Realite Televizyonu ve Türkan

Daha bir yıl öncesine kadar evimizde televizyon yoktu. (Sekiz yıllık evliyiz). 1995 yılından itibaren haberleri ya da olanı biteni internet aracılığıyla televizyondaki akşam haberlerinden önce öğrenebiliyorduk. Yani ekonomik bir gerekçe olarak bu malı satın almamızı gerektirecek bir ihtiyaç söz konusu değildi. Eşimle ortak bir kararla evimize uzunca bir süre televizyon almadık. İkame olarak aile bütçemizden görsel sanatlara sinema, tiyatro ve kitap okumaya kaynak aktarmayı uygun bulduk. Açıkçası çocuğumuzun da televizyon bağımlısı olmasını tercih etmiyorduk. İlk zamanlarda eve gelen aile fertlerinin veryansınlarına maruz kaldık. Ellerindeki eski televizyonu verme girişimleri de başarısız oldu, çünkü televizyonu yanlışlıkla yere düşürmüş gibi yapıp kırık halde iade ettik. Daha sonra “Çocuklar maddi durumunuz gerçekten bu kadar kötü mü? Eğer elimizden gelebilecek bir şey varsa lütfen çekinmeden söyleyin.” gibilerinden psikolojik yıpratmalara göğüs gerdik.

Geçenlerde televizyonları bir hafta kapatma kampanyalarıyla ilgili haberleri okuduğumda haliyle eskiyi hatırladım. O zaman evimize televizyon nasıl girebildi diye meraklananlarınız için söyleyeyim. Aile anılarını arşivlemek için aldığımız video kameradaki kayıtları izleyebilmek ve çocuklu bir aile olarak daha seyrek sinemaya gidebildiğimiz için gerektiğinde bir filmin DVD’sini seyredebilmek için. Haliyle eve televizyonun girmesiyle birlikte belgesel ve haber içerikli programlarla birlikte çerez misali ucuz yapımlar da yavaş yavaş içeriye siner oldular. Tahammülü en zor olanı ise ‘realite televizyonu’ diye adlandırılan ve sözde hayat gerçeklerini yansıtan programların da arada bir algılama alanımızı ilhak etmeleri. Bu programlarla ilgili olarak en büyük şikayetim ise şu anda dünyanın en tehlikeli bulaşıcı hastalıkları olmaları. Bırakın AIDS’miş, sıtmaymış, bunlar palavra. Dünyanın neresine gitsem Survivor, Temptation Island, Big Brother, gibi programlar “Yaşam Kavgası” ya da “Birisi Sizi Gözetliyor” gibi yerel isimlerle insanların karşısında. Milletin işi gücü yok, bir adaya ya da bir eve zorla tıkılmış birbirinden farklı kişiliklere sahip insanların nasıl “gerçek yaşamla mücadele ettiklerini!” seyrede duruyorlar. Hele bir de işin içine ‘reyting’ gibi saçma bir standart girince, cinsellik ve bundan ticari bir fayda elde etme olgusu iyice kafaları rahatsız ediyor.

Şikayetlerimizi şimdilik bir yana bırakalım. Arada bir bu programları yapanların hiç tahmin edemeyecekleri bir sosyal olgu, kaza ile bu sözde bilimsel laboratuvarlara malzeme oluyor. Yer Avustralya. Program Big Brother (Biri Sizi Gözetliyor). İlk sürümün ticari başarısı üzerine ikinci sürümde evde kalacak kişileri seçmek için yapımcılar yarışma açıyorlar. Tam 12 bin başvuru geliyor. Ülke nüfusu 19 milyon olduğuna göre binde bire yakın bir katılım oldukça yüksek. Bu gözlemde gençlerin hedef alındığını düşünecek olursak, burada yaşayan genç nüfusa “Avustralya olarak terörle mücadelede ABD’nin yanında yer almalı mıyız?” türünden bir sanal oylama yapılsa katılım bin, bin beş yüz oyu geçmezken realite show’lara katılımda hemen her kesimden ilgi geliyor. Yani “ülke savaşa girse” – ki girdi – ve “ülke ekonomisi bundan zarar görse” – ki darbe aldı – hiç kimsenin kılı kıpırdamazken, saçma sapan eğlence araçlarına, yapılan harcama, su gibi. Hepsinden de önemlisi bu hastalık zengin fakir dinlemiyor. Bakın, görün Türkiye’de bu programları eleştirenler gelişmiş ülkelerin durumunun farklı olduğunu sanıyorlarsa yanılıyorlar. Hastalık sınır tanımıyor. AIDS’le mücadelede batılı uzmanların ehemmiyet telkinlerini “Ne yani artık cinsel ilişki de mi kurmayalım?” gibi anlamsız açıklamalarla tersleyen Afrika ülkelerinin tutumu ne kadar yanlışsa, bizim eve televizyon sokmamamız da o kadar abes kaçıyor. (İş keşke televizyonun üstüne bir örtü örtmekle çözülebilse.)

Aylar süren çalışmalardan sonra 12 bin kişiden on ikisi programa seçiliyor. Tesadüf bu ya, içlerinden biri de Türk asıllı “Türkan”. Bu on iki kişi eve tıkılıyor ve önce iki hafta birlikte dışarıda olan bitenden bihaber yaşıyorlar. İkinci haftanın sonunda grup içinden ilk feryat Türkan’dan geliyor. Türkan ailesinden ilk kez bu kadar uzak kalmış olmanın etkisiyle hafif bir bunalım geçiriyor. Türkan sabahları yatağında sessiz sessiz ağlıyor olarak diğer ev ahalisi tarafından tespit ediliyor. İkinci haftanın sonunda evdekiler üç kişiyi evden atmak üzere oylama yapıyorlar. Türkan’la birlikte iki kişi daha öne sürülüyor. Bu üç kişinin hepsinin ortak özelliğiyse etnik kökenlerinin Avustralyalı olmaması. Bu durum, bazı kişilerce “ırkçı bir yaklaşım’ olarak yorumlanıyor. Yapımcılar haliyle izleyicilerde rahatsızlık hissi uyandırmamaya özen göstererek kişilerin etnik kimliklerini izleyicilere telaffuz etmiyorlar. Ancak Türkan’ın etnik kimliğini anlamak için arif olmak gerekmiyor. Nitekim evdeki diğerleri de kendisine Türkan olarak değil “Turks” olarak hitap ediyorlar.

Programın kurallarına göre ev halkının oylaması kamuoyuna sunuluyor ve izleyiciler evden atılmasını istedikleri kişileri telefonla arayarak oyluyorlar. Daha sonra basın evden atılacak adaylardan “Doğu Bloğu” kökenli genç kızın Liberal Partinin gençlik kollarında aktif olduğunu kamuoyuna duyuruyor. Tahminlere göre liberal kökenli izleyicilerle, Türk asıllı Avustralyalılar telefonlara yüklenerek oylarını diğer kişiler aleyhine kullanıyorlar. Edilen telefonların gelirleri haliyle programın “kar” hanesine yazılıyor. Demek ki basın gelişmiş ülkelerde de bu işlere alet oluyor. Sonuç, ilk hafta Kore kökenli zat evden şutlanıyor. Türkan kendisinin atılmasını beklerken bu sonuca içten içe üzülüyor. Daha sonraki hafta tekrar atılacak kişiler ev halkınca belirlenirken programın “Big Brother”‘ı (yani evin “Gözetleyen” kişisi) her zaman olduğu gibi ev halkına neden “o” kişiyi evden atılmak üzere öne sürdüklerini soruyor. Türkan’ı attırmak isteyen ev ahalisinin hemen hepsi gerekçe olarak “Türkan’ın memnun edilmesi” olduğunu söylüyorlar. Gözetleyen şahıs ise “Bu gerekçe sizin gerekçeniz değil, Türkan’ın gerekçesi. Ben size sizin gerekçenizin ne olduğunu soruyorum.” diyerek üsteliyor. Bu üsteleme üzerine kimi ev halkı oylarını farklı yönde kullanıyorlar diğerleri ise ilk oylarında diretiyorlar. Ancak sonuç değişmiyor. Türkan ve önceki seferde evden atılmamış olan Doğu Bloğundan Liberal Parti üyesi genç tekrar aday oluyorlar. O haftanın sonunda artık liberallerin oyları mı yetmiyor ya da Türk asıllıların karşıt oyları mı galip geliyor, bilemiyoruz, Doğu Bloğundan Liberal Parti üyesi genç kız evden atılıyor. Bütün bu olanların arasında Türkan hayatını sürdürmeye çalışıyor. Genel olarak evcimen bir şahıs kimliği çizerek izleyicilerde sempati uyandırıyor. Ev ahalisini evi toplamak ve temiz tutmak konusunda organize ediyor ve yalnızlığını kendisine ilgi duyan bir gençle paylaşarak azaltmaya çalışıyor. Üçüncü etapta Türkan gene aday olarak gösteriliyor ama yine izleyici oyları evden atılmasına engel oluyor. Dördüncü hafta sonunda iş çığırından çıkıyor ve Türkan programın gözetleyen şahsının sanal ortamda bulunduğu kapalı odaya giderek artık duruma daha fazla tahammül edemeyeceğini ve insanlar kendisini atsa da atmasa da evden ayrılacağını açıklıyor. Magazin ve sohbet programları sunucuları olayı abartılı puntolarla diğer izleyicilere aktarıyorlar. Programı kameralardan internet aracılığıyla yayınlayan web sitesine sayısız bağlantı yapılıyor. Hatta kimi günler sistem kilitleniyor. Seçici kamera ise sadece Türkan’ın bulunduğu ortamlara yoğunlaşıp evde sanki diğer fertler yaşamıyormuşçasına bir garip tanrı kulunun kafesteki çaresiz kuş misali görüntüsünü milyonlara izlettiriyor.

Benim ise bütün bu olan bitenler arasında kafamı şu sorular yoruyor. Program yapımcıları seçim esnasında gerçekten Türkan’ın izleyici çekebilecek bir malzeme olduğunu düşünmüşler miydi yoksa bütün bunlar şans eseri mi oldu? Bu izleyici oylarında neden sadece dağılım oranları gösteriliyor da, mutlak oy atan kişi sayısı saklı tutuluyor? Gerçekten kaç kişi oy kullanıyor ya da oy atan kişilerin bir kaç defa oy kullanıp kullanmadıkları tespit edilebiliyor mu? Yoksa yine TIME dergisinin yaptığı “Asrın En Büyük Şahsiyeti” oylaması misali, Türkler galeyana mı getiriliyor? Bu telefon numaralarını arayanların posta kodları neden yayınlanmıyor? Yayınlanmasa bile yapımcılar bu verileri etnik kökenli nüfus dağılımlarıyla kıyaslama zahmetine katlanıyorlar mi? Bütün bu işlere harcanan para ve zaman ne tür bir “eğlence” ya da “sosyal iletişim” türü olarak sınıflandırılıyor ve hangi ulusal hesaplara yansıyor? Bu ekonomik aktiviteden devlet kasasına ne kadar vergi giriyor? Ve bu soruların hepsinden de daha fazla merak ettiğim soru, nasıl olup da benim gibi televizyona bağışıklığı olan bir dünyevi varlık bu bulaşıcı hastalığa yakalanabiliyor?

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.