Meşin Gaplı Kitap

Meşin Kaplı Kitap

Her şey o gün başlamıştı. Bıyıkları yeni terlemişti daha. Babasının değirmenine yemek götürmüştü. Babasıyla, ek ücret almak için çalışan köy imamı, onu görünce işi paydos etmişlerdi. Ellerini yıkayıp yemeğe oturduklarında, değirmenin yanındaki zeytinliğin sahibi olan İsmail Başaran’ın kendilerine doğru geldiğini gördüler. Değirmenci Rıza Aga, gönlü bol bir adamdı. Başaran’ı görünce seslenmişti : “Gel gomşu, buyur. Gaynanan seviyomuş”. Başaran’ın da karnı aç olacak ki bu çağrıya karşı çıkmadan oturdu. Hep birlikte yemeklerini yerken o, Başaran’ı süzüyordu belli etmeden. Yeni çıkmıştı hapisten Başaran. Bir adam öldürmüş, yıllarca Bursa Cezaevi’nde yatmıştı. Kanlılarının karşısında dolaşmamak ve hem de yıllardır ayrı kaldığı zeytinliklerini görmek için buralara gelirdi. Başaran’la göz göze geldiklerinde utanmış, başını çevirmişti.

Başaran, onu gösterip, babasına dönmüş;
– “Maşallah, delikanlı olmuş seninki,” demişti. Babası:

– “Öyle ama İsmal, pek cılız be.” diye yanıt vermişti.

Gerçekten cılızdı. Gençliğindeki cılızlık halen de sürmekteydi. Upuzun boyuna karşılık, elli kiloya çıkamıyordu bir türlü.

Yemekler bitmiş, köyün imamı duasını etmişti. Diğerleri amin deyip ellerini yüzlerine sürerlerken, Başaran ellerini indirmeden yeni bir duaya başlamıştı:

“Yıldızlı meşin gabı
Parçalanmış kitabı
Ay altında dün gece
Deli bir derviş gibi
Mumu sönmüş, rahlesi yere devrilmiş gibi
Okudum saatlerce
. . . . . . . . ”

Dua devam ediyordu. İmam ve Değirmenci Rıza, gözlerini kapatmışlar, saygıyla dinliyorlar ve aralarda da “Amin” diyorlardı. O, bildiği dualara benzetememişti Başaran’ın okuduğunu. Ancak, Köyün imamı ve dini bütün bir müslüman olan babasının gerçek olanla, olmayan duayı birbirinden ayırt edebileceklerini düşünmüş, o da ellerini açmış amin diyordu. Dua bittiğinde, babasıyla, köyün İmam’ı ciğerlerinin derinliklerinden gelen bir, “Amiiin” çekmişlerdi…

Ertesi gün karşılaştıklarında, Başaran ona sormuştu:

-Nasıl? Beyendin mi düvayı?. ”

-Beyendim ama. Bildiyim düvalara benzemeyo be İsmal Aga?.

-O düva kimim biliyon mu?.

-Kimin?

-Nazım Hikmet’in.

-Kim o Nazım Hikmet?

-Mapıslık arkadaşım benim.

Daha sonraları dost olmuşlardı Başaran’la. Nazım’ın kim olduğunu öğrenmiş, başka şiirlerini dinlemişti. Yaşamı ve düşünceleriyle ilgili çok şey öğrenmişti Başaran’dan. Biraz daha yaşlanınca köye muhtar seçmişlerdi onu. Sayesinde, köyde sık sık işlenen cinayetlerin arkası kesilmişti. Kitap ve gazete okunur olmuştu köyünde. Başarılı bir muhtarlık yapmıştı…

Köyden arkadaşlarıyla birlikte, ilk kurulan sosyalist partiye girmişler, partinin merkez yönetimine kadar yükselmiş ve hatta milletvekili adayı olup radyoda seçim konuşması yapmıştı partisi adına. Seçimlerde köyünden beş yüze yakın oy çıkmıştı partisine. Sosyalist aydınlar akın akın gelip köyü incelemişlerdi.

Yıllar birbirini kovalamış, o, yılmadan sürdürmüştü savaşımını. İşte, şimdi de buradaydı. Bodrum katta bir nezarethaneydi burası. Rutubetli ve küf kokan nezarethane, uzun bir demir parmaklıkla ayrılıyordu polislerin nöbet tuttukları bölümden. Herkesin gözü giriş kapısındaydı. Sorguya çıkarılacakları çağırmaya gelen polis o kapıdan girerdi.

Sırasını savmıştı muhtar bugün. Hiç de kolay olmamıştı bu. İncecik bedeni, sorgudaki işkenceyi taşıyamamıştı. Sorguda kötüleşince hastaneye kaldırmak zorunda kalmışlardı onu. Hastanedeki doktor geldi gözünün önüne. Utancından gözlüklerinin arkasına saklanmak ister gibiydi sanki. Başındaki polisler, muhtarla konuşturmamışlardı Doktor’u. Muhtar kendi durumunu unutmuş Doktor’un haline acımıştı. Emniyete getirilip nezarete bıraktıklarında, biraz daha iyiceydi muhtar. Arkadaşları kendisiyle ilgilenmişler, rahat etmesi için battaniyelerini onun altına sermişlerdi. İlaçlarını Avukat Ahmet içirmiş; onu eğlendirmek için, sahanı darbuka yapıp çalmış, diğer arkadaşlarını da oynatmıştı. Polisler Ahmet’i sorguya götürmek için geldiklerinde, o, çok sevdiği Muhtar’ın yanına gelip, son bir kez daha ilgilenmişti. Muhtar onun sorguya gittiğini anlamış:

– “Gidiyon mu ?” diye sormuş, o da:

– “Kaygılanma. Gittiğim gibi gelirim” demişti.

Diğerlerinden çok sürmüştü Ahmet’in sorgusu. Yaman delikanlı diye düşündü Muhtar. Jandarma köylerine baskı yaptığında, Avukat olarak Ahmet koşmuştu yardımlarına. O kadar uğraştığı halde, kendisine ücret sorulduğunda gülmüş: “Ücret sizin dostluğunuz,” demişti. “Bi kız bulamadın bana muhtar,” diye takılırdı. Evlenmek ve çocuk sahibi olmak istiyordu Ahmet. Arkadaşlarının evlerine gider, saatlerce oynardı onların çocuklarıyla. “Çocuk sevgisi başka şeye benzemiyor,” derdi.

Başka davalardan sorgulanan gençler de ilgi gösteriyorlardı Muhtar’a. Hepsi, ayrı ayrı gelip hatırını soruyorlardı. Birbirimizin hatırını sormak için, buraya düşüp, bu acıları çekmemiz mi gerekiyordu diye düşünüyordu Muhtar.

Başka bir avukat daha vardı gözaltına alınan. Karısıyla birlikte almışlardı onu. Sorguya da karısıyla birlikte çıkarıyorlardı. En çok onun durumuna üzülüyordu muhtar. Kendisinin de sorguda olduğu bir gün, o avukata söylenenleri duymuş, insanlığından utanmıştı. “Ah ulan, dışarıda elime bi geçseler bu adamlar…” diyordu. Biraz sonra o Avukat geldi yanına. Endişeliydi. Muhtar onun endişesini anlamıştı.

– Çok sürdü be Abi, dedi Avukat.

– Gonuşmadıyı için tutuyolla.

– Yine de uzadı.

– Ahmed, o yükün altından galkar, gorkma.

– Sen nasılsın ?

– Daha eyiceyim.

– Ne sordular ?

– Kim partiledi seni deye soruyolla.

– Söyledin mi ?

– Söylemedim. Söylemeyi de düşünmeyom.

– Dayanabilecek misin?

– Ölmezsem dayanırım.

O gün, güzel bir sonbahar günüydü. Eski değirmenlerinin olduğu zeytinliğe kadar yürümüştü. Anıları canlanmıştı gözlerinde. Ölen babasını anımsadı. İmam da ölmüştü. Başaran sağdı. Dua sahnesi gözünün önüne geldiğinde gülümsedi. Başaran’a öykünerek:

– “Yıldızlı meşin gabı” diye mırıldandı…

İllegal politik yaşamı o gün başlamıştı. Partisi, On iki Mart’ta kapatılınca boşluğa düşmüştü. Muhtarlığı da başkasına bıraktığından iyice sıkılıyordu canı. Köye döndüğünde kendisini aradıklarını söyledi karısı.

– “Kimmiş?” diye sordu.

– “Bilmeyom. Gavede bekleyomuş” dedi karısı.

Muhtar kahveye gittiğinde kendisini bekleyeni görünce sevindi. Uzun yıllardır göremediği bir dostuydu. Aldı, evine getirdi. Birlikte, yemekte Nazım’dan söz ettiler. Onun partisinden de…

– “Nazım için diktiğiniz çınarı gördüm gelirken, çok büyümüş” dedi arkadaşı… Sorguda o arkadaşını soruyordu polisler kendisine. Ölse de vermeyecekti adını. Arkadaşının kendisine sevgiyle bakan gözleri geldi karşısına. Onun, annesiz büyüttüğü iki çocuğunun yalvaran gözlerini gördü daha sonra…

– “Hayır. Yapmamalıyım, öldürseler vermemeliyim adını”. Biraz ileride duvara yaslanmış oturan sendikacı arkadaşı, uykusunda yüksek sesle bağıran Muhtar’ın yanına koştu. Onu, kolundan tutarak yavaşça sarstı. Muhtar uyandı. Sendikacı:

– “Kabus gördün sanırım” dedi. Muhtar bir bardak su istedi. Ağzı kurumuştu. Sendikacı suyu getirdi. Suyu içtikten sonra sendikacıya sordu:

– İndirdiler mi Ahmed’i?

– Hayır.

– Çok uzadı?

– Evet.

Muhtar, arkadaşının yardımıyla bir sigara yaktı. Derin bir soluk çekip sigarasından, üfledi… Cılız bedeni dayanabilecek miydi bu denli baskıya? Ölmeden çıkmak istiyordu buradan. Ölümü düşününce karısı, iki oğlu ve kızı geldi gözünün önüne. Ölme sakın, der gibi bakıyorlardı yüzüne… Çocukluğundan beri böyleydi. Ne yapsa bir dirhem et tutamıyordu. Sorguda, Bekir Çavuş’a vurdukları zaman kaba döşeğe vurmuş gibi, bana vurduklarında kemik yığınına vurmuş gibi ses çıkıyor, diye düşünmüştü.

Karısı elindeki sigarayı gösterip:

– “İçme, onu” dedi.

– “İçmeyip de napem be hanım?” diye karşılık verdi ona.

– “Kimlen gonuşuyon Muhtar Aga?” diye sordu, yanında uzanmış dalgın dalgın düşünen Bekir Çavuş.

Durumun ayırdına varan Muhtar güldü:

– “Burda bile ırahat yok be Bekir Çavış.”

– “Rahat itcem deye mi geldin sen buraya?”

– “Yok yok. Onu demeyom. Garı garı. Elindeki o cigara ne?” deye soruyo benim garı.

– “Benimkinin hiç uğradıyı yok. Boşandı mı ne?”

– “Senin gibi adam bırakılır mı be Bekir Çavış?”

– “Neye be Muhtar Aga?”

– “O gadar dayak yiyon da gık bile demeyon?”

– Decem decem. Gık da decem. Yandım Allah da decem. Gel gelelim utanıyom. Senin durumuna bakıyom da utancımdan ses çıkaramayom.

Muhtar, Bekir Çavuş’un şakalarına çok gülerdi. Fakat bugün gülecek gücü kendisinde bulamıyordu. Elindeki sigarayı güç bela söndürüp uykuya daldı.

Ahmet saatler geçtiği halde halen sorgudaydı. Bir ucunu penisine, diğer ucunu ayak parmaklarına bağladıkları tellerle bedenine elektrik veriyorlar, kum torbalarıyla dövüp, hayalarında sigara söndürüyorlardı. Ahmet uzun süre dayandıktan sonra çığlıkları kesilmişti. Sorguculardan biri yaklaşıp, Ahmet’in hareketsiz duran bedenine baktı. Nabzını tuttu ve yanındakilere:

– “Öldü orospu çocuğu” dedi. Ağlamak istiyordu Muhtar, ağlayamıyordu. Yerde yatan Ahmet’e sarılmak istedi, polisler engellediler. Ahmet’in ölüsü konuşuyordu. “Üzülme” Muhtar aga” diyordu. “Biliyordum sonumun böyle olacağını.”

Muhtar, sorguya gireliden beri hiç yalvarmadığı polislere ağlayarak:

– “Ne olursunuz?. Bir kerecik sarılayım” dedi.

Şefleri, Muhtarı bırakmalarını söyledi polislere. Muhtar, Ahmet’in ölüsüne sarıldığında hıçkırıkları iyice yükselmişti. “Ölme,” diyordu Ahmet’e. “Ölme. Yapacak çok işimiz var daha.” Sayıklayan Muhtar’ı Bekir Çavuş uyandırdığında, kalbi örse vuran çekiç gibiydi. Bekir Çavuş’un verdiği suyu içti. Uyku tutmayan birkaç arkadaşı daha toplanmışlardı çevresine. Diğer Avukat yanına çömeldi, dostça elini tuttu Muhtar’ın:

– “Ne oldu Abi?”

– “Ölmüş gördüm rüyamda Ahmet’i.”

– “Eh. Geçmiş olsun” dedi Bekir Çavuş. “Demek ki çok yaşayacak…”

– “Uyumasam iyi olacak, dedi Muhtar.”

Çarpıntısı geçmişti Muhtar’ın. Bi sigara istedi, yakıp verdiler. Bekir Çavuş:

– “Yenge gızmasın cıgara içtiyine?”

– “Yenge nerden görecek?” dedi sendikacı.

– “Herkesi kendin mi sanıyon sen?”

– “Niye?” diye sordu, Bekir Çavuşun konuşmasından bir şey anlamayan sendikacı.

– “Muhtar Aga isdediyi zaman gonuşuyor yengeyle.”

– “Nasıl oluyor o öyle?”

– Kendisine sor. Demin gonuşurken gördüm.”

– “Şeytan aldatıyordur?”

– “Şeytan meytan. Seni niye aldatmıyo?”

– “Bekir Çavuş’un diline düşceyine, polisin eline düş daha iyi”, dedi Muhtar.

Çay kaşığının sesini duyunca nöbetçi polislere baktı Muhtar. Çay demlemişlerdi. Canı ne kadar da çok çay istiyordu. Kuruyan dudaklarını ıslatmak için yanındaki bardaktaki suyun kalanını içti. Köydeki dereleri düşündü. Kışın güneş açıp da karlar eridiğinde ne güzel akarlardı. Pırıl pırıl sularıyla kocayemiş, püren, meşe ağaçlarının arasından geçerek zeytinliklere varırlar; zeytinliklerin arasından süzülüp İznik gölünün sularına karışırlardı. İznik gölü geldi gözlerinin önüne. Anılarında önemli yeri vardı bu Gölün. Başaran’ı anımsayıp gülümsedi. Gür sesiyle ne güzel şiir okurdu. Bir gün İznik Gölü’ne bakarak bir şiir okumuştu bir gün. Başarana öykünerek aynı şiiri okumaya başladı:

İznik gölünde akşam oldu.
Bedreddin eğildi suya
Avuçlayıp doğruldu.
Ve sular
Parmaklarından dökülüp
tekrar göle dönerken
dedi kendi kendine
“-O ateş ki kalbimin içindedir
tutuşmuştur
günden güne artıyor.
Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna
eriyecek yüreğim…
Ben..

Tam tepesine düşen ağır bir kütlenin çıkardığı tok ve güçlü bir sesle muhtarın okuduğu şiir dudaklarında donup kalmıştı. Birbirlerinin yüzüne soran bakışlarla bakıyordu herkes. Muhtar, canının acısına bakmadan doğruldu. Nöbetçi polisler de irkilmişlerdi ne olduğunu anlayamadıkları bu sesten. Muhtar oradaki nöbetçi polislerden birisinin telefonu çevirdiğini gördü. Telefondan yanıt alamayan polis, alıcıyı yerine koydu. Muhtar, aklına gelen o korkunç olasılık gerçekleşecek diye korkudan sapsarı kesilmişti. Yine örse vurmaya başlamıştı yüreği… Uyuyanlar tepelerine düşen cismini çıkardığı sesten uyanmışlar, uyku sersemliğini atmaya çalışıyorlardı üzerlerinden. Muhtar’la Avukat nöbetçi polislerle konuşmak için demir parmaklıkların yanına gittiler. Onlar da merak ediyorlardı ne olduğunu. Yeniden çevirdiler telefonu. Yine yanıt alamadılar. Polislerden esmer ve tıknaz olanı, ne olduğunu anlamak için dışarıya çıktı. Polislerin içlerinde en az küfür edeniydi o. Bazen çay da demleyip verirdi nezarethanedekilere.

Muhtar ve arkadaşları giden polisin getireceği haberi kaygıyla beklerken, içeriye başka bir polis girdi. Kaygılıydı. Nezarethanedeki avukatın çocukluk arkadaşıydı içeriye giren polis. Fırsat buldukça Avukat’ın hatırını sorar, ancak, yöneticilerden korktuğu için çok konuşamazdı onunla. Polis, çocukluk arkadaşı Avukat’ı karşısında görünce derin bir soluk aldı. “Atlayanın avukat olduğunu söylediklerinde sen sanıp, çok korktum” dedi. Anlaşılmıştı. Üzerlerine düşen Ahmet’ti. Muhtar, olduğu yerde hafifçe sallandı, düşmemek için diğer Avukat’a tutundu. Boşuna… Tutunduğu arkadaşı ellerinde eriyor, hızla yok oluyordu. Tavan hızla alçalıyor, duvarlar üstüne üstüne doğru geliyordu. Işıklar da kararmıştı aniden. Ve bu karanlık muhtarı da eritmeye başlamıştı. Havası boşalan bir balon gibi, önce bir yerlere uçtuğunu sandı. Daha sonra da yere düştüğünde bilinci yerinde değildi muhtarın…

Ahmet’in olayından bir kaç gün geçti. Muhtarı yine çıkardılar sorguya. Polisler gözleri bağlı olarak yere yatırdılar Muhtarı. İçlerinden biri:

– “Bak Muhtar” dedi. “Ahmet öldüğünde tam senin olduğun yerde yatıyordu. Bugün de konuşmazsan senin sonun da Ahmet’inki gibi olacak.” Muhtar susuyordu. Sorgucuları tahrik etmemek gerektiğini biliyordu. Sorguda kaldığı sürede öğrenmişti bunu. Sorguda, cinayet, soygun gibi suçları olmayan, polisle silahlı çatışmaya girmemiş, yani, muhtarın durumunda olan kişilere işkence yaparken zorlanıyorlardı. Bunun için de içlerinden biri, arkadaşlarına sürekli ajitasyon çekip onları işkenceye hazırlıyordu. Onun için, muhtarın yapacağı kışkırtma tam onların istediği şeydi. O zaman tahrik olan polisler ajitasyona gerek kalmadan ve daha ağır işkence yapabilirlerdi. Muhtar, Ahmet’in adını duyunca, üstelik de, onu öldürmediklerini, kendisinin camdan atladığını söyleyen polis: “Ahmet öldüğünde tam senin olduğun yerde yatıyordu” diye birkaç kez yineleyince, bir anda, Ahmet’in göremediği ölüsü gözünün önünde gelmişti. Hiç bir şey düşünemedi o anda. Ve polislere kendi ölüsünü de sunar gibi bağırdı:

– Beni de öldürmeyenin avradını…”

Bir an sessizlik oldu. Bomba düşmüştü sanki sorgu odasına. Sorgularda alışık olmadık bir şeydi bu. Kışkırtıcılıkla görevli polis mutluydu şimdi. Bir sigara yakıp derin bir soluk çekti ve dumanını muhtara doğru üfürdü…

Polis otosu hastanenin yokuşunu çıkarken baygın durumdaki muhtar kendisine geliyordu. Hafifçe aralamıştı gözlerini. Yaşadığına inanamadı ilkin. Bir süre çevresini dinlemeye çalıştı. Sesler duyar gibi oldu. Nerede olduğunu düşündü çıkaramadı. Elini oynatmaya çalıştı. Sol elinin serçe parmağını oynatabildi ancak. Yavaş yavaş daha çok şey duymaya başlamıştı biraz ağır işiten kulakları. Şimdi de yokuştan çıkan arabanın motor gürültüsünü duyuyordu. Çok geçmeden yüreği örse vurmaya başladı yeniden. Elini yüreğinin üstüne koymak istedi, gücü yetmedi. Yüreğinin her vuruşunda biraz daha inanıyordu yaşadığına…