Beton Ölüm, Tahta Hayat: Çin -II-

Beton Ölüm, Tahta Hayat: Çin -II-

(Yazının ilk bölümü için tıklayın.)

Rehberimiz Şing, Çin Kültürü’nü anlayabilmek için aylarca Çin’de kalmanız gerekli diyor. Bizim aylarımızın olmadığını çok iyi bilen Şing “Eğer aylarca kalamıyorsanız dört şeyi yapmalısınız” diye devam ediyor; “Büyük Duvar’a çıkın ki, büyük erkek olun, Pekin’de Pekin ördeği yiyin, Çin ilaçlarını tanıyın, Pekin Operası’nı seyredin”.

Büyük Duvar’ı ziyaretten sonra ekibimizin ilk uğrağı Çin Tıp Okulu. Okul, tek katlı. Bize kısaca Çin Tıp Tarihi anlatılıyor. Çinliler Dünya’da kullanılan tipik ilaçların aksine, ilaçların kaynağı olan otları doğrudan ot veya çay halinde kullanıyorlar. Bize satmaya çalıştıkları ilaçları ise kimse almıyor. Özelikle şişmanları sıkıştırıyorlar, ilaç satmak için.

Şehre dönüşte, bir de inci satan mağazaya uğruyoruz. Birbirinden farklı göz kamaştırıcı inciler. Yine kimse bir şey almıyor.

Beijing’in en az “Büyük Duvar” kadar etkileyici diğer eseri ise “Yasak Şehir”. Yani imparatorların yaşam alanı. Kime yasak? Halka ve imparatorun içeriye almak istemediği herkese. Kudretli imparatorlar kendilerini ne kadar güçlü hissetseler de halktan uzak durmayı da ihmal etmemişler.
Yasak Şehir, 14. Yüzyılda inşa edilmiş. Beijing’in merkezinde etrafı büyük duvarlarla ve su bentleriyle çevrilmiş çok büyük bir yaşam alanı. Bu şehirde 14’ü Qing’li ve 10’u Ming’li olmak üzere 24 imparator yaşamış.

Beijing’den Yasak Şehir’e açılan giriş bölümünde dört adet kapı var. En sağ ve en soldaki kapılar düşük rütbeli askerlerin geçmesi için. Ortada bulunan ve köşelerdeki kapılara göre daha büyük olan kapı, imparatorun ailesinin kullanımı için. Yine ortada bulunan en büyük kapıyı ise yalnızca imparator kullanabiliyor. Bu kapıyı imparator hariç kullanan her kişi ölümü göze almış demektir. İmparatorun karısı evlendiğinde yalnız bir kereye mahsus bu kapıdan geçiyor. Her yıl düzenlenen yarışmalarda ödül kazanan kişiler de bu kapıdan geçmeye hak kazanıyor. Bin yıllar sonra imparatorun kapısından elimizi kolumuzu sallayarak geçiyoruz.

Yasak Şehir’deki tüm binalar tahtadan yapılmış. Çin’de hayat semboller üzerine kurulmuş gibi. Onlar için tahta hayat, beton ölüm demektir. O yüzden hep tahta içerisinde yaşamayı tercih etmişler. İşte bu yüzden şehrin içerisine su kanalları yapılmış. Kanallar hem drenaj görevi yaparak yeraltı suyunu topluyor, hem de yangın sırasında kullanılmak üzere gerekli yağmur suyunu depoluyor.

Ayrıca şehrin çeşitli bölgelerinde dev kazanlar var. Yağmur suyuyla dolan kazanlar, kış aylarında içerisindeki suyun donmaması için, alttan devamlı ısıtılıyor. Bu kazanlar da yine yangına karşı, su depoları. 19. Yüzyılda kazanların altın kaplaması Avrupalılar tarafından çalınmış.

Şehre girdikten sonra geniş bir meydan sizi karşılıyor. Meydanın diğer ucu Seromoni Bölümü’ne kadar uzanıyor. Meydanın sol tarafındaki binalar Mançuri dilini tercüme eden görevliler için. Çin hükmündeki Mançuri’nin yönetimi için bu bölüm kurulmuş. Meydanın sağ bölümünde ise “Hazine” kısmı var. Hazine’ye yer altından kazılabilecek tünellere karşı meydanın alt kısmı on beş kat döşeme tuğla ile örülmüş.

Meydanın orta kısmı yalnızca imparatorun yürüyüş alanı. Bu bölgeden yürürken kendinizi daha güçlü hissediyorsunuz.

Seromoni Bölgesi’ne tahtadan yapılmış ihtişamlı binalar serpişmiş. Her birinin işlevi farklı. Seromoni Bölgesi’nde sonra, her yıl tekrarlanan sınavlar için kurulmuş Sınav Alanı var. Daha sonra ise en ihtişamlı bölge olan imparatorun yaşam alanı ile karşılaşıyorsunuz.

Tüm şehri hakkıyla anlamaya çalışıp incelerseniz aylarınızı alması şaşırtıcı olmaz. Şehir gerçekten insanı hayrete düşürecek büyüklükte.

İmparator yılda en az iki kez bu şehirden dışarı çıkmak durumunda kalmaktaydı. Yazda ve kışta hasat dönemlerinde “Temple of Heaven” yani Tanrı’nın Tapınağı’na gider ve Tanrılara hasadın verimli geçmesi için dua ederdi.

Çinliler çok tanrılı dine inanıyorlar. Tanrılar genelde coğrafik güçleri temsil ediyor. Kilise veya cami gibi toplanarak ibadet ettikleri bir mekan yok. İbadetlerini kendi evlerinde gerçekleştiriyorlar. Bu bilgileri veren rehberimiz Şing, “Anlattıklarım teorik olarak böyle ama diğer yandan pratikte pek dine inan da yok, Çin’in geneli benim gibi ateisttir” diyor.

Bir toplumun temel taşlarından birinin din olması gerektiğini düşünürdüm. Hatta toplumun ve bireylerin uyumlu yaşamı için dinin gerekliliğine inanırdım. Şing’in dinsiz diye adlandırdığı Çin ise gördüğüm en düzenli, en sakin, en uyumlu topluma sahip.

Tanrı’nın Tapınağı’nın en uç kısmında, tapınağın en büyük binası yer alıyor. Silindirik bina üç kademeden oluşuyor. Bina tamamen mavi renkli. Oysa bir yangına maruz kalmadan önce alt kısım yeşil, orta kısım sarı, üst kısım ise maviymiş. Yeşil halkı, sarı imparatoru, mavi ise Tanrıyı simgeliyor.

Beijing’in başka bir tarihi eseri ise “Yazlık Saray”. Çok büyük bir gölün kıyısına kurulmuş olan imparatorun yazlığı. Ayrıca Çin’in en büyük hanedanlığı olan Ming ailesinin mezarlığı, “Ming Tomb” da ziyarete açık başka bir tarihi alan.

Çin’de imparatorluk sistemi 1911’e kadar sürer. 1911 Yılından 1967 yılına kadar imparatorlar, Yasak Şehir dışına çıkamazlar. Son imparator 1967 yılında ölür.

1967’den sonra kısa süreli bir karışıklık sürer. Mao yönetimi alır ve tüm coğrafyada yaşayan halkları Çin’de birleştirmeyi başarır. Mao’nun en büyük hatası ise “Kültür Devrimi” adı altında gerçekleştirdiği ezici politikalardır. Mao’ya hala hayranlık besleyen insanlar dahi bu dönemde yapılan zulüm verici politikalar için üzüntü duyduklarını ifade ediyorlar.

Beijing’in merkezi meydanı “Tian Mengmen”. Meydanda “Zhengyangmen” kapısı bulunuyor. Kapı, tüm heybetiyle meydanın ortasında. Kapı, Ming ve Qing İmparatorlukları iç şehir güney duvar merkezi olarak adlandırılıyor. Tipik bir korunma yapısı. Yapımına 1419 yılında başlanmış. Bu tarihten itibaren defalarca hasar görüp onarılmış kapının karşısında Mao’nun mozolesi var. Mozolenin kapısında her gün binlerce insan ziyaret için kuyruğa giriyor.

Eski Beijing, Tian Mengmen meydanına on dakikalık yürüyüş mesafesinde. Eski Beijing’deki mimari son derece etkileyici. Çinlilerin “Hu Tong” dedikleri dar sokaklardan oluşan şehirde bambaşka bir hayat var. Küçük ve çatıları eğik binalar arasındaki ipek satıcıları, enfes yemekleriyle restoranlar, çay evleri ve hediyelikçiler başınızı döndürüyor. Kalabalık içerisinde yaşanan bir curcuna.

Eski Beijing’in hemen dışında çok kaliteli restoranlar var. Bu restoranlar, İngilizce “Roasted Beijing Duck” diye adlandırılan “Pekin Ördeği” ile ünlü. Ağabeyim ile paramıza kıyıp yediğimiz enfes ördeğin üzerine içilen yeşil çay sonrası, zevkten dört köşe oluyoruz.

Seyyar halde yemek satan aşçılarıyla meşhur bir başka yerde “Fangfungçing” caddesi sonu. Aklınıza getireceğiniz ve hatta getiremeyeceğiniz her türlü hayvan pişirilip satışa sunulmuş. Birbiri ardına sıralanmış elli kadar seyyar satıcı var. Önlerinden geçerken hepsi şakalaşıyor ve kolunuzdan çekip yemekleri tatmanızı tavsiye ediyor. Çin mutfağını çok sevdiğim için her seyyar satıcıda durmadan edemiyorum. Kaşık ve çatal kullanmayan Çinliler yalnızca iki adet tahta çubuk ile yemeklerini yiyorlar. Eğer bu çubukları kullanmayı Çin’e gelmeden öğrenmemişseniz vay halinize. Uygur olduğunu şapkasından anladığım gence hemen soruyorum.

– Tamahlarda domuz var ma? (Yemeklerde domuz var mı?)

– Yohh. Müslüman’ın tamahında domuz bolmaydı. (Yok Müslüman’ın yemeğinde domuz olmaz)

Diye cevaplıyor. Kısa süreli sohbetimizden sonra “Hoşçakal” diyor. Şaşırıyorum, çünkü ayrılırken Özbekler “Hop veya yahşi”, Kazaklar ve Kırgızlar “Meyli, caraydı veya Caksı” derler. İlk defa bir Türk toplumundan “Hoşçakal” kelimesini işitiyorum.

Çin hakimiyetinde olan Uygur Özerk bölgesi Çin’in Kuzey Batısındadır. Bu bölge coğrafi olarak “Doğu Türkistan” diye adlandırılır. Batı Türkistan Coğrafyası ise Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan ve İran’ın Kuzey kısmını içine alır. Başkenti Urumçi olan özerk bölgenin adı “Sincan” eyaletidir. Çince’de uzak sınırlar anlamına gelen Sincan, yüzyıllardır Çin’in hakimiyetinden kurtulmaya çalışmaktadır. 1867 Yılında Osmanlı İmparatorluğu himayesine geçmeye çalışan Uygurların bayrağı ise Türkiye Bayrağı’na çok benzerdir. Uygur ve Türk Bayrakları arasındaki tek fark renkleridir. Türk Bayrağı Kırmızı, Uygur Bayrağı ise Mavidir. Ay ve yıldız figürleri aynıdır. Cumhuriyet kurma çabalarına halen devam eden Uygurlar, Türkiye’ye sevgi beslemektedir.

Beijing’de Avrupa’dan gelen turistlere son derece fazla ilgi var. Herkes size yardımcı olabilmek için uğraş veriyor. Hatta gençler sizinle bir süre İngilizce konuşabilmek için yolunuzu kesiyor. Beklediğimden çok daha az Avrupalı turist var. Tahminimce çevremizde Çin’e komşu ülkelerden çok turist var, ama ben onları Çinlilerden ayırt edemiyorum. 2008 Olimpiyatlarının Beijing’de yapılacak olmasına Beijing halkı çok seviniyor. Fakat, ben onlar kadar sevinemiyorum. Çünkü, 2008 olimpiyatlarından sonra şehrin turistlere olan masum ve sıcak ilgisinin maddiyata dayalı bir ilgiye dönüşeceği muhtemeldir. İyi ki bu olimpiyatlardan önce Beijing’i ve Beijing halkını tanımışız.

Beijing’e veda etme, yani Şangay’a yolculuk zamanı yaklaştıkça içimizi buruk bir sevinç kapladı. Beijing’i ve Beijing halkını gerçekten çok sevmiştik. Diğer yandan sevincimiz yeni yolculuğumuza.

Beijing tren garını tarif etmek için “Ana baba gibiydi” ifadesi çok yetersiz kalır. İnanılmaz kalabalık. Bu kalabalıkta hiç kimsenin İngilizce bilmediğini ve panoların hepsinin Mandarin Alfabesiyle yazılmış olduğunu göz önüne getirirseniz, bizim karşılaştığımız zorluğu daha iyi anlayabilirsiniz. Onlarca ayrı sıra var. Bir tanesine girdik. Yaklaşık bir saatlik bekleyiş sonrası İngilizce bilen bir genç kızın yardımı ile yanlış sırada olduğumuzu anladık. Liyn, bizim için ayrıca iki saat daha harcayarak bilet almamıza yardımcı oldu.

Trenlerde üç ayrı sınıf var. Bizimkisi en alt sınıf. Toplam on sekiz saat sürecek bir yolculuk. Vagonumuza girdiğimizde yol gözümüzde daha da büyüyor, çünkü oturacağımız koltuklar gerçekten çok küçük. Sabaha karşı Şangay’a ulaşıyoruz. Bir yandan bavullarımızı taşırken bir yandan da şişmiş ayaklarımıza hayretle bakıyoruz.

Şangay ile Beijing sanki iki ayrı Dünya. Tek benzerliği Çince konuşulması. Beijing’deki sıcak kanlı insanlardan eser yok. Şangay yalnızca Çin’in değil Uzak Doğu’nun en gelişmiş finans şehirlerinden biri. Beijing’den daha pahalı bir şehir.

Şehrin ortasından büyük bir nehir geçiyor. Nehrin iki yakasını ise kocaman gökdelenler süslüyor. Nehrin iki ucundaki köprüler iki yakayı birleştiriyor. Bu köprüler arasında yapılan bir saatlik yat gezisinde Şangay gecelerinin büyüsüne kapılıyorsunuz.

Çin’e eğlence için geldiyseniz Şangay’dan uzaklaşmanızı tavsiye etmem. Gerçi Çinlilerin eğlence anlayışı da bizim eğlencelerimizden çok farklı. En popüler yerler “Karaoke Barlar”. Erhan ile bir barın içerisine giriyoruz. Bar yuvarlak. Yuvarlak içerisindeki bayanlar yuvarlağın dışarısında oturan müşterilere sürahi içerisinde bira servisi yapıyorlar. Hemen yan tarafta pist var. Pistin arkasında da dev bir ekran. Ücretini ödemeniz karşılığında piste çıkıyorsunuz ve şarkı söylüyorsunuz. Arkanızdaki dev ekranda o şarkının klibi oynuyor. Çinliler piste çıkıp şarkı söylemekten son derece zevk alıyorlar. Barın etrafındaki müşteriler ise üçlü gruplar halinde zar atıyorlar. Zar atımını barın içerisindeki bayan yönlendiriyor. İlk anda kumar oynadıklarını düşünüyoruz, fakat öyle değil. Barın içerisindeki bayanlar onların oyununu yöneterek hoş zaman geçirmelerini sağlıyor. Biz sıkılıyoruz, fakat onlar hayatından çok memnun. Bu barların bir de özel kısımları var. İlk önce bu özel kısımları algılamakta güçlük çektik. İki veya üç erkek seçtikleri kızlarla birlikte bu odalara girdiklerinden dolayı çok şaşırdık ve merakımızı çekti. Bir odanın önünden geçerken kapının aralık kısmından içeriye göz attım. Barda İngilizce bilen olmadığı için içeride olanları anlamanın tek yolu da buydu. İçerideki manzara çok şaşırtıcıydı. Odanın ortasındaki masada meyve tabakları dizilmiş. İçeride dev bir televizyon ekranı var. Erkekler, klip seyrederken şarkı söylüyor. Bayanlar ise onları alkışlıyor. Hepsi son derece mutlu gözüküyordu.

Çin’de kadın erkek ilişkileri de bize göre çok daha farklı. Yemek yerken yanımıza oturan genç erkek bize kız arkadaşından ayrılmak üzere olduğunu söyledi ve yardım etmemizi istedi. Kız arkadaşı yanına oturduğunda çok yakın arkadaş olduğumuzu ona göstermek istiyordu. Bir süre sonra sevimli bir kız yanımıza oturdu. Az önce öğrendiği isimlerimizi söyleyerek bizi kız arkadaşıyla tanıştırdı. Kız konuya hemen girdi ve kendisinin hediyesi olan müzik kasetlerini verdi ve gülerek uzaklaştı. Genç ağlamaya başladı, onu teselli etmeye çalışmamıza rağmen utandı ve yanımızdan uzaklaştı.

Kadınların erkeklere karşı biraz daha baskın olduğu izlenimini alış veriş merkezlerinde de hissettik. Tüm satıcılar kadın. Kadınlar malın pazarlığını yapıyorlar, son fiyat teyidini kocalarından alıyorlar. Hiç bir zaman erkeklerin kadınların verdiği fiyata hayır dediğine rastlamadım. Kadınlar, sanki erkeklerine saygı gösterip teyitlerini alır gibi. Günlük yaşamda da bizim ev işi diye adlandırdığımız temizlik, ütü ve bulaşık yıkama gibi işleri erkekler de en az kadınlar kadar yapıyor. Biz de kadın işi denilen bu işler, Çin’de hem erkek hem de kadın işi. Günlük hayatta da kadınlar her alanda çalışıyor. Zaten bu kadar kalabalık bir toplumda kadının arka planda kalması söz konusu olsaydı, büyük bir iş kaybı olurdu.

Diğer yandan güncelliğini kaybetmekte olan ve hatta Çin’de yasaklanmış bir başka gelenek ise kadınların ayaklarını bağlamaları. Kadınlar küçük yaşlardan itibaren ayaklarını sıkıca bağlayarak ayaklarının büyümesini engelliyor. Sakatlıklarla sonuçlanan bu işlemin tek amacı kadınların erkeklere hoş gözükme istekleri. Çin’de kadının küçük ayaklısı beğeniliyor.

Mao zamanında boşanmak son derece güç hale getirilmiş. Günümüzde ise boşanmak serbest olmasına rağmen boşanma oranı çok düşük.

Toplu oturulan mekanlarda insanlar birbirlerine bakmaktan çekinir gibiler. Yolda yürüyen alımlı bir bayana erkeklerin laf atması veya sarkıntılık yapmasını bırakın göz süzmesi bile olası değil. Tüm ilişkiler bir arada bulundukları küçük ortamlarda gerçekleşiyor. Örneğin bir restoranda hiç kimse yandaki masada oturan insanlara bakmıyor, herkes kendi masasındaki ortamla ilgileniyor.

Şangay’da Beijing’den daha çok rastladığımız keyif ortamı ise masaj salonları. Her kuaförün önünde silindirik ve uzun bir cam var. Bu camın içerisinde dönen renkli figürler gece olunca ışıklandırılıyor. Bu kuaförler aynı zamanda masaj salonları. Masaj, Çin’de son derece ilgi görüyor. Tüm mağazalarda masaj aletleri satılıyor. Tüm otellerin altında masaj salonları var. Hatta öyle oluyor ki yolda önünüzü kesen masörler sizi tabureye oturtup masaj yapmak istiyorlar. Varoşlara gittikçe bu masaj salonlarının işlevi daha koyulaşıyor.

Çin’de sigara alışkanlığı son derece düşük. İngiltere’nin Çin’i sömürge altına aldığı dönemde Çin halkının afyona bağımlı hale getirilmiş olması ise inanması zor bir gerçek.

İmparatorları simgeleyen ejderha artık, Şangay’ın simgesi olmuş. Çin, Şangay ile ekonomik olarak Dünyanın ejderhası olmak için yola çıkmış bile.

Şangay sokaklarında dolaşırken Beijing’i özlüyorum. Gerçeğinden ayırt edilmesi güç olan taklit Rolex saatime bakıyorum, saat sabahın dördü. Erhan ile gökdelenlerin arasında kalmış parka gidiyoruz. Parktaki yüzlerce kişiyle birlikte yeni doğan günü karşılıyoruz. Güneşin kendisini göstermesiyle hepimiz ayakta aynı hareketleri yapıyoruz. Bu spor yalnızca vücudumuz için değil aynı zamanda ruhumuzu dinleniyor.

Tanrının bana verdiği yeni gün için minnet ediyorum. Semerkant’ta kıldığım bayram namazında Tanrıya kendimi ne kadar yakın hissetmişsem, Çin’de yeni doğan günde spor yaparken aynı hislere kapılıyorum. Etrafımdaki insanların kıyafetlerine bakıyorum son derece basit. Tüm Çin gezimiz hızlıca aklımdan geçiyor. Çin’de tanıştığımız insanlar ve yaşadığımız olayları gözümün önüne getiriyorum. Saatlerce karmaşık bir matematik problemini düşünmüş ve sonucunun “iki kere iki dört” ettiğini anlamış biri gibi seviniyorum. Aklıma Nazım’ın şiirini sonlandırdığı dizeler geliyor. “Basit yaşayacaksın basit, sanki yaşamın bir gün sona erecekmiş gibi basit….”

Çin’deki son günümüzün bu sabahında aklıma yine Şing geliyor. Şing diyorum içimden, aylarca kalmadım ama Çin’i anladım galiba. Çin’deki o kadar karmaşık toplum yaşamının, sembollerin ve kalabalığın arkasında sistemi yöneten ve mutluluğu sağlayan bireylerin basitliği saklıymış meğer.