Anne Babaların Çocuklarına Dair Korkuları

Anne Babaların Çocuklarına Dair Korkuları

Anadolu Lisesi günlerimde, sadece okuldaki derslerinde başarılı olmak dışında meziyetleri de olan, öğrencilerle dolu bir arkadaş çevrem vardı: Folklor oyunları konusunda liselerarası başarılara erişmiş bir ekibinin üyeleri, Türk müziğiyle ilgili koristler, benim de bir parçası olduğum Rock grubunun elemanları gibi. Sadece derslerle meşgul olan çocuklarca uzaktan, genelde gıptayla, bazen de acımayla izlenen bir güruhtu bu bahsettiklerim. Provalar, yarışmalar, seyahatler bazen kıskanmalara neden olabilirken, bazen de sınavların orta yerindeki faaliyetler nedeniyle de saçmalık olarak değerlendirilebiliyordu.

Diğer yandan bu sözünü ettiğim ders dışı uğraşlarla meşgul olan öğrencilerin velileri de elbette ki onları çok daha ciddi ve dikkatle izlemekteydi. Acaba bu harika sosyal uğraşlar derslerini etkiler miydi? İş sosyallikten haytalığa doğru bir dönüşüme uğrar mıydı? Korku ve paniğin bir adım gerisindeki endişeli öğrenci velileri, doğal olarak çocuklarını, Karadeniz yöresi oyunlarında yetkinleşen folkloristler veya Led Zeppelin çalabilen rockerlar olarak görmekten ziyade derslerinde başarılı çocuklar olarak görmek istiyorlardı.

Bu korku ve paniği elbette ki nedensiz ve hastalıklı bir durum olarak görmüyorum. Çünkü ekonomik ve siyasal anlamda güzide bir istikrarsızlığa sahip güzel yurdumuzun çocuklarına vaat ettiği harika bir geleceğin olmaması nedeniyle iyi okullardan iyi derecelerle mezun olabilmek, çocuğun hayatını sürdürebilmesi için bir zorunluluk. Meslek lisesi mezunu babam ile ilkokul mezunu annemin, karnedeki ilk zayıf notlarımı görmeleri üzerine, beni okuldan alıp, sanayide torna-tesviyeci olmak üzere çıraklaştırma önerisinde bulunması da unutulmaz bir tehditti. Bunlar anlaşılamayacak ya da küçümsenecek kaygılar değildi elbette ama yine de kariyer ve istikbal başlıkları altında gerçekten de mutsuz ve bitkin bir 30’lu yaşlar kuşağı oluştu günümüzde.

1980’li yıllarda orta-lise eğitimi almış kişilerinden biri olarak yaşıtlarıma ve sınıf arkadaşlarıma tarafsızca bakmaya çalışıyorum. Hedeflediği noktalara ve kariyere ulaşmış ya da ulaşmak üzere gerekenlerin tümünü başarmış kişiler de var, kariyer için yırtınmış ama ya şans ya da başka nedenlerle gerekli çabayı gösterdiği halde o noktaya henüz ulaşamamış ve pes etmemiş kişiler de var, ne için ne amaçla nereye gideceğini henüz saptayamamış ve çok saygı duyduğum hedefsiz ve çabalamak istemeyen anti-entegre kişiler de var çevremde. Ama hemen hepsinin ortak özelliği kendilerini harika hissetmemeleri. Bu gerçekten çok düşündürücü bir konu. Yıllarca para, emek ve zaman harcayarak hedeflenen noktaya ulaştıktan sonra neden; “işte sonunda oldu”, “iyi hissediyorum, beklediğim ve istediğim gibi yaşıyorum” diyemiyorlar?

Her şeyden evvel çok büyük paranoya ve korkuların altında şekillenen bir dünya tasarımının ortasına doğdu söz ettiğim kuşak. Sola yüksek volümlü bir tokat atan 12 Eylül sürecinin sonucunda, aydın velilerin çocuklarına ilişkin en büyük korkuları, çocuklarının politize olması, yani sağ-sol davalarına karışmalarıydı. Çünkü bu ülke 16 yaşındaki lise öğrencilerine işkence yapmakta beis görmeyen bir ülkeydi. Bu anlamda velilerin bu doğal koruma içgüdüleri küçümsenemez ve eleştirilemez.Ama bu içgüdünün daha tehlikeli sonuçlara ulaşabileceği öngörülememişti o günlerde: Renksiz, korkak, fikirsiz, belli bir dünya görüşü olmayan sadece kariyer ve makam dertlisi bir kuşak yetişmiş oldu. Ama tüm bunlara ulaşmaları dahi ileride onları mutlu ve huzurlu, tatminkar insanlar yapmaya yetmeyecekti. Çünkü para ve makamla birlikte kendilerinin de bilemedikleri ve farkına varamadıkları bir şeyler hep eksik kalacaktı hayatlarında. Acaba, hayatta yapabildiği en iyi işi mi yapmaktaydı bu fikirsiz çağdaşlarım? Herhalde kendi kendilerine sorabilecekleri en zor soru bu olsa gerektir.

Aynı dönemin başka bir korkusu da çocukların başlarının emniyetle derde girerek sicillerinin kirlenmesi ve ilerideki iş başvurularında bunun iş sahibi olmalarını engellemesiydi kuşkusuz. Yani problem yine işsizlik eksenine oturmaktaydı. Ayrıca okuldaki dersleri dışında uğraşları ve yetenekleri olan çocukların bu uğraşları kesinlikle amatörce ve hobi düzeyinde sürdürmeleri konusunda baskı yapılmaktaydı. Yani çok iyi gitar çalabilirsin sana bravo, ama önce derslerinde başarılı olmalısın ve sonra kendine en uygun işe girmelisin. Arta kalan zamanlarda da istediğin kadar gitar çalabilirsin. Hobindir. (Hobi lafı deli eder beni.) Bu yaklaşım da yine kişiyi silikleştirmeye, aynılaştırmaya, fikirsiz sürünün nadide bir parçası olmaya yönelten bir harekettir. 80’li yıllarda, gerçekten ne olmak istediğini bilemeyen, hedeflerini sağda solda, yeni yetişen Yuppy’lere özenerek, onları iyi bir şey zannederek belirleyen, mutsuz olacaklarından haberdar olmayan, yarışmacı ruhlu çocuklar peyda oldular. Ayrıca, safça hobi olarak sanatsal yeteneklerini sürdürebileceğini düşünen iyi niyetli çağdaşlarım, iş hayatına girdikten sonra tek satır şiir okuyamadıklarını, işleri dışında hiç bir konuya yoğunlaşamadıklarını ve artık paraları olduğu için alabildikleri pahalı gitarlarına dokunacak zaman ve iştahlarının kalmadığını göreceklerdi. Ya da bunu bile fark edemeyeceklerdi. Belki de kendilerini sanat ve fikirden bu kadar soğuttukları için sonunda Teoman’ı Rock müzisyeni, Bedri Baykam’ı ressam, Mustafa Altıoklar’ı da sinema filmi yönetmeni sanıyorlar.

Evet, benim gibi 30’larına gelmiş ve 30’larını yaşayan çağdaşlarımın bir kısmı ailelerinin beklediği ve hedeflediği anlamda bir şey oldular bu hayatta, benim gibi bir kısmı da henüz bir şey olamadı ve hala olmaya çabalıyor olabilir, hiç çabalamayanlar da gözümdeki en saygın kesim olarak var olmaktalar. Onlar durma ve hiçbir şey olmama gibi en kutsal haklarından birini kullanıyorlar. Ama en azından ailelerinin beklediği ve hedeflediği anlamda bir şey olanlar bahsettiğim bazı küçük ve acımasız soruları kendilerine sormaları ve gecikmiş bir iç hesaplaşma yapabilmeleri belki bu mutsuzluklarına ve tatminsizliklerine bir parça ilaç olabilecektir. Aynı zamanda gerçekten de elinden gelen en iyi işi yapıp yapmadığını da kendi içinde herkesin tartışması zorunlu ve yararlı olacaktır bana göre. Denemek gerek. Olunmaması gereken bir şey olmaktan daha da zararlı olamaz herhalde.