Kaynak Makinelerinin Işığında

Kaynak Makinelerinin Işığında

Tuzla’dan Pendik’e doğru sahile bağlanan yeni yolda yürüyorum. Hava kararmış. Solumda kıyı boyunca sıralanmış, bitişik tersanelerden deniz görünmüyor. Adımlarımı tersanelerden gelen çekiç seslerine uyduruyorum. Koyu karanlık, arada bir çalışan kaynak makinelerinin ışığıyla aydınlanıyor, kıvılcımlar havai fişekler gibi gecenin içinde iz bırakarak yitiyor. Sağ yanım tren yolu. İş yorgunu insanlar bir robot gibi trenden inip evlerinin yolunu tutuyor. Dalgın, düşünceli. Ayaklar, kendini gidecekleri yere götürüyor. Lacivert montlu çocuk beni görmedi.

Tam çarpacakken sendeleyerek duruyor, göz göze geldik işte. Gülseydi o anda…

Keşke gülseydi. Bahar bile gelecekti, çıvgınlar, fışkınlar arasında. Gülseydi, almaşık yaprakların arasından ortaya saçılacaktı yeşil. Gülseydi eğer…

Tersaneleri geçince, yolun kıyısındaki parka girip bir sigara içmek üzere banka oturuyorum. Arkamda iki kişi tartışıyor. Daracık kot pantolonlu olan, ayak ayak üstüne atmış, bilmiş bir tavırla konuşuyor. Kulağımı kabartıyorum. Dinleyince aralarında bir sorun olmadığını, heyecandan bağırarak konuştuklarını fark ediyorum.

– Çok hesaplı adamdı, öldüğünde Pendik’in yarısı onundu, arsalar, apartmanlar, daireler. Duyduğuma göre taksiye bile binmezmiş, Kadıköy’e trenle gidip gelirmiş.

– Amma da hesaplıymış ha. Ölünce harcamaya kıyamayıp, kıç cebinde beslediği taksi parasının ne faydasını gördü?

– Kıskanma lan. Paran olsa, harcamayım diye, yürüyerek gidersin sen işe.

– Bence akıllı adam, parasını kendi harcar, geriye bir bok bırakmaz.

– Nasıl olacakmış o?

– Akıllı adam, ömür boyu eşek gibi çalışıp, kazandıklarından bir kuruş yemeden öbür dünyaya mı gider? İyi hesap yapan adam, öldüğü gün cebinde beş parası olmayan adamdır.

– Öleceği günü nereden bilecek ki?

– Ben orasını bilmem.

– Oğlum senin dediğinin olması için, ya öleceği günü bilecek ya da ömür boyu beş parasız gezecek.

Diğer seçeneği de bulsunlar istiyorum. Arkamı dönüp sözlerine karışmamak için kendimi zor tutuyorum. Neyse, gecikmeden birisi söze giriyor.

– O zaman herif parası bitince gidip kendini köprüden aşağı atsın. Senin hesabını sikeyim…

Aklın yolu bir.

Yüzüm denize dönük. Dikkatimi de denize çeviriyorum. Sahilden eski bir tekne geçiyor. Tekne, yol başlarında beli bükük bekleyen, yürümekten değil de oflayıp puflamaktan yorgun yaşlılar gibi büyük bir hırıltı ile ilerliyor. İlerliyor demek doğru değil. Beş dakikadır izliyorum, çam ağacı ile çardağın arasındaki iki metrelik mesafeyi henüz alamadı. Belki de demirli. Arkamdan gelen sesler kesildi. Adamlar kalkmış olmalı.

Kimse yok şimdi parkta. Ayaklarımı uzatıp, toprağa uzanıyorum, çimenlerin üstüne. Yemek arayan karıncaları izlemek için, sağ dirseğimin üzerine yaslanıp yan dönüyorum. Dikenler olmasa çayırda uyumak ne iyi olurdu. Toprak titriyor, tren geçecek.

Karıncalar, ufaladığım simit parçalarını buldu. Bulamasalardı da, yalgınmış deyip döneceklerdi. Yaşama ilişkin bildikleri bu kadar. Bilmişlik taslamadan yaşıyorlar, çiğnekte durmamak gereğini bilmiyorlar. O zaman da ölüyorlar, büyütmeden, umursamadan. Arkalarından gelenler yollarını değiştirmiyor.

Dipsiz bir akşam, tren yolunun ardındaki sıvaları dökük evlere bakıyorum. Perdeler, pencereye çıkmış; balkondan aşağıya sallanan çamaşırlar gibi uzayıp gidiyor karanlık. Hep aynı evler. İnsanlar hep aynı, eve giden yoldaki kireç kuyusu, rüyamda tırmandığım bahçe duvarı, her rüyanın sonunda aşağı düştüğüm dam aynı. Uzaklaşan trenin ardında nokta gibi kalıyorum. Tren gittikçe küçüleceğim, yok olana kadar, kıpırdamadan. Artık görünmez olduğumda yeniden çıkarım yola.

Görünmez olmak için saklanmak yetmiyor. Başını ellerinin arasına almak ya da konuşmadan durmak saatlerce. Hiçbiri yetmiyor. Hem daha kötü. Beni gösteriyor birisi: adama bak, kıpırdamadan duruyor. Aslında gördüğünün bir yanılsama olduğunu nasıl kanıtlayabilirim? Ellerimi tuttuğunda boşluğa dokunacak, yüzüme baktığında, oturduğum bankın arkasındaki ağacı görecek yalnızca. İçimden geçip, bana değmeyecek…

Saat ilerlemiş olmalı, yoldan geçen arabaların sayısı azaldı. Trenlerin vagonlarında beşer onar kişi var artık. Kaynarca geçidine az kaldı. Demek bu hızla yürüsem, yaklaşık yarım saatlik yolum var. Eğer adımlarımı yavaşlatırsam, süreyi uzatabilirim. Zamanla böyle oynayabilsem keşke. Şarkıları yavaş söylersen, söylediğin şarkı sayısı azalıyor. Yok, çok şarkı söyleyeyim istiyorsan, koşturman gerekiyor. İşin bir de uyurgezerlik yanı var. Gideceğim yere vardığımda, kimi zaman kendime şaşıyorum. Parkta kimse var mıydı, geçit açık mıydı, yoksa tren yolundan mı karşıya geçtim, hava soğuk muydu, hiçbirini anımsamıyorum. Sanki, birisi alıp, beni gideceğim yere bırakmış. İyi ki bir taşa takılıp düşmemişim.

“Önüne bakarak yürüme düşersin.”

Senden duymuştum bunu. Belki de dalgın dalgın yürümeye bu yüzden alıştım. Senin söylediklerine inanırım, biliyorsun. Çok kez yanılttılar beni, gülünç duruma düştüğüm de oldu bu yüzden. Gene de çıkmam pek sözünden, belki de inanmanın güzel yanıdır bu.

Gözü bulutlarda, aklı havada yürüyenlerin düşmesi varken, gözünü ayaklarından ayırmayanların yere kapaklanması ne tuhaf.

Ben senin her sözüne inanırım. “Denizin içinde göl var: masmavi” dediğinde şaşırdım, doğru. Ama söylediklerine değil, denize dönüp, dalgaların arasında, durgun mavi camdan bir göl göremediğime. Felsefeyi sevmiyorum. Kaldırımlarda yeni ölmüş yavru kediler, penceresi açık evlerden sokağa akan hüzünlü ezgi, insanın içini burkan trompet sesi, gecenin bakıra çalan renkleri ve çözümsüz daha binlerce şifre içinde, olabildiğine yalındır gene de yaşam. Gizemli olanın, yalın olması ilginç değil mi?

Burak Kaya hakkında 59 makale
Müzisyen, yazar.