Tonmayster

Tonmayster

– Stüdyoda görüşürüz.

Ankara’da akşam telaşı, işyerleri yeni kapanmış, çalışanlar bir an önce eve ulaşmak için otobüs duraklarında, dolmuş kuyruklarında itişiyorlar.

– Öğlenden beri bir şey yemedim kız, içim bayıldı.

– Yaşına ne bakıyorsun, kürek kadar dili var.

– Oğlum senin gibi sağmal ineği bulmuşlar, niye bıraksınlar ki.

Kalabalıktan yükselen seslerin arasına sokak lambalarının ışığı sızıyor. Bekledikçe ayaza çeken havaya, tıklım tıklım otobüsler, aceleci taksiler, ışıkları umursamayan yayalar da eklenince, trafik kördüğüm oluyor. Duraklardaki ortak yakınmaya karışan korna sesleri, meydanı kuşatan, ağır bir uğultuya dönüşüyor. İyi ki bugün arabayla çıkmışım. Güvenpark’ın arkasındaki yoldan İzmir Caddesi’nin başına çıkıyorum. Gelirken değnekçiye görünmeden arabadan inmiştim. Uzaklaşırken fark ettirmeden arkama baktığımda, adamın yanındaki çocuğu uyarıp, bu arabadan para almadık gibi bir şeyler söylediğini gördüm. Şimdi oyunun ikinci perdesi: Değnekçi arabadan on beş, yirmi adım uzakta. Adamlar işinin uzmanı: Bir kilometre uzakta birisi marşa bassa, herif, kendisi bile nedenini anlamadan o yöne doğru koşmaya başlıyor. Bizdeki de öyle sessiz çalışan bir araba değil ki. Anahtarı çevirmekle, değnekçiye seslenmek arasında hiç fark yok. Denemekten bir zarar gelmez diye düşünüyorum. Karşıdaki dükkanın önüne doğru yürüdükten sonra, arabanın hizasına gelince birden yönümü değiştirip, arabaya atlıyorum. Değnekçi, henüz farkında değil. Anahtarı çevirmemle birlikte, tüm emeğim boşa çıkıyor. Sokağı inleten gürültüye karşın motor çalışmıyor. Hadi oğlum. Gene çalışmıyor. Üçüncü kez denediğimde, elinde bir koçan bilet, sırtında eski bir ceket ile sol camda değnekçiyi görüyorum. Parayı veririm, ama arabayı da bu ibnelere ittiririm diye düşünürken, motor sağa sola sallanıp hırlayarak çalışmaya başlıyor. Arabaya sövüp elimi cüzdanıma atıyorum…

Stüdyo, Beşevler’le Bahçelievler arasında bir yerde. Araçlar kaldırıma park etmiş. Bu yüzden herkes yolda yürüyor. Kaldırımda bulduğum ilk yere arabayı yanaştırıyorum. Değnekçiye kaptırdığım paranın tek sorumlusu olarak gördüğümden, sertçe kapatıyorum arabanın kapısını. Stüdyo, dört katlı bir binanın arka bahçesinde küçük bir yer. Hakan daha gelmemiş. Bu akşam işimiz çok ama saat sınırlaması yok. İstediğimiz kadar çalışabileceğiz. Tek korkumuz tonmayster, yani Özkan. Özkan, eğer bu akşam çalışmak istemiyorsa, her şey boş. İçimden gülüyorum. Artık onun çaresini de biliyoruz…

Çok geçmeden Hakan geliyor. Yapacaklarımızı yeniden gözden geçiriyoruz. Kabataslak hesapladığımızda, kayıtların önemli aşaması bu akşam bitecek gibi görünüyor. Tabii ki, bir terslik olmazsa. Bizden önceki topluluğun elemanları, birbirini suçlayarak kayıt odasından çıkıyor:

– Oğlum, her yere kavalı sokuşturalım diyen sensin.

– Hadi lan, iki saatte bir nefes üfleyemedin…

Hakan’a bakıyorum. Bıyık altından gülüyoruz. En sonunda Özkan da odadan çıkıyor. Hal hatır sorarken kendi yaktığı sigaraya bakıyor. Biraz yorgun, ama yüzü gülüyor. Bu iyiye işaret. Telefonla yiyecek ısmarlıyor. Gecenin uzun olduğunu anlatmak için, “ilk çayımızı demleyelim” deyip mutfağa yöneliyorum. Özkan, hazırlıksız olmasına karşın çabucak toparlanıp tepkisini gösteriyor:

– Çay mı içeceğiz?

İşte şimdi başladık. Gitar, bas gitar, akortlar, mikrofon her şey hazır. Ama Özkan değil. Bu bizim önceden göze aldığımız bir olasılıktı. Çok üstelemeden, bakkala yollanıyoruz. Bir ufak rakı, üç dört bira, biraz peynir, bir de yoğurt. Yolun ilerisindeki manavdan da portakal alıyoruz.

Baharda çilek, kiraz; yazın şeftali, karpuz; sonbaharda üzümle incir. Neyse ki, hem meyvelerle hem rakıyla aramız iyi. Ama fazla içersek, iyi çalamıyoruz. O an için iyi çaldığımızı sanıyoruz ama, ertesi gün dinleyince, hatalar ortaya çıkıyor. Onun için kendimizi dışarıda tutup, Özkan’ın ne kadar içeceğini düşünüyoruz. Sınır çok önemli. Tüm yapmamız gereken, Özkan’ı çok fazla içirmeden çakırkeyif halde tutup, kayıtları yapmasını sağlamak. Eğer içmezse, her çaldığımıza bir bahane bulup kayıtları beğenmeyecek, sonra da “bugün gününüzde değilsiniz, vakit de geç oldu” deyip işi bırakacak. Fazla içerse de, yapmak istese bile gerekli özeni gösteremeyecek. Bu sefer biz bırakacağız.

Elimizde küçük bir masayı donatacak kadar malzeme ile geri dönüyoruz. Özkan da bu sırada akşam yemeğini atıştırıyor. Gitarlara bakıyoruz. Akortlar tamam. Hakan kayıt odasına giriyor. Birkaç denemeden sonra başlıyoruz. Ancak tam Hakan ısınmışken, Özkan soğuyor. Bu önceden kestirdiğimiz bir durum. Telaşlanmıyoruz. Mutfağa geçip, küçük çay bardaklarına rakıları dolduruyoruz. Aklımız başlayamadığımız kayıtlarda, elimizdeki çay bardaklarını tokuşturuyoruz. Özkan masayı beğeniyor, “her kayıt sizinki gibi olsa” diyor. Oysa ortada kaydolmuş bir şey yok. İçince iyi çalamadığımızı söyleyerek isteksiz de olsa Özkan’ı yeniden yerine alıyoruz. Özkan, ayarları yaptıktan sonra bir iki dakika kayboluyor, sonra geliyor. Bizim rahatsız olduğumuzu fark edince rakı masasından ayrılıp, elinde bir şişe birayla koltuğuna oturuyor. Müziği unutuyoruz, artık tek endişemiz Özkan’ın denetim masasından kalkması. Endişemiz, biten bira şişesi ile birlikte gerçek oluyor. “Hadi biraz içelim” diyor Özkan. Bu gel-git’ler gece yarısına dek sürüyor. Dikkatimiz iyiden iyiye dağılmış. Olan bitene bir de işleri yetiştiremeyeceğimiz korkusu eklenince, ne kayıt odasının hakkını verebiliyoruz, ne rakı sofrasının.

Özkan, son yudumunu da içtikten sonra, “başlarda iyiydik ama son kayıtlar iyi olmadı” diyor. Bu sözün anlamını hepimiz biliyoruz. Arkasından gelecekleri de. Özkan bizi yanıltmıyor. Kendisi için sorun olmadığını, ancak benim ve Hakan’ın çok yorulduğunu, bu saatten sonra yapacağımız işlerin bir işe yaramayacağını, ertesi gün kaldığımız yerden devam etmenin en doğrusu olacağını söylüyor. Ben, en azından bir iki saat daha dayanabileceğimizi söylüyorum. O anda, Özkan tuvalete gitmek için kalkıyor ve sendeleyerek kapıya tosluyor. En başından beri üzerine titrediğimiz eşik aşılıyor. Artık Özkan sınırın öbür tarafında. Hakan’la mutfağa doğru yöneliyoruz. Bu akşam, kayıt işini unutmak gerek. Hiç değilse rakının sonuna ortak olalım. Özkan hâlâ tuvalette. Mutfağa yöneldiğimizi duyunca, tuvaletten sesleniyor :

– Rakıyla bira bitti ama isterseniz dolapta yoğurt var.

Burak Kaya hakkında 59 makale
Müzisyen, yazar.