıktan altı hafta sonra, İstanbul, Maltepe’de bir işportacı tezgahının arkasında görmüştüm. Elbise satıyordu. İzinli olduğunu söylemişti.

Macerasının bir yerinde, limandan ayrıldıktan iki gün sonra kalkma saatini kaçıran acemi bir gemiciyi pataklayıp, ilk limanda kıçına tekmeyi vurduğunu söyleyince yeniden göz göze geldik. Bana gülümsedi. Doğruyla yalan, gerçekle düş arasında gidip geliyordu. Sözcüklerinin arasından köpük saçan dalgalar, ölümcül girdaplar, limanda bağrışan şapkalı kızlar geçiyordu. Hem de sırayla değil, bir fırtınanın içinde gibi, çarpışarak, yarışarak. Olmasını istediği ne varsa, bir psikiyatrın koltuğundaymışçasına koşarak, kaçarak, şehvetle anlatıyordu.

Denizcilik ile ilgili meraklı sorular artınca bunalmaya başladı. Sonunda:

– Denizciler, sorularının yanıtını maviliklerin ötesinde arar ama kendi içinde bulurlar. Herkesin mavisi aslında kendisidir. Kimi derin, kimi sığ, kimi buzda, kimi kumlu, diyerek ayağa kalktı.

Böylece gezgin kimliğine, felsefi bir renk katmış oluyordu. Benimle kısa bir özel görüşme yapmak istediğini söyleyerek içeri geçti. Hayır, kızmıyorum. Elbette, Osman da bunalmıştı ufuklara uzanan bozkırdan. Başkalarıyla konuşurken bile kendi denizini arıyordu. Belki çok sonra anladı, içindeki suların gerçek bir denize ulaşamayacağını. Belki baştan biliyordu.

Uzakları bilsem bırakırdım hepsini. Kanatlarının ovaya düşen gölgesini izlemek için…

Burak Kaya hakkında 59 makale
Müzisyen, yazar.