İki Pencereli Bir Aşk Hikâyesi

Aşk Hikâyesi

Çimenler, yeşillerini matlaştıran soğuk nem tabakasının altında. Rüzgarın her esişinde, mor dairelerle büyüyen, yağmur suyunun kenarında oturuyoruz.

– “On beş yaşındaydım. Siz eski evinizde otururken. Semtimize yeni taşınmışlardı. Bilirsin, o yaşlarda, yeni olan ne varsa güzeldir.”

– “Onunla tanıştığını bana söylemiş miydin? Söylesen anımsardım…”

– “Onu bir süre kendimden bile sakladım. İnsan, içini kaplayan bir duygunun esiri olduğunu, ancak, bir zaman sonra fark edebilir. Fark ettiği an, çoktan zincirlerini takmıştır.”

– ” O yıl hastalanıp durmuştum. Seher’i de taşındıktan birkaç ay sonra size geldiğimde görmüştüm. Neyse… Peki, ne kadar sürdü, bu fark etme meselesi?”

– “Mart ayının son günleriydi. Yukarıda parlayan güneşe aldanmış, hafif bir giysiyle sokağa çıkmıştım. Evin arkasındaki sokağı geçip, yolun sonunda, koruya bitişik duran, Kemal’in evine gidecektim. Daha önce, annesi yanında Seher varken, annemle beni görmüş, bizleri ayaküstü tanıştırmıştı. Bir an önce gitmek için annesinin yanında sabırsızlanıyordu. Bunu görünce annem, “herhalde aceleniz var” deyip, ertesi gün kahve içmeye çağırmıştı. Ama beklediğim gibi olmadı. Gerçi annesi yalnız değildi, ama yanında Seher değil, kardeşi vardı. Yalnızca bir kere konuşmuştuk. Gene de Kemal’in evine girmek üzere kapıya yöneldiğimde, onu tanıdım. Görür görmez tanıdım..”

– “Demek ilk gördüğünde aklına koymuştun.”

– “Aklıma bir şey koymamıştım. En azından aklımın benim kontrolümde olan kısmına. Belki bilinçaltıma, kendiliğinden yerleşmiş olabilir. Nedenini bilmeden, yolumu değiştirdim. Koruluğun içine doğru yürüyüp, onu, yanından geçerken, son anda görmüş gibi irkildim. Bu Seher’e karşı yapabildiğim, son sahte hareket oldu. ‘Beni gördüğün için mi geldin? Başka yere gidiyordun.’ diye sordu. Soruya vermem gereken yanıt, kocaman bir ‘evet’ olmalıydı. Ama ben, arkadaşım Kemal’e gitmek üzere evlerine yöneldiğimi, ama Kemal’in koruda olup olmadığına baktıktan sonra eve gitmenin daha doğru olacağını düşünüp koruya doğru yürüdüğümü söyledim. Benim biraz önceki irkilmemi taklit ederek ‘Öyle mi?’ dedi. Daha sonra, iki elini hafifçe yukarı kaldırıp, parmak uçlarını kendisine doğru çevirip ‘Ama burada bir tek ben varım’ dedi. El hareketi, ‘ben’ sözcüğünün üzerinde bir tur attı. Yüzüne yayılan alaycı gülümsemeden, beni daha fazla sıkıştırmayacağını anladım. Bu kadarı ona yetmişti. Eğer, ne zaman diye sorarsan işte, o ‘ben’ sözcüğünün bana ulaştığı an. Tabii, bu benim bildiğim, belki de, beni koruya yönlendirecek bir güdü, bilinçaltıma girdiği an. Bilemiyorum.”

Seher’in adına ‘ben’ derken, gözlerinde bir uzaklık belirdi. Uzakta bir yere bakar gibi başını kaydırdı. Korudaki ilk karşılaşmada, babasının subay olduğunu, geçici görevle buraya atandığını, en az bir yıl burada kalacaklarını öğrenmişti. Seher’in parlak, koyu kahveye çalan gözleri, Nazım’ın anlattıklarıyla birleşip belli belirsiz bir hayal içinde içime doluyordu. Sahi, ben ne zaman fark etmiştim? Nazım, aklımın başka yerde olduğunu hissetmişti. ‘Şimdi, bunlar sana komik geliyordur’ dedi. İşin aslı Seher, Nazım’ı hiçbir zaman sevmemişti. Seher’in duyguları, olsa olsa, mahalleye yeni taşınan kimselerde olabilecek türden, bir iyi niyetti.

– “Hayır. Komik değil. Seni dinlerken, gözümde ilk gençlik yıllarımız canlandı. Özge teyze, beni yanına çekip, ‘Bu çocukta bir şeyler var. Bizden gizliyor, ama ben, bal gibi farkındayım. Şu yeni gelen subayın kızı. Değil mi?’ diye sormuştu. İşte senin anlattıklarından önce, annen bana çıtlatmıştı. Ama o dönemde, arkadaşının sırrını, ne olursa olsun, büyüklere söylemek bağışlanmaz bir hataydı. Ben alaycı bir tonla ‘Siz bir tek o kız mı var, sanıyorsunuz’ diye yanıtlamıştım.”

– “Seni de tanıştırmıştım. Birbirinizle arkadaş olmanızı sonradan, kıskandığımı söylesem herhalde şaşırmazsın. O günü anımsarsın. Masada, kaldığım yeri unutmamak için, bir kağıt parçasıyla ayırdığım kitap vardı. Sen gelmeden biraz önce, baskı sayısı kitabın sayfa sayısından daha çok olan kitabımı gösterip “bunu mu okuyorsun ?” diye sormuştu. Beğenmediğini öylesine açıkça belli etmişti ki, evet derken duraksadım. Onda başkalarından farklı olan bir şeylerin varlığını seziyordum. “Sen okumadın mı ?” diye sorduğumda, “belki, okuduktan sonra bana verirsin.” dedi. Sonra da her zamanki alaycılığını takınıp, “ama gene de okumam” dedi.

Nazım’ın Seher’in yüz hatları ile ilgili her benzetmesi, gözümün önüne Seher’in farklı hallerini getiriyordu. Konuşurken gözlerimin içine bak derdi. O zaman gözlerinin içindeki derinliğe dalıp bir daha da dışarı çıkmak istemediğim akşamüstleri aklıma geldi. Güneş, batmadan önce bizim evin balkonunda dinlenirdi. Gözlerinin içi, bir insanın “beni sev” demesine benzeyen bir sıcaklıkla ışırdı. Hava hep serindi, hep ürperirdim yanında. Her zaman, içimde mide bulantısına dönüşen bir heyecanla…

– “Seni tanıştırdığım için pişman olmuştum. Hele siz Seher’lerin binasına taşındığınızda.

– “Evet, bana evin bazı sorunları olduğunu, babamı uyarmam gerektiğini söylemiştin.

İşin doğrusu Nazım, Seher’e uygun değildi. Seher’in çelişkilerle dolu ama bir o kadar da derin dünyası, Nazım için genç kızlara özgü bir havadan ibaretti. Dut ağacının altında, bana aklından geçenleri anlatırdı. Dünyayı dolaşmaktı en büyük arzusu.

– Yer kürenin üstünde milyarlarcayız, kollarımızdaki saatlerle, ölümü bekleyen, tıpkı az sonra kıyıda eriyecek dalgalar gibi. Biliyor musun, dalgaların en çok köpürdüğü an, kıyıya en yakın oldukları andır. Ben, mutluluğu arayanları anlayamıyorum. İnsan biraz olsun başını kaldırıp, önüne bakmalı…

O’na ilk kez dokunduğumda beklediğim çıkmadı: Ellerini kaçırmadı. Sıcaktı elleri. Ellerimi sıktı. Omzuma yasladı başını. Gözleri her zamanki gibi uzaklardaydı. Mutsuzluğa hazır, dalgın bakışlarıyla. Şimdi, Nazım’la aramdaki boşlukta asılı duran bakışlarıyla.

Giderken, ne bana ne de Nazım’a uğramıştı. Nazım’la aramızdaki soğukluk ancak böyle kayboldu…

Burak Kaya hakkında
Müzisyen, yazar.