Bir Varmış Bir Yokmuş

Bir Varmış Bir Yokmuş

Ankara’da Maltepe Camisi’nde toplaştık hepimiz çocukluğuma veda için.

Cenazeye gelenlerin çoğunu en az yirmi yıldır görmüyorum. Onlar beni tanımakta zorlanıyor, ben de onları. Birbirimizi hatırlayınca o kadar hızlı tekrar kaynaşıyoruz ki. Öyle ya, biri altımı değiştirmiş, diğeri nice çocukluk kaprislerimi çekmiş. En uzağının bile emeği vardır üzerimde.

“Arslan Ercan, uslu Ercan” diye seviyorlar otuz dört yaşındaki koca cocuğu Camii avlusunda. Ben de onları inceliyorum bir yandan. Ne kadar da değişmişler öyle. Yaşlanınca insanlar küçülür derler ya. Acaba bu gerçek mi? Hepsi hayalimde kalandan çok daha küçük gibiler. Bir somut gerçek var ki, ben büyümüşüm, anladım. Hepsinin gözünden mutluluk fışkırıyor, beni gördükleri için. Benim gözlerim ise dolu, yanaklarım ıslak.

Yıllar önce babaannem, şimdi de anneannem.

Anneannemin cansız bedeni avluda toplanan insanların yirmi metre kadar uzağında öylece duruyor. Avludaki topluluktan insanlar, aralıklarla onun yanına gidip, dua okuyup tekrar topluluğun yanına geliyorlar. O öyle bir köşede, toplanan insanlar ise diğer köşede, birbirlerinden uzak. Bu hep böylemi olur, bilmiyorum. Çok fazla cenazeye katılmadım hayatımda.

Ama anneannem yadırgamamıştır bu durumu. Son yıllarını annem ve babamın evinde geçirmesine rağmen tüm hayatında yalnızdı zaten o. Dedemi, yani anneannenin kocasını hiç tanımadım ben. Ben doğmadan ölmüş. Dedemin kardeşinin hiç çocuğu olmadığından, anneannemin ilk çocuğunu kendisine istemiş. İlk doğan dayım, dedenin kardeşine ve kardeşinin karısına emanet edilmiş.

Anneannem ruh halini o günlerden beri bir türlü toparlayamamış. “Yahu anneanne nasıl izin verebildin, ilk çocuğunu elinden almalarına!” dediğimde, gözleri dolar “Ah oğlum, o zaman başkaydı, bana fikrimi soran mı oldu, ahhh ahhh ben sesimi çıkaramazdım ki. Tuncer’imi emzirirken bile bebeğe bakmama izin vermezlerdi, ona bağlanmayayım, onu sevmeyeyim diye” diye cevap verirdi.

Ölüm döşeğinde derler ya. Son iki gününde son nefesini diğer oğlu, Taner Dayı’mı görene kadar sakladı. Oğlunu gördü ve huzur içinde vefat etti. Zor bir hayatın arkasından güzel bir ölüm.

Benim çocukluğum Isparta’nın Keçiborlu kasabasında geçti. Ben yedi yaşındayken Ankara’ya taşındık. O tarihte, yani 1977 yılında Keçiborlu’nun nüfusu yedi bin civarıydı. Şimdi de sekiz bin dir. Anlayacağınız büyümeye müsait olmayan, küçük, sadece yerlisine şirin gelebilecek bir kasaba.

Anneannem, dört yanı gül bahçesiyle çevrelenmiş, iki katlı, tuvaleti dışarıda olan bir evde yaşardı. Yanındaki bina babamın amcasının, onun yanındaki bina da babamın diğer amcasının, bir sonraki bina da babamların. Tüm akrabalar bir arada.

Bizim yaşadığımız ev hem anneanneme, hem de babaanneme çok yakındı.

O zamanlar sokak bizim ikinci evimizdi ve şimdiye göre daha güvenliydi. Bir gün anneanneme, bir gün babaanneme giderdim.

Daha çok babaannemin masallarına bayılırdım. Masalların başlangıcı hep aynıydı. Masaldan çok başlangıçlarına büyülenirdim. Sesim soluğum kesilirdi.

“Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur zaman içinde, deve tellal iken, pire berber iken,”.

Bir de bitişleri.

“Gökten üç elma düşmüş, biri keloğlanın başına, biri Erhan’ın başına, biri Ercan’ın başına”.

Bir türlü akıl erdiremezdim. Yahu, nasıl bir var olur da, sonra bir yok olur? Deve tellal, pire berber olur mu? Niye gökten armut düşmüyor da hep elma düşüyor? Elma niye kafamıza düşsün ki?

Babaannemin bildiği masal sayısı anneannemin porföyünden daha fazlaydı. Anneannem biraz daha hareketli olduğu için üç masalı üst üste getiremezdi. Babaannem ise sıkılmadan bize uzun uzun zaman ayırırdı. En sevdiğim masal, kurt ile tilkinin masalı idi. Kurt akıllı, tilki ise kurnazdı. Akıl ile kurnazlık çarpışır bir türlü birbirlerini yenemezlerdi.

Bir de yaprak dolması. Babaannemin yaptığı dolmaları öylesine severdim ki, ağabeyimle bir oturuşta bir tencereyi lüpletirdik gövdeye. Anneannem ise çok tutumluydu, öyle tencere tencere yemek yapmazdı.

Anneannemin evi çok gizemli gelirdi bana. Evin iki odası eski eşyalarla doluydu ve bu odalar genelde kilitliydi. Kapıyı açık bulduğumda hemen dalardım içeriye. Anneanne hiç bir şeyini atmazdı. Her şeyi bu odada saklardı. Kendi çocukluğunda oynadığı bez bebeği bile bu odalardaydı. Evinin bahçesi ise gözüme amazon ormanları gibi gözükürdü.

Babaannede dolmalar masallar, anneannede macera dolu gizemler.

Anneannem yanağını kocaman şişirirdi. Ben yanağını öptüğümde yanağından “pırrrrrt” diye bir ses çıkardı. Bayılırdım buna. Babaannem de başımı öyle bir okşardı ki, kendimi kedi gibi hisseder, daha rahat okşasın diye ona sokulurdum.

Babaannem evinden pek çıkmazdı. Anneannemin, babaannemin evine gelişlerini hatırlıyorum. Biz yukarıda babaannemle otururken, aşağıdan bir uğultu gelir. “GHUUUU, GHUUUU”. Babaannem toparlanır ayağa kalkar, bir yandan da “GHUUUU, GHUUU gel gel”. Ne gülerdim, kızıldereliler gibi anlaşırlardı birbirleriyle.

– Eee, napıyon Hacı? (Babaannem Hac’a gittiği için anneannem dahil hepimiz ona Hacı derdik)
– Nedesin gıı? Nedelim Erhan va, Ercan va. Ge yemeği şimdi yaptım.
– Yo yo, çok işim vaaa.

Anneannem hiç oturmaz. Ondan yakınır, bundan yakınır ve giderdi. Hep dert anlatırdı, ya çatı akmıştır, ya Sevim’e gitmelidir, ya kömür işi vardı.

Bu sahne o kadar çok hoşuma giderdi. Birbirlerine karşı nezaketleri, candan davranışları bana huzur verirdi. Birbirlerinin arkasından konuştuklarına hiç şahit olmadım.

Babaannem tam bir Osmanlı kadınıydı. Duruşu güçlüydü. Korkusuz, cesur konuşurdu. Eee ne de olsa EFE’nin karısıydı. Dedemi hiç görmedim, tüm kasaba Efe derdi ona. Gerçekten de kasabada jandarma yokken Efeler korurmuş kasabayı. Dedem de Efelerin başıymış.

Babaanneme hep aynı hikayeyi anlattırırdım. Soyadımızın niye “Karaefe” olduğunun hikayesi.

Kaymakam atanmış, kasabaya jandarma gelmeden önce. Kaymakam, efelerden bir tanesine “Git şu eve bak, alem var diye ihbar geldi” demiş. Ama giden Efe’den bir daha haber yok. Başka birini yollamış, ondan da haber yok. Dedemi bulmuş Kaymakam; “Adamların gelmedi bir bak hele nedir durum” demiş. Dedem de gitmiş eve ama ondan da ses yok. Kaymakam sonunda kendi gitmiş eve, bir de bakmış ki Efeler alemcileri yollamış, kalan yerden kendileri devam ediyorlar. Sallamış küfürü Efelere. Dedemin çok gücüne gitmiş küfür, iki ay kimseyle konuşmamış.

Babaannem hayatında duymamış dedeme küfür eden birini. Dedem de Kaymakam’a ve Devlet’e saygısından sesini çıkaramamış, ama bunalımda. Bir yanda gururu bir yanda yeni otorite develete saygısı. Bir gün Kaymakam’ın yanına gitmiş, konuyu konuşmak için. Kaymakam bir küfür daha sallayınca çekmiş vurmuş bacağından. Üç gün hapiste tutabilmişler, tüm Efeler ayaklanmış. Kaymakam, “Sen de korku yok” demiş, öpüşüp barışmışlar.

“Gara falan değildi yani deden, herkesin saygı duyduğu iyi bir adamdı. Kötü olduğundan da değil cesaretinden kaldı ‘Karaefe'”.

Dedem benim için bir “Zorro” gibi, kasabanın koruyucusu ve korkusuz yüreğiydi. Hele dedemin kasabayı basmaya gelen eşkiyaları kovalayıp, eşkiya başının kellesini kasabaya geri getirme hikayesi. Babaannemden yüzlerce kez dinlemiştim. Bazen babaannemin atladığı kısımları ben ona hatırlatırdım.

Efe de, diğer dedem yani anneannemin kocası da ben doğmadan ölmüş. Rifat dedeme, yani anneanemin kocasına Tapucu derlermiş, tapu dairesinin başındaymış. O zamana göre okumuş insan sınıfına girdiği için annemin ailesi, babamın ailesine göre daha devletli idi.

Anneannem ise dedemden çok muhabbetle bahsetmezdi doğrusu. Aslında benim göbek adım Rifat, onun adı. Ama soyadımdan hep daha çok hoşlaşmışımdır.

Ya anneanne, işte böyle. İlk önce babaannem sonra da sen. Çocukluğum birer birer gömüldü. Babaannemi nicedir özlerim, sen de buram buram kokmaya başladın bile. Bilmem ne zaman görüşeceğim tekrar sizlerle. Birbirinize kavuşmanızı duyar gibiyim.

– GHUU, GHUUU Hacım ben geldim yanına, napıyon buralarda?
– Nedesin gıı? Hoşgeldin, geee, geee, melekler yemeği hazırladı oturalım birlikte.
– Yo yo, çok işim vaaa.

Bir varmış -babaannem, anneannem ve çocukluğum- bir yokmuş.

Gökten üç elma düşmüş; biri babaannemin başına, biri anneanemin başına, biri de okuyanların başına.