Gri Anılar-I: Sovyetler’in Mirası, Polis Devletleri

Sovyetler'in Mirası, Polis Devletleri

Anılarımızın hepsi anı olabilmek için bir sınavdan geçer. Benliğimize yer etmiş olayların hepsi bizi ya çok üzmüş ya da çok sevindirmiştir. Geriye dönüp baktığınızda aklınızda kalan sıradan olaylar değil, gri ve mavi anılardır.

Adrenalimi en çok salgıladığım coğrafya eski Sovyetler Birliği ülkeleridir. Alışık olduğumuz normların dışında bir sisteme sahip. Bu da size her an sürprizler yaratıyor.

Moskova (Şeremetova Havaalanı), Eylül 2000

Moskova’yı iyi bilirim demek İstanbul’u iyi bilirim demek kadar büyük bir yalandır. 1995 yılında Rusça dersi aldığım Olga’ya Moskova’yı sorduğumda “Büyük bir köy” demişti. Beş yıl sonra, şehir büyüklüğünü korumasına rağmen artık bir köy değildi. Doksanlı yıllarla başlayan yeniden yapılanma ve değişim politikaları denetimsiz gelişerek başta Moskova şehri olmak üzere tüm Rusya’yı belki de tarihinde görülmemiş kadar hızlı bir değişime uğrattı. Komünizm döneminde evi, işi, arabası, aşı ve sosyal imkanları olan fakat parası olmayan ve çalışmayan halk, yeni dönemde iş sahibi olup, ev, araba, aş ve sosyal imkanlar elde etmek için gece gündüz çalışmaya başladı. Sistem tam tersine dönerken zenginler yine zengin, fakirler de yine fakir kaldı.

Uçaktan havaalanına inmemizle birlikte pasaport kontrol kuyruğuna erken ulaşmak için koşuşturmaca başlamıştı bile. Sıkıcı kuyruğun tadını almamış olan Moskova’nın ilk ziyaretçileri koşuşturmanın nedenini anlamaya çalışıyorlardı. Pasaport kontrolü sırasında geçirilen bir saatin sonrasında uçaktan inen Türkler pasaport polisini aşamamıştı. Türklerin pasaportları toplatıldı ve sıranın hemen yanında bulunan sandalyelere oturtulduk. Bir süre sonra sivil kıyafetli bir polis gelerek pasaportları dağıtmaya başladı. Pasaportunu alan tekrar sıraya giriyordu. İçimiz biraz olsun rahatlamış halde pasaportumuzu beklerken uzaktan gelen bir telsiz sezi duydum. Türkçe yapılan “Üç yolcumuzu Türkiye’ye geri gönderiyoruz, yarın sabahki uçuşumuza ayarlayalım lütfen” anonsunu duyunca etrafıma baktım. Pasaport bekleyen ben dahil üç Türk kalmıştık. Sesin geldiği yere yöneldim. Daha sonra THY yetkilisi olduğunu öğrendiğim tüyü bitmemiş bir gencin Rus görevlilerle tarzanca anlaşmaya çalıştığını gördüm.

– Dostum, nedir sorun, o üç kişi biz değiliz umarım.

– Evet, sizsiniz. Sorunu bilemiyorum, ama Türkiye’ye dönmek zorundasınız. Bu akşam dinleneceksiniz, yarın sabah uçakla Türkiye’ye dönüyorsunuz.

– Suçumuz nedir? Polislerle konuşsak.

– İnanın, ben de bilmiyorum. Fakat, suçunuzun ne olduğu önemli değil. Karar verilmiş Türkiye’ye dönmek zorundasınız. Ben iki yıldır burada çalışıyorum, bu tip olaylarda hiç bir zaman kurtulan olmadı hepsi Türkiye’ye gönderildi. O yüzden hiç kendinizi yormayın Türkiye’ye dönmek zorundasınız.

Arkadaşım Levent Doğan soruyor.

– Nerede dinleneceğiz?

– Havaalanı içerisinde nezarethane var. Normalde içeriye yiyecek almazlar ama ben size yiyecek getirmeye çalışacağım.

İşte o an olayın ciddiyetini anladım. İki saat sonra bizi yetkililer alarak bavullarımızın yanına götürdüler. Benim bavulumun şifreli kilidi olduğu için kilidini açamamışlar ve bavula bir pencere yapmışlar. Bavulumu aradıktan sonra bavula açılan pencere kapatılmış ve sanki hiç bir şey olmamış gibi köşelerden bantlarla tutturulmuş.

Benimle birlikte olan diğer iki kişiden birisi Levent, iş yerinden arkadaşım, diğeri Ali ile ise bu talihsiz olay sayesinde tanıştık.

Nezarethaneye alınırken karşıdan bir çift gözün bizi kontrol altına aldığını fark ediyorum. Tipik bir Azeri. Arkadaşlarımı Türkçe konuşurken dikkat etmeleri hususunda uyarıyorum. Havaalanı içerisinde kapalı bir kısımdayız. Kullanabileceğimiz bir tuvalet var. Yiyecek, içecek imkanımız yok. Gezgin olmanın tecrübesiyle çantama sokuşturduğum viski şişesini çıkarıyorum. Bütün gece boyunca bu şişe bizim tek besin kaynağımız olacağa benziyor. Oturduğumuz taburelerin hemen yanı başında küçük bir oda var. Anladığımız kadarıyla bir geceden fazla gözetimde tutulan insanlar için uyuma bölümü yapmışlar. Odanın penceresi demir parmaklı. Odanın az ilerisinde bir çok polisin doluştuğu küçük bir oda daha var. Polisler ara sıra demir parmaklı odaya giriyor ve gürültü başlıyor. Azeri olduğunu tahmin ettiğim şahıs ise kendinden emin etrafta dolaşabiliyor. Polislerle konuşuyor, odaya girip yatağa uzanıyor, fakat tüm ilgisi bizim üzerimizde. Yanımızda üç dört kişi daha var. Afganlı olduğunu tahmin ettiğimiz bu kişiler de bizler gibi tutuklu. Biz bu arada cep telefonlarımıza sarılıyoruz. Aklımıza kim gelirse arıyoruz. Herkese aynı cümleler söyleniyor.

– Bizi niye içeriye aldıklarını bilmiyoruz. Eğer bizi çıkaramazsanız yarın uçakla Türkiye’ye gönderecekler.

Telefondaki karşı sesler ise birbirinden çok farklıydı.

Moskova’da irtibatta olduğumuz insanlar;

– Merak etmeyin şimdi ben adamlarımla orayı basıp, sizi kurtaracağım.

Türk-Rus iş adamları derneği;

– Bir daha anlatsanıza sizi niye içeriye aldılar.

Şirketimizdeki arkadaşlarımız;

– Size vizeyi alanlarla ve Rus elçiliğiyle irtibata geçtik.

Türk Büyükelçiliği;

– Sizin durumunuz Ticari Ataşeliği ilgilendiriyor onları arayın.

Ticari Ataşelik;

– Sizin durumunuz elçilik ile ilgili onları arayın.

Eşim Tada;

– İyi haber erken dönüyorsun.

Türkiye’den tesadüfen arayan bir arkadaşım;

– Bulursan bir Matruşka alsana.

Yardımın zor geleceği gözükmesi üzerine işi içerden çözmeye çalışmamız gerektiğini düşündüm. Arkadaşlarıma Azeri’nin duyabileceği şekilde birbirimizle konuşmamız gerektiğini, suçsuz olduğumuzu ve bizi buraya niye aldıklarını bir türlü anlayamadığımızı vurgulamamız gerektiğini söyledim. Başlıyoruz tiyatroya. Azeri keyifle dinliyor. Bir süre sonra benim yanıma geliyor. Rusça konuşmak istiyor. Onunla rahatlıkla konuşabilecek düzeyde Rusça bilmeme rağmen Rusça bilmediğimi söylüyorum. Beş dakika sonra yine yanımıza sokuluyor. Bozuk İngilizcesi ile bize sorular sormaya başlıyor. Güney Kıbrıslı olduğunu, Kıbrıs’ta Türklerden ne kadar çok korkulduğunu anlatarak politik konuları açmaya çalışıyor. Kendisine tüm insanların kardeşliğinden bahsediyorum. Hatta ne kadar yufka yürekli olduğum konusunda daha inandırıcı gözükmek için korkunç bir yalanla, vejetaryen olduğumu dahi söylüyorum. Politik insanlar olmadığımıza ikna olan Azeri, bizden uzaklaşıp polislerin odasına giriyor. Yarım saat kadar sonra yine yanımıza yanaşıyor ve söze başlıyor.

– Kardaşlar, ben Azerice de danışıram.

Başından beri bizi dinlemesi için görevlendirildiğini düşündüğüm bu kişiyle şimdi aynı dili konuşmaya başlamıştık. Eski Sovyet döneminde de Sovyetler Birliği’ne giren Türklerin peşine dilimizi anlamalarından dolayı Azeri ajanlar takılırdı. Polislerin bizim suçsuzluğumuza ikna olduklarını fakat bir kere bizi tutukladıklarından dolayı salıveremeyeceklerini söylüyor. Bir süre sonra tekrar yaklaşıyor ve kişi başına yüz Dolar vermemiz durumunda polislerin bizi bırakacağını hatta Moskova’nın merkezine kadar bile götürebileceklerini fısıldıyor. Sistemi kemiren rüşvetin içinde bulunduğumuz sıkıntı verici durumu çözebileceği açık. Diğer yandan, ya tüm düşündüklerim yanlışsa, ya bu adam casus falan değil o da bizim gibi tutukluysa, ya da biz parayı verdiğimizde içinde bulunduğumuz duruma bir de polise rüşvet teklif etme suçu eklenirse, hiç suçumuz olmamasına rağmen bu konumdaysak bir de suç işlediğimiz durumdaki konumumuz ne olur acaba? Ayrıca bu adam ajan ise belki bizi hala deniyor da olabilir. Gel de çık işin içinden.

– Yok arkadaş, biz rüşvet vermeyiz. Biz suçlu değiliz ki niye rüşvet verelim. Suçlu adam rüşvet verir. Fakat bizi salarlarsa şehir merkezine varınca bizi havaalanından merkeze götürdükleri için yüz Dolardan bile fazla para verebiliriz.

Teklifimi polislerin yanına gidip tartışmaya başlıyor. Yarım saat kadar sonra tekrar yanımıza geliyor. Çok net cevap veriyor ve ağzından çıkan son kelimeyi duyuyoruz.

– Yok.

Gidip içeriye yatıyor ve bir daha da bizimle konuşmuyor. Buradan kurtulamayacağımıza kanaat getiriyoruz. Havaalanına sabah inmiştik, saat akşam on bir oldu. Bırakın bizi buradan kurtarmayı, hiç kimse içeriye yiyecek bile sokamadı. Tuvaletteki musluk suyu ve bitmeye yüz tutmuş viski, işte o kadar. Umutların bittiği anda telefonum çaldı, arayan elçilikti.

– Ercan Bey, şimdi Ataşemiz yanınıza geliyor. Bir aksilik olmadığı taktirde biraz sonra serbest kalacaksınız. Standınızın boş kalması bize yakışmaz değil mi. Ziyaretimize gelirseniz uzun uzun size Rusya’daki gelişmeleri anlatırım. Çok uzun konuşmayalım, malum bütçemiz kısıtlı, elçiliğe çok yazmasın.

O kadar talihsizlikten sonra pek inanasım gelmiyor, fakat yarım saat kadar sonra Ataşe gözüküyor. Adama binlerce teşekkür ederken koşar adımlarla kendimizi kapının dışına atıyoruz.

Bavullarımızı Ataşenin arabasının bagajına yerleştirirken, Ataşe bagajın köşesinde duran küçük hamburger paketini gösteriyor.

– Eğer sizi kurtaramasaydım, en azından bu hamburgeri verecektim. Hamburgeri o yüzden aldım.

Ama biz üç kişiyiz burada bir tane hamburger var, diyemiyorum. Olsun kurtulmuştuk ya. Beynimden geçenleri okurmuşçasına devam ediyor.

– Neyse kurtuldunuz ya, onu da çocuğa götüreyim, para boşa gitmesin.

Hamburgere üzülmeyi boş verip, bunca eziyetin nedenini ve bizi nasıl kurtardığını soruyorum.

– Rusya’ya her vize alındığınızda Rusya’daki bir kuruluş size davetiye göndermek zorunda. Siz İstanbul’dan vize başvurusu yaptığınız da sizin hiç tanımadığınız bir kuruluş size davetiye gönderir. Aslında siz bundan hiç haberdar olmazsınız. Siz vizenizi alır ve Rusya’ya gelirsiniz. Bu iş kendilerine yarattıkları bir tür iş ortamı. Size davetiye veren kuruluşun polislere borcu varmış. Yani, gerekli yerlere gerekli ödemeleri geciktirmiş. O yüzden kuruluşu cezalandırıyorlar, sizlerle sorunları yok aslında.

Devam ediyor;

– Size samimi söylüyorum bu işin benimle ilgisi yoktu, sizinle elçiliğin ilgilenmesi gerekiyordu. Bu tip olaylar hemen her uçakta oluyor. Eğer ben her geleni kurtarmaya kalksam havaalanında yatıp kalkmalıyım.

– Elçilikte aslında konunun sizinle ilgili olduğunu söylemişti.

Birden sinirleniyor. Söyleyecek laf bulamıyor, yalnızca homurdanıyor.

– Neyse erken uyuyun da sabahtan standınızı kurarsınız. Büyükelçimiz yarın erkenden fuarı ziyaret edecek. İlk uğrayacağı stand, Sakıp Ağanınki olur tabii.

– Ne standı? Ne fuarı?

– Siz gıda fuarına katılmak için gelmediniz mi?

– Yoooo.

Ortalık sessizleşiyor. Niye kurtarıldığımızı anlıyoruz. Büyükelçimiz bizim standı boş görünce nerede bunlar diye soracaktı. Bu basit soruya cevap verilmemesi için kurtarılmıştık.

Ataşe gülmeye başlıyor. Herhalde sinirsel bir boşalma diye düşünüyorum. Kurtarılma nedenimiz bir yanlış anlaşılma bile olsa kendisine minnetle teşekkür ediyoruz. Bizi şehir merkezinde Moskova’da iş yaptığımız kişilere teslim ediyor. Ataşenin uzaklaşmasıyla bizi teslim alan arkadaş göğsünü kabartıyor.

– Bizim Moskova’da gücümüz işte böyledir. Biz adamı böyle kurtarırız. Aslında daha erken de kurtarırdık ama adamlarımız telefonlarını kapatmıştı.

Hiç bir şey yapmamış olmasına rağmen kırılmasın diye ona da teşekkür ediyoruz. Hatta benden Matruşka isteyen arkadaşıma bile teşekkür etmek zorunda kalabileceğimi düşünüyorum. Çünkü bir kere kurtulduk ya, sahiplenen çok olur. Bu arada içinde paralarımın olduğu iş çantamı nezarethanede unuttuğumu fark ediyorum. Havaalanına geri dönüyoruz. Saat sabahın ikisi olmuş. Kimin aklına gelirdi, biraz önce koşarak çıktığım bu nezarethaneye tekrar girebilmek için polislere yalvaracağım. Israrla niye girmek istediğimi soruyorlar. Çantamı unutmuşum diyemiyorum, çünkü çantanım kaldığını o ana kadar fark edememişlerse çantam yerinde duruyordur. Eğer ben kendi ağzımla söylersem halen çalınmamış çanta anında yok olur. Bir kağıt düşürdüm onu alacağım diyorum. İkna oluyorlar ve içeriye giriyorum. İçeride bizim Azeri, polis elbiselerini giymiş.

– Ooooo, gardaş hoş gelmişsen.

Çanta oturduğum taburenin yanında duruyor. Muhtemelen yanımda oturan Afganlı sayesinde dokunulmamış. Saatlerce yanında oturduğum halde benimle hiç konuşmayan Afganlı bozuk bir İngilizce ile;

– Döneceğini biliyordum, beni unutmazsın herhalde.

Uzaktan bize sırıtan Azeri ile göz göze geliyoruz. Afganlıya teşekkür ediyorum.

– Sen unutmazsan, ben de unutmam.

(Yazının ikinci bölümü için tıklayın.)