Bir Bakan, İki Bakan

Sorunun yanıtını bilmediğim halde yine de soruyorum, belki çözümleyebilecek olanlarınız çıkacaktır. Yolsuzluk, suiistimalcilik, adam kayırmacılık, köşe dönmecilik, hızlı para kazanmacılık, işini bilirlik, işadamı Kemal Horzum skandalı sonrası lügatımıza girmiş bir sözcük olan hortumlamacılık¹, bütün bunların parasal aracı rüşvet, tartışmaya gerek görülmeksizin doğulu-batılı tüm değer ölçütlerince reddedilen, eleştirilen zihniyetler veya davranış biçimleridir. Ama yinede kalkınmış veya kalkınmakta olan toplumların hiçbiri bunlar olmaksızın yapamazlar. Ancak, benim kafamı en çok yoran bu olgularla nasıl savaşılması gerektiği değil, ki istediğiniz kadar savaşım verin baş edemezsiniz-, kalkınmakta olan, demokratikleşme ve ekonomik değişimlerini yapısal reform takvimlerine yerleştirmiş toplumlarda yolsuzluğun en optimal sektörel dağılımının nasıl olacağı.

Kiminiz tahmin ederim, sorunun içeriğini anlamakta zorlandınız. Suiistimalin, özeli kamusu olur mu demeyin. Bal gibi de olur. Namussuzluğun ırkı, kökeni yoktur ama sektörel dağılımı vardır. Zengini de yapar fakiri de. Güzeli de çirkini de. Az gelişmişi de yapar çok gelişmişi ya da çok gelişmiş olduğunu sananı da. Gelin, eğer yolsuzluk kamu ya da bizzat devleti temsil eden kurum ve kişilerce yapılıyorsa buna kamusal yolsuzluk, holding, çok uluslu şirketler mafya, mafioso (küçük mafya) gibi oluşumlarla gerçekleştiriliyorsa buna da özel sektör yolsuzluğu diyelim. Lafı uzatmadan konuyu örneklendirelim.

Çok değil, bundan dört beş yıl öncesinde, eski Doğu Bloku’ndan malum ekonomik değişim sürecindeki bir Balkan ülkesinde iş nedeniyle bulunuyoruz. Ülkenin adını şimdilik söylemeyeceğim; tahmin hakkınızı kullanabilmeniz için. Ülkenin o dönemki Sağlık Bakanı bizimle görüşmek istediğini belirterek toplantı talep ediyor. Bu alışılmadık bir durum değil. Buna benzer projelerde Sağlık Bakanları bizimle protokol gereği ilgilenirler. Genelde bu ilgi nezaket prensibinden öteye geçmez. Yani daha açık bir sözle yaptığımız işin amacı ya da ayrıntıları onları pek ilgilendirmediği gibi, bizi ilk ve son toplantılarına davet ettikleri zaman adeta işimizi ne zaman bitirip de tasımızı tarağımızı toplayacağımızı öğrenmekten gayri bir dilekleri olmaz. Ayni beklentilerle, güler yüzlü sekreterin kırık İngilizce’sini kullanarak bizi kapısında selamladığı, solgun renkli ama devasa büyük toplantı salonunda, anlaştığımız toplantı saatinin başlamasına beş dakika kala yerimizi alıyoruz.

Toplantı saat sabah dokuza konmuş. On beş dakika sonra, yine salonda bir tek biz varız. Bu da alışılmadık bir durum değil. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, politikacıların yoğun takvimleri planlanan saatleri çeyrek ile yarim saat arasında oynatır. Ben gecikmelere alışkın ve hazırlıklı olarak vakit öldürmek üzere yanımdan ayırmadığım bir dergi çıkarmış okumaktayım. Malum o zamanlar Çalakalem gibi nitelikli yayınlar yok, ben de yerine The Economist’in son sayısını okuyorum. Aradan yarım saat geçtikten sonra hala Sağlık Bakanı ortalıklarda görünmeyince, toplantı arkadaşlarımdan benden yaşça büyük bir saygınlık, protokol sınırlarını aşan gecikmenin tercümesinin bir iptal edilme olup olmadığını öğrenmek cesaretini göstererek güler yüzlü sekreterin masasına yollanıyor.

Sekreter, durumdan Sağlık Bakanı adına özür dileyerek endişe etmememizi ve bakanın biraz evvel çalıştığı yerden bizi arayarak kendisini beklememizi rica ettiğini söylüyor. Buyrun bakalım. Demek oluyor ki bakan şu anda seçim bölge ofisinde, başka çalıştığı yer neresi olabilir ki? Üç çeyrek saat sonra, oldukça şişman, soğuktan ya da alkol oranı yüksek bir içkiyi hızla fondiplemiş biri misali tonton kırmızı yanaklı biri içeriye uflaya puflaya süzülüyor. Sekreterinden daha iyice bir İngilizce ile, özür dileyerek, “..kusura bakmayın bugün kliniğe tahminimden fazla sayıda hasta geldi de, haliyle onların işini bitirmeden oradan ayrılamadım” diyor ve yerini alıyor. Bizler şaşkınlıkla gözlerimiz yerinden fırlamış olarak tonton yanaklı Sağlık Bakan’ını, affınıza sığınarak düzeltelim, doktor beyi, dinlemeye devam ediyoruz. Bu da alışılmadık bir durum değil, yani Sağlık Bakanları’nın meslek kökenlerinin genelde hekimlik olması. Ancak şu anda hala tedavi hizmeti yapanını bulmak! Bakan devam ediyor, “Malumunuz bu aralar devir kötü, iki işiniz olmadan ev geçindiremiyorsunuz. Ben yakındaki bir hastanede yaklaşık on sekiz senedir aile hekimi olarak çalışıyorum. Bakan olduktan sonra klinik saatlerimi azalttım, sabah 7:30-8:30 arası hasta kabul ediyorum. 9:00’a yetişirim diyordum olmadı.”

Toplantının ötesi ayrıntı. Durum bundan önce tanışık olduğumuz bir gerçekliği tekrar teyit ediyor. Ayni ülkede, işbirliği yaptığımız kamu kuruluşlarından Sağlık Hizmetleri İdaresi Enstitüsü Başkanı o donemde Liberal Partili bir milletvekili. Ancak vekillik onun ikinci mesleği, yani seçilmeden önce Enstitünün zaten başkanıymış. Ortak katılacağımız bir seminere beraberce taksiyle ulaştıktan sonra, taksimetrede yazan ücreti taksiciye uzatıyorum, enstitü başkanından daha atak bir centilmenlikle. Başkan (hatırlatalım aynı zamanda millet vekili) utana sıkıla jestimi kabul ediyor. Makam arabası Dacia yani bizim çeyrek yüzyıl geçmişli Renault 12, şimdiki adıyla Toros. Kurumun genelde benzine ve makam şoförü tutmaya yetecek parası olmadığı için aracı her zaman yola çıkartamadıklarını biliyorum. Zaten o nedenle taksiyi tercih ediyoruz, yani arabayı enstitü Başkanının kullanmak zorunda olması ya da ulaşacağımız noktada kolay bir park yeri bulunamaması ikincil, üçüncül sebepler. Enstitü Başkanıyla daha sonra yemekte konuştuğumuzda milletvekili maaşının 400 Alman Markı olduğunu öğreniyorum ve bunun yaklaşık kamuda çalışan üst düzey bir bürokratın maaşının iki katı olduğunu biliyorum. Yani, Başkan/Millet Vekilinin aylık geliri yaklaşık 600 markı geçmiyor.

Oysa olayların geçtiği ülkenin yolsuzluk, iş bitiricilik, köşe dönmecilik karne notu son derece düşük. Ama ülke canla başla, milletvekiliyle, bakanıyla bununla mücadele veriyor. Ancak kamuda düzelmekte olan düşük karne notunun yerini, iş bitirici özel sektör daha da kötüsü mafioso yani küçük mafya almış. Nasıl mı? Kısaca şöyle. Ekonomik değişim sürecindeki ülkelerde, iktisadi anlatımla verimli piyasalar ² ve denge fiyatlar öyle tak diye hemen yerine oturmaz. İsteyen istediği fiyatı talep edilen işin mahiyetine ya da gerçek maliyetler artı makul bir kar marjına göre değil, talep edenin görünüşüne, menşeine vs. göre anında koyar. Fiyata razı olmasanız da başka bir alternatifiniz yoktur. Çünkü rekabet henüz yerine oturmamıştır. Alternatif bir tedarikçiniz yoktur. Kendi içinde kamu yolsuzluğunu temizlemekle meşgul namuslu milletvekilinin, bakanın dolan vaktini özel sektör yada mafioso başka bir şekilde doldurmaktadır. O da rekabet düzenini ortadan nasıl kaldırır da verimsiz piyasaların devamlılığını sağlarız diye kafa yorar. Yöntemler de can yakıcı olabilir. Örneğin rakip firmayı silah zoruyla piyasadan çekmeye itmek gibi.

Kamu ve özel yolsuzluğunun göreceli değerlendirmesini yapmak için iktisatçı olmanız gerekmez. Bunun basit bir formülü vardır. Bir ülkenin sokaklarını dolaşırken eğer siyah renkli Mercedes, BMW ve benzeri lüks otoların içinden çoğunlukla devlet ya da kamu görevlileri çıkıyorsa ya da bu araçlar devlet dairelerinin önünde park edilmiş olarak, yanlarında gelir durumları düşük olduğu için kıyafetleri eskice şoförler beklemekteyse, o ülkede kamusal yolsuzluk daha etkin, aynı menşeili araçları koyu renk ve iyi giyimli, siyah güneş gözlüklü, body-guard kılıklı kişilerce, otel, bar vs gibi sosyal statü sembollerinin yakınlarında görürseniz orada da özel sektör yolsuzluk oranı yüksektir. Bahsettiğimiz ülkede- herhalde dikkat çekmeye gerek yok-, koyu renk araçlar çoğunluk özel sektörün elindedir. Eğer işi biraz daha ilmîleştirmek istiyorsanız, eşkâli verilmiş bu araçların piyasa fiyatının o ülkedeki kişi başına düşen milli gelirin kaç katı olduğunu da hesaplayabilirsiniz. Eğer bu üç beş katın üstündeyse, o ülkede haksız kazanç veya yolsuzluk -mutlaka- vardır.

Yazının başlığına iki bakan yazmıştık, gelin bir de ikinci ülkenin bakanından söz edelim. Şimdiki gideceğimiz ülke ilkinin güneyinde yer alıyor, yani aynı coğrafyayı paylaştıkları gibi, tesadüf bu ya o da eski Doğu Blok’undan. Bu ülkede durum berikinin tersi, yani koyu renkli lüks otolar nedense hep devlet daireleri önünde park edilmiş durumda. Yine tesadüf bu ya, bakan yine Sağlık Bakanı. Kendisiyle bakan olmadan önce Sağlık Sigorta Fonu Genel Müdürlüğü’nün başkanı iken tanışmışız. Sağlık Bakanı olduktan sonra, diğer çalışma arkadaşlarımızla beraber geçmişte yaptığımız ortak işbirliklerinin sıcaklığına sığınıp resmi davetli olarak Avustralya’ya yanında güzel sekreteri ve söylemesi ayıptır aynı zamanda metresi ve yakın çalışma arkadaşıyla birlikte geliyor. Ülkenin içinde bulunduğu dar boğaz nedeniyle gezinin tüm maliyetlerini haliyle Avustralya hükümeti üstleniyor. Dostluk dedik ya, kendileri bizim mekanlara uzanınca Sydney’in doğal güzelliklerini -malum tarihi bir birikimden yoksun- delegasyona göstermek teklifini sunuyoruz. Seve seve kabul ediyorlar, ancak Avustralya hükümetini temsil eden resmi kişiler hafta sonu tatillerinden feragat etmek istemedikleri için üç kişilik delegasyon benim başıma kalıyor.

Şurayı burayı gezdirmeye başladıktan kısa bir süre sonra, güzel, alımlı – diğer sıfatlarını bahsetmeye gerek duymadığım – iyi giyimli ve mükemmel İngilizce konuşan sekreter bana eğilip alış-veriş yerlerine ne zaman uğrayabileceğimizi soruyor. Malum talep yüksek merciden gelmiş, kırmadan, oranın turistik alış-veriş yerlerinden birine uzanıyoruz. Kapıdan adımımızı atar atmaz, köşedeki oldukça lüks bir saat ve mücevheratçıya doğru seğirtiyorlar. İngilizce konuşma konusunda bir sorunları olmadıkları için ben sadece durumu gözlemlemekle yetiniyorum. Dükkana girişimizin yirminci dakikasında ekonomik darboğazdaki ülkenin Sağlık Bakanı yaklaşık altı bin dolarlık altın ve titanyumdan yapılma özel dalgıç saatiyle dükkandan ayrılıyor. Bakan, bana utangaç bir gülümsemeyle Karadeniz’de -çok ipucu vermiş bulundum- amatör dalgıçlık yaptığını ve epeydir kaliteli bir dalgıç saatine ihtiyacı olduğunu belirtiyor. Kaliteli dalgıç saatinin neden altından yapılmış olması gerektiğini haliyle kendisine soramıyorum.

Bahsedilen olay alışılmadık bir durum değil. Dünyanın pek çok ülkesinde ki buna bizim memleketimiz de dahil, üst düzey yetkililere resmi ziyaretlerde özel ödenek ayrılır ve bu ödeneklerin nasıl harcanacağı bu kişilerin kendi tasarruflarına kalmıştır. Sağlık Bakanının dalgıçlıktan hoşlanmasına veya normalde 1500 Alman markı olan aylık maaşının en az üç tanesini kaliteli bir saate ayırmış olmasına bir eleştirimiz yok. Konunun asıl yolsuzlukla ilgili yönüne gelmek istiyorum.

Bakanın ülkesinde de mafioso büyümekte ve kamu sektöründeki yolsuzluklarla belli bir mücadele var. Bu mücadele için bizzat Dünya Bankası’ndan kredi alınmış. Ancak delegasyondaki bakan ve güzel sekreter dışındaki üçüncü kişinin aslen bu kredilerin alınmasında rolü olan kişi ve ayni şekilde eşinin sahibi olduğu bir şirket aracılığıyla, ülkelerine gelen yabancı konuklara lojistik hizmet sunmakta olduklarını bahsetmemde sanırım yarar var. Bu kişiler lojistik destek sağlayan şirketlerini kurmadan önce bu sektörde faaliyet gösteren özel sektör kuruluşlarının fahiş fiyatla hizmet sunmalarından yakınarak hareket ederler. Yani Dünya Bankası’ndan alınan ve ülke vatandaşlarının yirmi-otuz yılda geri ödeyeceği kredinin fahiş fiyatla kazanç sağlamaya çalışılan özel şirketlere heba olmasındansa, bunun güvenilir ve daha makul fiyatlar verecek, rekabet yaratacak başka bir özel şirkete verilmesinde bir sakınca görünmemektedir. Rekabet yaratacak tedarikçi olmayınca da bu şirketi hep beraber kurup tüm ihaleleri de kendilerine kazandırdılar. Demiştik ya, asimetrik bilgi nasıl verimli piyasaların baş düşmanıdır diye? Nobel’ciler bu işi bu sene çözmüşler.

Sizi daha fazla meraklandırmadan ülkelerin adlarını verelim. İlki Romanya, ikincisi ise Bulgaristan. Gelelim baştaki soruya. Yolsuzluktan elde edilecek rantiyenin diğer ekonomik kaynaklar gibi sınırlı bir kaynak olduğunu kabul edin. Bu kaynağı ister devlet eliyle isterse de özel sektör eliyle işleterek ülkenin kalkınmasına katkıda bulunmak,-bağımsız bir ikitisatbilimci gözüyle- amacınız olsun. Yani varsayımlarınızın ilki, ne yaparsanız yapın yolsuzluğu ortadan kaldıramayacaksınız ve bunun ekonomik çözümünüzde hep varolacağını kabul edeceksiniz. Normatif bir bilim olmayan iktisadı kullanarak yolsuzluğun ahlaksızlığını eleştirmeniz yersizdir, çünkü adı üstünde iktisat pozitif bir bilimdir ve olması gerekeni değil, oluşagelenle ilgilenmek zorundadır.

Ancak Türkiye’de genelde iktisadi konularda yazan yazar ve düşünürler, hep burada takılır dururlar, ve eleştirilerinin çoğunu normatif yaklaşımlar üzerinde yoğunlaştırıp çözüm üretmeye çalışırlar. Yani yolsuzluğu ortadan kaldırdığınızda sanki tüm sorunların bir çorap söküğü gibi çözümlenip kalkınmada beklenen hamlenin yapılabileceğini düşünürler. Denklemlerinde de yolsuzluğu ortadan kaldırmanın tek yolunu demokratikleşme sürecinin işlevselleştirilmesine bağlarlar; bu konuda haklıdırlar gerçi. Ancak bilmezler ki yolsuzluk sadece kamu mallarını değil özel mallarda da her gün karşımızdadır. Örnek mi istiyorsunuz, verelim.

Türkiye’de çok saygın bir şirketler grubu, kurum ürünlerinin ülke içinde nakil işlemleri için bir nakliyat ihalesi açar ve firmalardan fiyat, güzergah, hacim miktarlarını belirten teklifler vermelerini basın aracılığıyla duyurur. Rekabet eden kurumlar tekliflerini gönderirler. Şirketler grubunun Satın Alma biriminden bir aklı evvel, her zaman yaptığı gibi ihale veren şirketlerin yöneticilerini tek tek arar ve nakliyat ihalesini kazanmak istiyorlarsa gerekeni yapmalarını talep eder. Üzerinde rekabet edilen kaynak özel maldır, kamu maliyesi yada açık deyimle halkın verdiği vergiyi ilgilendirmediği için, olayı eleştirecek kimse çıkmaz.

Oysa yolsuzluk, her yerde yolsuzluktur, ahlak dışıdır ve sadece devleti ilgilendiren hususlarda yazılıp da özel sektörde olanı göz ardı ettiğimizde önemli bir ahlaki yanılgıya hepten düşmüş oluruz. Benzer bir şekilde, okul servis minibüs isletmelerinin rant kavgasına düşüp küçücük çocukların gözü önünde silahları konuşturup karşılıklı kan döktükleri zaman, bu olayın özel sektörde rekabetçiliğin önlendiği bir yolsuzluktan kaynaklandığını unutur, adi cinayet olayının hezimetine ah ve vah eyleriz. Önceden de söylediğim gibi, ben sorumun yanıtını bilmiyorum. Biraz da bu işin asıl uzmanları bu konuda kafa yorsalar. Bakalım, kalkınmada yolsuzluk tekelini özel sektöre bırakan Romanya mı, kamu tekelini bırakmayan Bulgaristan mı, yoksa hem kamu hem özel sektör eliyle optimal veya alt-optimal bir paylaşımla işi sürdüren Türkiye mi daha hızlı kalkınacak? Onlar düşüne dursunlar, benim aklım hala eski Romen Sağlık Bakanında. Bir daha gidersem onu makam koltuğunda değil, muayenehanesinde ziyaret etmek istiyorum.

(1) Hafızam yanılmıyorsa, bu terimi üreten kişi, aslen iktisatçı olmamakla beraber emektar iktisadi köşe yazarı, Necati Doğru’dur.
(2) Bu sene (2001) Nobel ekonomi ödüllerinin piyasa verimliliğinin en büyük düşmanı asimetrik bilgi üzerindeki çalışmalarından ötürü George Akerlof, Michael Spence ve Joseph Stiglitz’e verildiğini hatırlatalım.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.