Özgür(!) Irak

Özgür Irak

Ürdün’de bir hafta sonu; kurtlar sofrası – Ağustos 2003

Hafta sonumu Ürdün’de kurtlar sofrasında geçirdim. Hepimiz aç kurtlar gibi doluşmuştuk otele. Üç veya dört yüz kişi kadar vardık. Amerikalılar, İngilizler, Türkler, Hintliler, Uzak Doğulular, Iraklılar, Ürdünlüler… Pek Almanı, Fransızı yoktu soframızda.

Irak halkına ait olması gereken petrol için toplanmıştık hepimiz. O petrolden doğacak gelir sayesinde bizler iş alacağız ve yıkılmış Irak yeniden yapılandırılacak. İngilizce’de “liberated Iraq” diyorlar, anlamı “Özgürleştirilmiş Irak”. Özgürleştirilmiş Irak’ın “liberal ekonomi”ye geçişinin ilk akbabalarıyız biz. Elimizin altında iş kartlarımız, gömleğimizin cebinde her an not almaya hazır kalemimiz, pırıl pırıl takım elbise, “bir kuzu bulsam da becersem” bakışları, “acaba yandaki iş adamları ne konuşuyor” kulakları, herkes şık, herkes tetikte, herkes şüpheci, herkes avda…………….

İlk önce üç saat sunum yapıp, ne dediği anlaşılmayan bir Amerikalı çıktı sahneye. Herkes uflar puflar çekip adamın temsil ettiği şirketin ne olduğunu anlamaya çalışırken, bir Uzak Doğulu söz istedi. “Yani siz tüm işlerin sizin şirketinize ait olduğunu ve bizlerin ancak taşeron olabileceğimizi mi söylüyorsunuz?” diye sordu Allah’tan da, Amerikalının ne işe yaradığını anladık. Adamın şirketi Amerika’nın ta kendisi. Petrolü o çıkarıyor, boru hattına o hakim, bombaladığı binaları, yolları, köprüleri velhasıl tüm altyapıyı kendi onaracak. Demek ki, savaş sırasında hangi noktaların vurulacağı, yok edilen bu altyapının hangi şirket tarafından onarılacağı belliydi. Ne kadar çok vurursan o kadar çok ihale. Attığın bomba boşa gitmez, salla iki tane de şu su boru hattına. Kime ne ölen veya susuz kalacak insancıklardan.

Amerikalıdan daha çok Amerikalıya benzeyen bir Iraklı çıkıyor sahneye. “İş ve demokrasinin” birbiriyle olan bağlantısını anlatıyor. “İş olması için demokrasi olması gerekiyor, diktatörlük girişimciliği kısıtlar” diyor özetle. Bakın özgür Irak’ın demokratik ortamı nasıl da iş ortamı yarattı bizlere. Bu demokrasi için Irak’tan akreditif açıldı, mevzuata göre ithalatı gerçekleşti, hap şekline getirilen demokrasi halka dağıtıldı. Bir bardak su ile içilen minik haplar insanların beynine hemen etki yaptı ve “ohhh işte demokrasi”. Ne kolaymış, ne hoş şeymiş bu demokrasi.

“Demokrasiyi getirmeseydik zor iş yapardınız” diye ekliyor ki, şu demokrasiden Allah razı olsun diyelim hepimiz. Yanımdaki bir Türk iş adamı kendi kendine söyleniyor; “Ya bak adamlara hemen de nasıl getirdiler demokrasiyi, biz de seksen yıldır debeleniyoruz Türkiye’deki demokrasi işiyle”.

Yemekte görüştüğüm Iraklı iş adamları ise birazcık farklı konuşuyorlar.

– Irak’ta su, elektrik, polis, asker, ilaç yok.

– Saddam savaştan önce tüm mahkumları salıverdi, yağmacılar ve hırsızlar cirit atıyor. Her mahallede aileler en gencini mahalle çetesine veriyor ve çeteler yirmi dört saat nöbetleşe mahalleyi yağmacılardan koruyor.

– Halk kendilerini özgürleştiren (!) Amerikalılardan nefret ediyor. Eğer televizyonda bir Amerikalı yaralandı deniyorsa, gerçekte en az on Amerikalı ölmüş demektir.

– Amerikalı askerler, Suriye sınırından pasaport değiştirip son gaz Irak’tan kaçıyorlar.

– Irak’ta kaos var.

Anlaşılan bu ithal demokrasi haplarını almayı unutmuş bir kaç kişi kalmış Irak’ta. Hal böyle olunca taşeron asker aranıyor Türkiye’den, Azerbaycan’dan, Polonya’dan, Pakistan’dan ve diğer fakirlerden.

Hiç bulundunuz mu Çanakkale’deki şehitlikte. Ne işi vardı Hintlinin, Yeni Zellandalının Çanakkale’de. Sadece satılık bedenlerdi onlar. Tıpkı köşe başındaki bayan gibi. Biz taşeron polisliğe zorlanırken, yanımdaki Iraklı iş adamı gururla “Türkler bizim kardeşimiz artık” diyor. Diğer bir Ürdünlü iş adamı ise “On yıl oldu Türkiye’ye gitmedim, bu yıl tatile gideceğim, savaş sırasında sevgim arttı Türkiye’ye, Amerika’ya karşı durdu ya…” diyor. Arap’ın dostluğu, ekonomik refahtan daha mı iyi? Bunun için değil, başını dik tutmak ve Çanakkale takımının yeni bir üyesi olmamak için tüm hayırlar. Bedenlerini feda etti de, çok mu kalkındı Hindistan, Yeni Zelanda ve diğerleri….

Konferansın organizatörü Amerikalı, 1977 yılından beri Irak’ta bulunmamış. Yatırım alanlarını tavsiye eden diğer bir Amerikalı konuşmacı;

– Ben de bilmiyordum. Irak’ta mantar tarlaları varmış. Irak’a gidin, iyi bir aile ile ortak olun ve mantar üretmeye başlayın. İşte size yatırım.

Bir Türk iş adamı ise kibarlığını biraz bozuyor.

– Ulan eşşoğulubeşkulak, çok biliyorsan git sen mantar yetiştir. Adam tüm ülkeyi harap etmiş, sonra tüm işleri kendine vermiş.

“Altına hücum”dan farkı yok tüm görüntünün. İnsanlar birbirlerinin tepelerine basarak kapışmaya çalışıyor altın madenlerini, oysa bize kalan sadece mantar tarlaları.

Şirketime döndüğümde tavsiye edilen yatırım alanları içerisinde “mantar tarlaları”nı yazıyorum. Yanlış anlamışsındır deyip raporumdan çıkarıyorlar.

Akşam içki faslında tüm iş adamlarına resepsiyon veriliyor.

– Yahu, Allah razı olsun şu Amerika’dan, Sovyetlerden sonra Irak’ı özgürleştirdi(!). Ama benim gönlüm ezik İran halkının özgürleştirilmesinde. Zavallı insanlar. Hem altmış milyon nüfus, hem yastık altında paraları, hem de yeraltı zenginlikleri var. Vah vah şu insanlara, bunlara hemen bir özgürleştirme operasyonu gerek.

– Zaten Amerika bölgeye oynamalı, eğer sadece Irak ile kalırsa yenilgi ihtimali daha yüksek.

– Şu Ürdünlü kızı gördün mü? Çok güzel.

– Hangisi köşedeki mi?

– Evet, ben bir onun yanına gideyim. Belki onun da özgürleştirilmeye ihtiyacı vardır.

– O kız bana sanki daha önceden özgürleştirilmiş gibi geliyor. Baksana özgür özgür bakışları var.

– Bu konferansta en az dört yüz kişi var. Herkes üç, dört yüz dolar ödedi. Bu hesaba göre sırf bu konferanstan adamlar yüz bin dolar kazandı. Biz de ihale peşinde koşup duralım, hikaye yani.

– Ya, biz de bir konferans düzenlesek. Bizim mahalledeki deliyi de konuşmacı yaparız, konuşmacı masrafımız olmaz. Mantar tarlalarından daha iyi fikirleri vardır muhakkak. Konferansın adını da yine burada olduğu gibi “Irak’ın yeniden yapılandırılması” koyarız, fakat altına ekleriz. “Bul karoyu, al parayı”. İlgi çeker.

– İyi fikir be, sen bana kartını vermiş miydin?

Sonrası, Amman sokakları…

Şam’ın egzotikliği ile Riyad’ın planlı altyapısını toplayın ve ikiye bölün, biraz da Ankara’nın gece esintisini koyun, alın size Amman. Yeraltı kaynakları olmadığından dolayı gerçekten özgür bir şehir. Karışanı görüşeni yok. İş adamı dediğin akşam eğlenir. Otel boşalıyor. Lobide toplanan tüm ekip, gece klüplerini soruyor. Herkes dağılıyor gecenin karanlığına. Umduğunu bulan yok gibi. Ne bu konferansta, ne de Amman gecelerinde.

Akbaba konferansına misafirlik eden şehir onları yanıltıyor.

Herkes bu ilk adım diyor, yılmak yok.

Benim ise, aklıma Kevin Carter’nın hikayesi geliyor beni derinden etkileyen. 1994 yılında Sudan’da çektiği bir resimle Pulitzer ödülü kazanır. Açlıktan halsiz düşmüş bir bebek yerde sürünürken akbaba yanı başında onu izliyor. Kevin ödülü almanın heyecanını yaşarken, bir kişinin sorusunun onu yıktığı açık.

– Peki ama bebeğe ne oldu?

Kevin cevaplar.

– Bilmiyorum.

Kevin Carter üç ay sonra intihar etti.

Elde ettiğiniz mükemmel sonuçlar her zaman başarı anlamına gelmeyebilir, başarı yolunda nasıl yürüdüğünüz de önemlidir.