Hayatların İstilası: İnsan Doğal Kaynak mı?

Çoğu kez, bir kişinin diğer kişilerin özel hayatına herhangi bir şekilde müdahalesini anlatır “özel hayatın istilası”.

Oysa bu tabiri çok daha yoğun bir şekilde hakkeden başka olgular da mevcuttur. Bu nedenle hayatların istilasını diğer bir yönü ile ele alacağım bugün.

Bildiğiniz gibi biz insanlar sosyal varlıklarız. Yaşantımız boyunca sosyal ihtiyaçlar ile güdüleniriz. Dolayısı ile her ihtiyaçta olduğu gibi, bu ihtiyacın karşılanması, insanın ruhsal tatmini için önemlidir.

Yemek yeme, su içme ve nefes alma gibi en temel fiziksel ihtiyaçları bir yana bırakırsak, sosyal ihtiyaçların karşılanıp karşılanmaması, insanın ruhsal altyapısının temel taşlarından biri olan sosyal bir varlık olma özelliği ile ilgili gereksinmelerin karşılanamaması durumunu doğurur. Bu da kuşkusuz insanın sağlıklı bir yaşam sürmesinin önüne geçecek ve hatta sağlık problemlerin oluşumuna bile yol açabilecektir. Bildiğiniz üzere günümüzde psiko-sosyal problemlerin fiziksel yansımalarının olabileceği, herkes tarafından kabul görmüş bir yaklaşımdır.

Bununla birlikte yaşamsal bazı zorunlulukların karşılanması ve hayatın idame ettirilebilmesi gibi gerekçeler ile sosyal yönümüzden belli bir oranda fedakarlık göstermemiz gerekeceği de toplumsal bir gerçektir.

Daha açıkça ifade etmek gerekirse, günümüzde hayatımızı idame ettirebilmek amacı ile her birimiz çeşitli işlerde çalışmak ve sağlanan ortamda zorunlu olarak üretimde bulunarak hayatımızı kazanmak zorundayız.

Buraya kadar tenkit edilecek bir şey bence de yok.

Yaşadığımız dünyada fiziksel ürünler elde etme gereksinimi var ise, ki gerçekten var, herkesin üretim faaliyetinde öyle veya böyle bir payının olması gerekmektedir. Zaten dile getirmek istediğim nokta çalışmadan günlerin geçtiği bir hayal alemine duymuş olduğum özlem değil elbette.

Benim itiraz ettiğim asıl nokta ise feragat etmek zorunda bulunduğumuz sosyal yanımızın kritik noktanın altına düşmüş olması ve bize kalan kısımlardan sürekli artan oranlarda feragat edilmesi yönünde bir talebin varlığıdır.

Şöyle bir baktığımızda işverenlerin bize şunları söylediğini duyar gibiyim:

– Arkadaşlar sosyal hayat burada da var. Bakın sizler gibi yüzlerce insan ile iletişim kurmaktasınız. Bu da sosyal ihtiyaçlarınızı karşılayacaktır. Modern yaşam da budur zaten.

Evet gerçekten de işyerlerinde de bir sosyal yaşamdan söz edilebilir. Ancak burada farklı olan bir sosyal oluşumdan çok, planlı bir oluşumun sonucu ortaya çıkan sosyal bir yapıdır. O sosyal birim içerisinde tüm bireylerin amacı iyi bir üretimin düşük maliyetle gerçekleştirilmesi olmalıdır.

Bununla birlikte üretim sistemlerindeki gelişmeler sonucunda kişilerin işyerindeki inisiyatifinin azaltılması eğilimi de kişilerin mutsuzluklarını iyice arttırmaktadır. Özellikle global firmalarda dünya çapında bir üretimi aynı kalitede ve belli bir hata payı ile üretmek amacı söz konusu olduğundan, birimlerde çalışanlara inisiyatif bırakmayan sistemler geliştirilmiştir. Bu da çalışanların işyeri hayatını olabildiğince rutinleştirmiştir. Başka bir deyişle söylenilen şudur:

– Biz senin yerine düşünürüz. Sen sadece olabildiğince çok çalış. Biz senin düşünmeni gerektirmeyen bir sistem geliştirdik.

Aslında buradaki sıkıntı ve mutsuzluk veren durum işveren tarafından da gözlenmiş olacak ki, doğal bir toplumsal yapının simülasyona uğratılarak işyerlerindeki planlanan yapıya uyarlanması sonucunda çalışanların bir ölçüde daha kolay entegrasyonunun sağlanması amacıyla çalışmalar yapılmaya başlanmıştır.

Bu nedenle özellikle büyük şirketlerde, şirkete bir aile havası verme, takım çalışmalarının daha samimiyete dayalı ve eğlenceli bir şekilde yapılması gibi etkinliklerle şirket içi yapının güçlenmesi amaçlanmıştır. Aslında, bu yapılanların amacı insanların mutluluğundan çok üretimin başarısıdır. Çünkü, onlar da biliyorlar ki mutlu çalışanla üretim yapmak, mutsuz çalışanla üretim yapmaktan daha verimlidir. Çalışanın, en azından mutlu olduğuna inanmasını sağlamak bile verimi arttıracaktır.

Oysa ki kendi gözlemlerime göre bu uygulamalar çok da başarılı olamamıştır.

Örneğin kendi hayat akışım içerisinde iş hayatına başladığım yılı bir milat olarak kabul edecek olursak, sosyal yaşantımda oluşan eğilimin pek de pozitif olmadığını üzülerek gözlemekteyim.

Şöyle ki her geçen yıl, bir önceki yıla göre daha az sinemaya veya tiyatroya gitmekte olduğumu fark ediyorum. Kitap okuma isteğim ise akşam eve geç gelip yorgun düşme nedenleri ile sürekli azalma eğiliminde zaten. Artık günlük gazeteleri okurken detaylara daha az inerek okumaya başladığımı çok iyi biliyorum. Daha önceleri ilgimi çekeceğinden çok da emin olmadığım başlıkların altındaki yazıları “Belki de bir şeyler vardır” diye düşünüp okurken, şimdilerde bu tür yazılara daha az şans vermeye başladım. Biliyorum ki her şeyi okumaya eskisi kadar ne gücüm var ne de vaktim. Ayrıca hobilerime ayırdığım zaman oldukça az, ki hobim olan uğraşlarda yeni aşamalar kaydetmeyi bırakın önceki seviyemin gerisine düştüğüme şahit oluyorum her seferinde.

Doğal olarak sosyal ihtiyaçlarımı belirleme ve uygulama yönündeki motivasyonumun da sürekli düşmekte olduğunu hissediyorum. Buradan da, sosyal hayatımın dolaylı (fazla çalışma sonucu yorulma sonucunda vs.) veya direkt (fazla mesailer) olarak istila edildiği düşüncesine varıyorum.

Elbette ki mutluluk fonksiyonumun önemli bir değişkeni değer kaybına uğrarken, hayatımı kazanmak için gereken fedakarlıklar ile ilgili fonksiyona ait değişkenlerin üst üste yüksek değerler elde ederek galip gelmesi benim (sanıyorum diğerlerini de) uzun dönem sağlık ve mutluluk eğrimi etkileyecek gibi görünmesi beni yukarıdaki tabloya ilk fırsatta müdahaleye zorlayacaktır.

Sonuç olarak varlığımın varlığına armağan edilmesi üzerine yazılan ve insanı bir doğal kaynak* olarak algılayan ve bu yüzden de “İnsan kaynakları departmanı” gibi yapılar oluşturan ve yine kendi faydasını optimize etmekle yetinmeyip kişilerin sahip oldukları tüm enerjiyi kendileri için kullanmasını amaç edinen modern işletme ideolojisinin, bir gün insana da saygı duyan yaklaşımları benimsemesini diliyorum.

Bununla birlikte şunu da belirtmek isterim ki; rekabet kavramının şirketlerin maliyetlerini düşürmeye zorladığı bir ortamın varlığı bu yöndeki umutlarımı törpülemektedir.


* Üretim amacının insana duyulan saygının önüne geçtiği tipik bir örnektir aşağıdaki: İspanyollar Güney Amerika’yı istila ettikten sonra buradaki zengin altın madenlerinden yararlanmak için ilk kez yine bu kıta’da tanıştıkları Koka yaprağını bölgedeki yerliler üzerinde kullanmışlardır. Zira bu madde bir insana verildiğinde kırk sekiz saat boyunca uyumadan çalışacak bir güç elde ediyordu. Ancak her şeyin bir bedeli olduğu gibi bu gücün de bir bedeli vardı. Kırk sekiz saat uykusuz yüksek performans ile çalışmanın bedeli ani gelen bir bitkinlik ve çöküntü olarak yaşanıyordu. Ayrıca koka destekli çalışan bu maden işçileri çok erken yaşta hayatlarını kaybediyorlardı. Bu, bir üretim amacı ile insan hayatının hiçe sayılabileceğini gösteren bir örnek olarak tarihin kara sayfalarına geçmiş bir olaydır. (Atlas dergisinden alınmıştır)

Yorumlar

İlk yorumu siz yapın

Yanıt Ver

E-posta adresiniz yayımlanmayacak.




Loading Facebook Comments ...