Bir Yaz Aşkı -II-

Bir Yaz Aşkı -II-

(Yazının ilk bölümü için tıklayın.)

Temmuz (2005)
Gündüzleri mavi-yeşil deniz ve yakıcı güneş.
Geceleri dolunay ve milyonlarca yıldızın altında romantik İtalyanca melodiler.
Kadehinizde rengi sizi heyecanlandıran kırmızı “Chianti” şarabı ve güzeller güzeli bir kadın.

İşte 2005 yılının yaz aşkı.

Cenova – Günahlar Şehri

Hayatımda ilk kez Liverpool’da on sekiz yaşında karşılaştığım liman şehrinin günah kokusu yıllar sonra beni Cenova’da tekrar kucakladı. Bu tip şehirler kendilerine özgü ayrı bir ülke gibidir. İçinde bulunduğu ülkenin yapısından uzak bir hayat yaşar.

Eski Cenova, Afrikalı göçmenlerin, fahişelerin ve fakirliğin hakimiyetine girmiş gibi. Bu manzaraya aldıran yalnızca biz turistleriz sanki.

Dar sokakların iki tarafında birbirlerine bitişik üç dört katlı binalar sıralanıyor. Sokakların kesiştiği noktalarda ufak bir kiliseye veya kafelere rastlıyorsunuz.

Yeni Cenova’da ise bildik alış veriş merkezleri. Yollarda koyun sürüsü gibi motosikletler.

Gerisi alabildiğine liman, konteynerler ve gemiler.

I find my love in Portofino

Cenevolılar sanki günahlarını ve suçlarını şehirlerinde bırakıyorlar ve yazlıklarına arınmış bir şekilde geliyorlar. Çünkü Cenova’dan arabayla kırk dakika sonra otobanı terk ediyor ve ancak görünce inanabileceğiniz muhteşem bir bölgeye geliyorsunuz.

İtalya’nın Kuzey Batı Sahilini takip ederek Orta İtalya Sahilleri’ne kadar yol aldık, bu güzergah boyunca görebileceğiniz en güzel bölge işte burası.

O hepimizin bildiği “I find my love in Portofino” şarkısı olmasa, bu küçük köy de hiç adı duyulmamış halde kalabilirdi. Onlu yaşlarımda ağzıma bu parçayı doladığımda, bir gün gerçekten Portofino’ya gideceğimi hayal bile edemezdim.

Belki parmakla sayabileceğiniz kadar az sayıdaki bahçeli evlerden oluşan köyün limanına heybetli yatlar demirlemiş. Bir sefadır, bir bolluktur…

Yemyeşil çevre, son derece iyi korunmuş. Bu köyde üç gün yalnız kalsanız kafayı yersiniz ve aynı zamanda soyulursunuz. Belki de Dünya’nın en pahalı köyü, Portofino. Gerçekten bu köy güzel bir sevgili olmadan çekilmez…

Lucca – Kayboluş

Dünyanın bir çok ülkesini gördüğümden beni zengin sananlar oluyor, oysa ki durum öyle değil. Ben gezilerimi ince ince hesaplarım ve çok ucuza mal ederim. Tabii bu kadar ince hesap yüzünden bazı iş kazalarına da uğrayabiliyoruz.

İtalya’da üç gece ücretsiz konaklama kuponlarının iki tanesini Lucca’ya gelmeden kullanmıştım bile. Son ücretsiz gecemiz Lucca’da bir otelde. Elimizde sadece bir adres var, internette ise otelin haritadaki yeri hakkında çok fazla bilgi yoktu.

Pisa’dan Doğu’ya doğru yani Floransa’ya giden otoyola girdiğimizde hava kararmıştı bile. Pisa-Floransa araba ile yaklaşık bir saat sürüyor. Bu yolun tam ortasında ise Lucca bulunuyor. Lucca’ya geldiğimizde otelin Lucca’nın dışında olduğunu anladık. İngilizce fakiri İtalyanlara adres sorarak gecenin karanlığında yol bulmak kadar zor bir şey olmasa gerek…

Zifiri karanlıktan dolayı etrafımızı görmemiz imkansız. Gittiğimiz yolda çok nadiren bir arabayla karşılaşıyoruz. Dolandık dolandık dolandık… Tırmandıkça tımandık.

Dar sokakların sonunda karşımıza ışıklandırılmış bir kale çıktı; “Nouveau Castella”. Kalenin hemen yanında hala insanlar vardı. Verdikleri yol tarifinden otele yaklaştığımızı anladık, ama yine de oteli bulmamız yaklaşık bir saat daha sürdü.

Sabah olduğunda otelin kahvaltı odasından dışarıya baktığımda nerede olduğumuzu ve gece hangi yollardan geçtiğimizi anlamıştık. Biz çevrede olabilecek en yüksek dağın tepesindeydik ve etrafımız alabildiğine yeşil orman deniziydi.

Bu otele gelmek için üç neden olmalıydı. Birincisi “izci” olmak, ikincisi “doğa sporcusu” olmak, üçüncüsü bizim gibi “bedavacı” olmak.

Tamamen kaderin cilvesiyle geldiğimiz bu bölgeyi çok sevdik. Bir gece daha kalmak istedik ama otelin fiyatını duyunca hemen bavulumuzu toplamaya karar verdik.

Şair ne demiş; “hava bedava, su bedava”. Bir gün önce karanlığın bizden gizlediği yemyeşil doğanın salgıladığı bol oksijeni içimize çekerek Toscana ormanlarına veda ettik.

Pisa – Pipi

Nedeni biraz eğik olması mı nedir bilemiyorum, ama ne yalan söyleyeyim kuleyi ilk gördüğümde bana penisi çağrıştırdı.

Bu benzetmeye yapının mimarı da bozulmaz diye tahmin ediyorum. Çünkü, aslında yapının bu şekilde olmasının en büyük nedeni zaten mimar. Kuleye 1173 yılında başlayan mimar “Paramı vermezseniz, binayı yarım bırakırım sonra da çöker” demiş. Ve yapıyı 3. katta iken bırakmış.

Anlaşılan mimar parasını alamamış, ama gelin görün ki kule İtalya’nın sembolü haline gelip, İtalya’ya çok büyük paralar kazandırmış ve yıkılana kadar kazandırmaya devam edecek.

Bir gün yolunuz buraya düşerse kulenin yanında, kurdun emdirdiği Ramüs & Rumulüs heykelini de incelemenizi öneririm.

Bildiğiniz gibi Ergenekon destanında Türklerin yeniden doğuşu, Tarkan’ın bebekken bir kurt tarafından beslenmesi sayesinde olduğu anlatılır.

Roma’nın kurucuları ile Tarkan’ın benzerliği araştırılması gereken bir konudur. Çok büyük ihtimaldir ki her iki mitoloji de aynı kaynakla ilintilidir. Muhtemel kaynağına girersek konu çok dağılacağı için burada çok dallandırmak istemiyorum, ama şu kadar söyleyeyim ki bu konuyla ilgili bazı çalışmaları okuduğunuzda kendinizi Sirius takım yıldızındaki köpeğe benzeyen hamilerimizle yüzleşirken bulabilirsiniz.

Floransa – Büyülü Şehir

İnsanlığın kaderinin değiştiği ve aydınlandığı şehir. Bu şehir bir rüya görmüş ve tüm insanlık hala bu rüyayı tekrar görmeyi hayal ediyor; insanlık altın çağı bekliyor.

Dördüncü yüzyıldan beri hakim olan görüş ve sanat anlayışı din kurumlarının yönetimi altındaydı. Avrupa dördüncü yüzyıldan on beşinci yüzyıla yani yeniden doğuşa kadar karanlık yüzyıllar yaşadı.

On birinci yüzyılda, Floransa “Ortaçağın Mahattan”ı görünümdeydi. Şehrin zenginleri evlerini 70 metreden daha yüksek, kare taşlı kulelerle sağlamlaştırarak ele geçirilmeyecek sığınaklar haline getirmişlerdi. On ikinci yüzyılın sonuna kadar şehrin silueti yüz elliden fazla kuleyle dolmuştu.

Rönesans’ın tam karşılığı; “yeniden doğmak”tır. Bir tür aydınlanmak. Yunanlılar ve Romalıların “sanat için sanat” kavramı, 15. yüzyıl Floransa’sınde tekrar canlanana kadar unutulmuştu.

Özelikle Medici Ailesi’nin sağladığı ortam sayesinde Dante, Michelangelo, Boccacio, Botticelli, Giotto, Donatello, Leonardo, Machiavelli, Cellini gibi dahiler kendilerini gösterme fırsatı buldu.

Muhakkak ki, günümüz dünyasında da binlerce Michelangelo, binlerce Leonardo da Vinci vardır. Ama bu dehaları ortaya çıkması için Medici Ailesi gibi aydın yönetimler şarttır. Medici Ailesi gösterdiği yönetimle insanlığa bıraktığı miras bir ütopyadır. İnsanlığa hazırlanacak doğru bir yönetim, insanlığı Altın Çağ’a taşıyacaktır.

Bundan 25.000 yıl önce insanlığın Mu’da yaşadığı Altın Çağ’dan sonra insanlığın düşüşü başlamıştır. İnsanlığın tekrar yükselişi ile tüm insanların peygamber olabileceği, yaşamın sırlarının bildirileceği Altın Çağ’a giden yolda “Medici Ailesi Yönetimi” tüm dünya için temel teşkil edebilecek bir yönetim biçimi olabilecektir. Belki Mediciler bu kadar büyük bir sorumluluk taşıyabileceklerini bilmiyorlardı ama çıkan sonuç, yani Rönesans onları unutulmaz kıldı.

Günümüzün Floransa’sında ilk gün ve son gün yapmanız gereken görev Michelangelo tepesine çıkıp şehri seyretmektir…

Bu şehre her zaman bir merhaba ve hoşça kal gerekir. Bunu yapmanın en doğru yeri ise bu tepedir.

Tepeden ilk kez bakanlar şaşkınlık içinde nereleri gezmeleri gerektiğini tespit eder, son kez bakanlar ise elleriyle “Duomo Katedarili”ni, eski köprü anlamına gelen “Ponte Vecchio” köprüsünü, eski adalet sarayı “Plaza del Bargello”yu, konsey binası “Piazza della Signoria”yı, dünyanın en büyük müzelerinden biri olan “Uffizi Galerisi”ni, “San Lorenzo Kilisesi”ni göstererek ben oradaydım demenin mutluluğunu yaşarlar.

Ben çok sevdiğim şehirleri pek anlatmak istemem. Bu şehirleri detaylı anlatmayı okuyucuya yapılan haksızlık olarak görürüm. Belki o yüzden bir türlü yazamadım şu güzelim Prag şehrini.

Bu şehirler, okuyarak değil tozu toprağı yutularak öğrenilecek şehirlerdir. Sizlere Roma’yı uzun uzun anlatabilirim ama Floransa’yı işte bu yüzden kısa keseceğim. Ama şehirden çok size anlatmak istediğim bu şehrin çocukları ve onların eserleri.

Michelangelo’nun (1475-1564) “Davud” isimli heykeli Galleria dell Accademia’da sergilenmektedir. 1501’de Floransa’nın sembolü olarak başlanan eser tamamlandığında Michelangelo sadece 26 yaşındaydı. Michelangelo, heykellerinin mermer bloku içinde zaten var olduğunu, kendisinin sadece bunları serbest bıraktığını iddia etmiştir. Kendilerini birer tutsak gibi tutan kaba mermerden kurtulmak için uğraştığı görülen bu figürler, onun felsefesinin mükemmel bir ifadesidir.

Leonardo da Vinci’yi (1452-1519) tanıdıkça bir mühendis olarak sanata olan ilgim cesaret kazandı. O mükemmel bir mühendis ile mükemmel bir sanatçının birlikteliğiydi.

“İsa’nın Vaftizi” isimli resmin çoğunu Leonardo’nun hocası Andrea Verrocchio (1435-1488) yapmıştır. O sırada 18 yaşında olan Leonardo sadece soldaki meleği ve arka planı yapmışsa da, Verrocchio, öğrencisinin meleği ne kadar mükemmel yaptığını görünce, asla bir daha fırça darbesi daha vurmayacağına yemin etmiştir.

Floransalı bankacı, işadamı ve denizci olan Amerigo Vespucci (1454-1512), Amerika’ya ismini veren adam olarak tarihe geçmiştir.

Roma-Köylü Kent / Tüm yollar Roma’ya çıkar!

Herhalde Romalılar’ın atalarının kemikleri sızlıyordur. Günümüzün Romalıları, şehirlerine son derece ilgisiz. Şehirde adım başı tarihi esere rastlıyorsunuz. Ama ortalığı bir pislik ve düzensizlik sarmış. Florasalılar şehirlerine ne kadar önem veriyorsa Romalılar da tam tersine şehirlerini umursamıyorlar.

Roma’yı sevmeniz için bu şehri Floransa’dan ve Venedik’ten önce görmeniz gerekir. Tek tek tarihi eserleri gezerseniz etkilenmemeniz mümkün değil ama şehri bir bütün düşünürseniz hayal kırıklığına yol almanız olası.

“Terminus” olarak adlandırılan tren istasyonuna yakın bir bölgede konakladık. Çok yüksek fiyatlı otelimizin odası bir hayal kırıklığıydı. Şehrin ismi çıkmaya görsün turistlere salak gözüyle bakmaya başlanıyor. Cennet ülkemizde bedavacılar doluyken, biz Roma’nın zenginliğinin artmasına yardım ettik.

Roma’nın en etkileyici yeri şüphesiz ki “Collesium”. Roma’ya gitmeden muhakkak Roma tarihi hakkında fikir sahibi olmanızı tavsiye ederim. Eğer öyle olursa Kolezyum’a girdiğinizde ayaklarınız titreyebilir. Aksi taktirde ben buradaydım diyebileceğiniz üç beş resim sizi tatmin etmeye yetecektir.

Aç bir insan yardım isteyince çoğu insan ondan uzaklaşır. Oysa bir araba kazası olunca veya kanlar içinde yatan bir insan görüldüğünde herkes yaklaşıp acaba ne olmuş bakışlarıyla durumu anlamaya çalışır. İşte Kolezyum’da olup biten günümüzden çok farklı değildi. On binlerce insan kan ve acı görmek için buraya toplanıyordu.

Roma uygarlığının dünya tarihini etkileyen en büyük gelişimi Hristiyanlığı kabul etmesidir. Çoğumuz şu an kullandığımız takvimdeki miladın başlangıcını Hz. İsa’nın doğduğu yıl olarak öğrenmişizdir. Aslında bu doğru değildir. Çünkü Sosigenes bugün dünyada yaygın olarak kullanılan “Julyen” takvimini yaparken Hz.İsa ve Hristiyanlık henüz yoktu. 25 Aralık Noel Yortusu’nun gerçeği, Güneş Tanrısı Mitra’nın kutsal kış gününde karanlığı yendiği gün olarak Hristiyanlıktan önce biliniyordu. “Mitraizm” inancına göre yeni doğuşu kutlamak üzere her yıl bir ağaç dikilirdi. Her yıl bir ağaç dikme adeti daha sonra Noel’de çam ve orman katliamına dönüştü.

İ.Ö. 14. yüzyıldan beri var olduğu bilinen “Mitra” dini, eğer Hristiyanlık karşısında yenilmeseydi, muhakkak ki dünya şu anda bildiğimiz dünya olmazdı.

Roma İmparatorluğu Hristiyanlığı kabul etmesiyle tarihin akışı değişti. İ.S. 400 lü yıllarda İskenderiye Kütüphane’sini yok eden ve kütüphane yöneticisi Hypatia’yı istiridye kabuklarıyla parçalayan Hristiyanlık, bin yılların bilgi deposunu yok etmiş oldu. Bu insanlığa vurulmuş en büyük darbelerden biriydi.

Günümüzde İslamiyeti terörist olarak karşısına alan Hristiyanlık, oysa ki geçmişinde tam on bin yıl insanlığı karanlığa gömdü.

Müslümanlığı kuran Hz.Muhammed, doktrinini cesaret ve silahlarıyla yaydıktan sonra, ortaya acıması ve bağışlaması bol bir din çıkıverdi. Oysa, Hristiyanlığın ilahi kurucusu, Hz.İsa, sade ve sakin ömrü boyunca kötülüğe karşı hoşgörüyü öğütlediği halde, onun aziz ve tatlı dini, dinlerin en merhametsizi ve en barbarı olmuştur.

Nasıl ben Roma’yı yazarken tarihin derinlerine dalıp gidiyorsam, siz de Roma’yı gezerken 2000 yıl öncesine yolculuk yapabilirsiniz.

Şehri yürüyerek dahi gezmeniz olası, görmeniz gereken yerler birbirinden çok uzak değil. Vatikan şehrin bir ucunda ayrı bir devlet konumunda ama herhangi bir pasaport gösterme zorunluluğunuz yok, bizim yaptığımız gibi şortla içeriye girmeye kalkmayın yeter. Turistlerin yoğun olarak gittiği “Aşk Çeşmesi”, “İspanyol Merdivenleri”, “Novana Meydanı” ve “Panton”.

Küçük bir şehir haritası sayesinde Roma’yı keşfetmeniz iki günü geçmeyecektir.

Roma’ya aşkı bulmaya gelenlere tek bir tavsiyem var, niyetiniz gerçekten buysa Venedik’e gidin.

Venedik – Suların Venüsü

Bu şehir batmadan muhakkak görmelisiniz. Tek yapmamanız gereken bu şehre yazın gitmemek. Doğrusu bu ya göreceğiniz fotoğraflar bu gezimize ait değil. Ben bu şehri kış ortasında görmüştüm.

Bazen yazılar susar, fotoğraflar konuşur.