Bilinçli Olabilmek

Bilinçli Olabilmek

Bilinç, bireyin tek başına düşünme yetisidir.

Başkası benim yerime düşünüp karar verebiliyorsa bilinçsizim demektir.

İnsan, tek başına düşünebilmek için, başka bilinçlerden gelen bütün bir kültürle beslenmeli ve biçimlenmelidir.

Bilinç başkasının giremeyeceği bir kale, kapısı kolaylıkla açılamayacak bir dünya, vicdan denen özel bir yerdir. Başkaları beni anlamak için çabalasa bile, kendime has duygularımı ve düşüncelerimi, kendi öznelliği ile dile getirecektir. Başkasının yerine düşünürken, kendimizi onun yerine koyarız, ama o farklı bir kişidir aynı duyguları yakalayabilmek mümkün değildir.

Bilinç, isteklerimiz, dilimiz, sosyal kökenimiz gibi birçok dış faktör tarafından oluşturulur.

Bilincin Engelleri

Birer birer giderdiğimiz yanılgılarımız bize daha önce dayatılmış şeylerdir.

Boş inançlar, yanılgıların üstüne yürümeye kalktığımızda aklın önüne dikilmişlerdir: Yasaklar tehditler, ölümlerle engellemişlerdir.

Öz kızını ya da annesini öldürebilecek kadar bilinçsiz insanların yoğun olarak bulunduğu toplumda, insanların özgür düşünebilmesini beklemek ne kadar gerçekçidir?

Genetik kopyalama yoluyla insanın da kopyalanabileceğinin görülmesi ile bunun ahlaki boyutları tartışılmaya başlandı. Bu yapılabildiği halde yapılmaması gereken işlere yeni bir örnek oluşturacak. Peki insan kopyalaması sadece genetik yolla mı oluyor? Aile öğretileri, örf, adet, gelenek dediğimiz davranış kalıpları, milliyetler, etnik kökenler, dinler yoluyla naklettiğimiz kültür kalıpları insanın kopyalamıyor mu? Geleneksel toplum yapısının, milliyetçilikle desteklenip, din öğretisiyle biçimlendirilmiş tek tip insanların, daraltılmış bilinçlerine, bildiğinden, inandığından başka bir şey göstermek mümkün olamıyor. Ezberci eğitim yoluyla, kalıplara dökülmüş bilgi parçacıkları aktarılarak, düşünmeyen beyinler kopyalanıyor.

Seni diğerlerinden farksız yapmaya çalışan bir dünyada, kendin olarak kalabilmek, dünyanın en zor savaşını vermek demektir. Eğer akvaryumdaki su hasta ise içindeki balıklar eninde sonunda hasta olurlar.

Sıradan bir insan olmaktan uzaklaştıkça, kendinizi sıradan insanlar arasında gittikçe daha yalnız hissedersiniz. Sıradan insanları sizden uzaklaştıran süreç, sizi kendinize yakın getirecek olan süreçtir. Bir insanın en önemli ilişkisi onun kendisiyle olan ilişkisidir.

Hayır demek cesaret ister. Başkaları kırılır mı, alınır mı, beni sevmezler mi, hakkımda olumsuz düşünürler mi gibi sorular içinde yaşamını düzenleyen biri hayır diyemez.

Yakın çevremizi incelediğimizde aile ilişkilerinde çocuklarının acıktığına kendisi karar veren anne babalar çoğunluktadır. Bir çok ailede, çocuklarının üşüdüğüne, ve hatta çişinin geldiğine anne babaları karar verirler. Toplumun gelecekteki sağlığı, çocukların zihinlerini ve gönüllerini geliştirmekte yatar. Bu konuda biz gelişmiş ülkelere göre neredeyiz? Belli yaşa gelen gençlerin aileleri tarafından artık desteklenmemeleri o gençlere olumlu mu olumsuz mu etki yapar?

Hangi yemeği sevdiğini annesine soran çocuk,
Kimle evleneceği konusunda son kararı ailesi veren gençler,
Çalışıp çalışmayacağına, ya da nerede çalışacağına ailesi karar veren, iş görüşmesine aileden birileri ile gitmek ihtiyacı duyan insanlar,
Kendini geliştirmemiş ya da geliştirecek ortamı bulamamış olanlar.

Özgürlük ancak sorumluluk temeli üzerinde yaşayabilir. Sorumluluk olmadan, özgürlük yaşayamaz. Eğer özgür irademle karar alabiliyorsam, aldığım karardan ben sorumlu olurum. Sorumluluk başkasında ise o zaman kararı da o verir. Kişinin yetiştiği ortamda kendine seçim yapma ve yaptığı seçimin sonuçlarından sorumlu olma fırsatı verilmemişse, sorumluluk duygusu gelişemez.

20. Yüzyılın politik yalanlarına karşı en büyük fikir mücadelesini vermiş düşünürlerden birisi Hannah Arendt’dir. Nazi savaş suçlularının uluslararası hukuka göre yargılanmasındaki bazı boşluklara, ABD’nin Vietnam politikasındaki yalanlara dayanarak, modern politikada yalan üzerine Arendt’in geliştirdiği teoriye göre, modern politikada yalan tam, kesin ve mutlak hale gelmiştir. Bir bakıma tarih, mutlak yalana dönüşmüştür. Yalanın bu mutlaklığı, olguların modern kitlesel propaganda teknikleriyle tahrif edilmesinden kaynaklanır. Politika aracı olarak yalan, gerçeği gizlemekle yetinmemekte, gerçeği bozmakta yani yok etmektedir. Fransız düşünürü Jacques Derrida’ya göre, devlet her yalan söylediğinde, evrensel aklı ve genel iradeyi değil, sınırlı bir çıkar grubunu temsil ediyor, bir sosyal gruba karşı diğerini savunuyor demektir. Modern politikada yalan, tarihi yaşamış olanların gözünün içine bakarak tarihi yeniden yazmaktır. Kurgu artık gerçeklikle ilişki kurmuyor, gerçekliğin yerini alıyor. Gerçekler, bilgilerin birleşmesi, yorumlanması, analiz edilmesi ile ortaya çıkıyor. Bilgilerin hangisi yalanlardan kaynaklı, hangisi gerçeklere dayanıyor, bunun da farkında olabilmek gerekiyor. Bu şartlarda gerçeklere ulaşabilmek ve bilinçli olabilmek çok çaba gerektiriyor.

Bilincin İçimizdeki Engelleri

Bilincin önündeki asıl engel insanın kendi içindedir.

Hayatı boyunca birileri tarafından korunmaya muhtaç yaşamış insanların hep güvenecek birisini, güvenecek bir yeri araması doğaldır. Bunun ailede aranmasını aile bağlılığı, okulda aranmasını iyi öğrencilik, politik liderde aranmasını iyi partililik, devlette aranmasını iyi vatandaşlık olarak değerlendiren sistemde, güvenecek yerin din kurumlarında aranması da iyi dindarlık olacaktır. Bugün laikliğin tehlikede olduğunu söyleyenler, bu zemini kendileri hazırlamışlardır. Bunu başkalarına inanan bilinçsiz insanları ödüllendirip, düşünen, araştıran bilinçli insanları cezalandırarak, düşünebilmek için gerekli altyapının oluşmasını engelleyerek, ezberci eğitim sistemini getirerek başarmışlardır.

Türkiye, batı uygarlığına katılmak, onun uygarlık ölçülerini alıp uygulamayı onlar gibi yaşamak sanan onlar gibi yaşarsa onlar gibi olacağını düşünen bir yolla harekete geçmiştir. Buradaki yanılgı, uygarlık düzeyi denen yaşama biçiminin, endüstri toplumunun yarattığı ürünleri olduğunu görememektir. Uygar toplumlarda bilinçli bireyler ödüllendirilmekte, sistem, bilincin gelişmesi için her olanağı sağlamaktadır. Yapıyı değiştirmeden, ürünleri, kıyafetleri değiştirmek; öze dokunmadan şekli değiştirmek beklenen sonucu doğal olarak verememektedir.

İnançla bilinç arasında nasıl bir ilişki vardır? Fikir ve bilgilerimizin ezici çoğunluğunu, başta ana babalarımız olmak üzere başkalarından devşiririz. Bunu yaparken de onların doğru olup olmadıklarını araştırmayız. Dini inançlar, ahlaki kurallar, siyasal öğretiler ve başka inançlar, korku, umut, özlem gibi güçlü duygularımızı etkileyerek davranışlarımızı belirlemeye çalışır. Bu inançların bazıları zaman içinde dokunulmazlık kazanır ve tartışılması suç sayılır. Düşünce özgürlüğünü yakalamak, bizlerden gelmeyen her gerçeğin bir yalan olabileceğini hatırlayarak mümkün olabilir.

Bireyin kendisi hakkındaki düşüncelerden, boş inançlardan ve abartmalardan sıyrılabilmesi için, kendi düşüncesine tanıdığı haklara başkalarının da sahip olduğunu kabul etmesi gerekir.

Düşünmenin İlkeleri

İnsanlar mutlaka sosyal roller içinde bulunacaklardır ve sosyal roller içinde yaşamlarını sürdüreceklerdir. Önemli olan bu sosyal rollerin ona empoze mi edilmiş, yoksa kendi isteği ile mi bu sosyal rolleri istemiş olduğudur. Teker teker her düşündüğümüz mutlaka doğru mudur? Şüphesiz değildir. Peki o zaman düşünmenin ilkeleri nedir? Bir insanın kafasında tertiplediği, ya da başkasının söylemiş bulunduğu bir düşünce karşısında, irkilip acaba bu doğru mudur yoksa yanlış mı? diye sorabildiği an, o insanın zihninde mantık başlamış demektir. Aristoteles’e dayanan klasik mantık düşünmenin içerik bakımından doğruluğunu değil, biçimsel doğruluğunu göz önünde bulundurur. Verilmiş önermelerden başka önermelerin çıkarılmasının kurallarını saptar.

Klasik mantık iki değer tanır, bu değerler doğru ve doğru olmayandır. Bir şey ya doğrudur ya da değildir. Başka seçenek yoktur. Bir canlı ya hayvandır ya da değildir.

Bir kum tepesinde yüz milyon tane kum tanesi olsun. Buradan bir kum tanesi alırsak, kalan hala kum tepesidir. Peki kaç tanesini alırsak artık bu bir kum tepesi olmaz. Gerçek hayatta iki değer, olayları, durumları tarif etmek için, değerlendirmek için yeterli değildir.

İlk ve ortaçağ boyunca Aristoteles’in biçimsel mantığı hakimiyetini sürdürmüştür. Günümüzde hala insanlar çoğunlukla klasik mantık yöntemiyle kararlar verirler. Buna birkaç örnek vermek gerekirse: Pahalı olan ürün iyidir, ucuz olan iyi değildir. Bazen satamadığınız bir ürünün fiyatını artırdığınızda satılmaya başlar.

Alışveriş yaparken ilk öğrendiğiniz fiyatın altında kalan ürünler ucuzdur. Bunu bilen satıcılar ilk başta pahalı ürünleri satmaya çalışırlar. Klasik düşünmeye alışmış mantığımız daha sonra incelediği ürünler pahalı bile olsa önceki fiyatla karşılaştırarak karar verdiği için, fiyatı ucuz bulur.

Bir firma ile çalışmak doğru ise bu her seferinde doğrudur. Bunu bilen satıcılar, ilk görüşmede ne yapıp yapıp ufak da olsa bir şey satmaya çalışırlar. Oradan ürün almak mantığınıza bir kere uyduysa, klasik mantık her seferinde buradan alışveriş yapmanın doğru olduğunu söyler.

Çoğunluğun yaptığı şey doğrudur. Borsa tepe noktasına yaklaştığında herkes borsaya hücum eder, çünkü başkalarının para kazandığını görmektedirler. Borsa dip noktada iken borsadan çıkarlar. Sorduğunuzda bunun doğru olmadığını bilseler de gerçek uygulama bu şekilde olur. Boş lokantaya kimse girmek istemez, dolu olan seçilir. Kalabalık bir yerde boş duran bir pizzacı, oturursak içtiklerimizden para almayacağını söylemişti. Biz girdikten on dakika sonra boş masası kalmamıştı.

Az olan şey kıymetlidir düşüncesi de satıcıların kullandıkları yöntemlerden birisidir. ABC Otel’in VIP Kartını satıyorum, bu karttan sadece 20 tane var ve bir tanesi için sizi uygun gördük. Hemen karar vermezseniz bu şansı kaçıracaksınız. Bir çoğumuz aranmışızdır bu, sözde az bulunan kart için.

Bilim hakkında yeni görüşe uygun düşen mantık ise Bacon ve Descartes sayesinde kurulabilmiş, daha sonra, özellikle 19. ve 20. yüzyıllarda köklü değişikliklere uğramıştır. Burada diyalektik en önemli düşünce sistemlerinden birisidir. Diyalektik yöntem bir sürecin bütün görünüşlerine ulaşma amacındadır. Çelişme ve karşıtlıklar olumsuz değildirler. Onlarda, olumlu, ileriye götürücü, yaratıcı güç vardır. Karşıtlardan bir birleşim doğar. Her savın bir karşı savı olmalıdır. Karşıt olan şeyler bir noktada birleşirler ve uzlaşırlar. Bunu bir konuşma gibi düşünürsek, söz ve karşı söz, birlik içinde ilerler, ama bu birlik de yeniden bir karşıtlığın çekirdeği olur ve böylece daha ilerideki gelişmelere doğru itici bir gücü içinde bulundurur. Bu ilerleme içinde düşünceler kendi kendilerini açarlar.

Amaçlara Ulaşabilmek

Farklı değer yargıları yaratabiliyor muyuz, yoksa toplumun verdikleri ile sınırlı mıyız?

Rekabetçi sistem bize kimseye güvenmemeyi öğretiyor. Böylece toplumda dayanışma ve karşılıklı yardımlaşma gibi insani değerler geri plana itilirken, kör kazanç hırsı ön plana çıkıyor.

Korkudan gelen disiplin, korku kaynağı yok olduğu zaman kaybolur. Ama kişinin kendi içinden gelen disiplin hiç kaybolmaz; kişi kendini o geleceğe adadığı sürece devam eder.

Kültürün temelini değiştirmeden, bu kültür içinde yaratılacak gelecek, değerler üzerine kurulu bir gelecek olamaz.

İnsanların birbirine güvenmediği yerde olumlu sonuç alınamaz.

Eğer öğrenmek istiyorsan kendini önemsemekten vazgeçmelisin. Bu dünyada en önemli şeyin sen olduğunu düşündüğün sürece, çevrende seni kuşatmış olan dünyanın farkına vararak onları anlaman mümkün değildir.

Bir tek insan, tek başına, öyle bir düşünce ve eylem düzeyine girebilir ki, kendinden sonra gelen çağı tamamıyla farklı bir yöne yönlendirebilir.

Kaynaklar:
1. Yaratıcı Aklın Sentezi (Server Tanilli)
2. İçten Lider (Sinan Yaman)
3. Savaşçı (Doğan Cüceloğlu)
4. Felsefe Terimleri Sözlüğü (Bedia Akarsu)
5. İknanın Psikolojisi (Robert B. Cialdini)